Başlama / BitişTarihi:
04.01.2009 / 04.01.2009
Yer:
Bahçeşehir üniversitesi
I.BÖLÜM
Moderatör: Prof. Dr. Sema Erder
Konuşmacılar: Prof. Dr. İlhan Tekeli, Prof. Dr. Fuat Keyman
Sema Erder:
TÜSES’e teşekkür etmek istiyorum çünkü neredeyse hepimiz önümüzdeki aylarda yerel seçimlerin olduğunu unutmuştuk, sizin vesilenizle yerel seçimlerin olacağı hatırlanmış oldu. Bu önemli bir hatırlatma oldu, bunu birlikte tartışacağız ve gündemi değiştiremesek bile kendi kafamızdaki gündemi değiştirmeye çalışacağız. Bu bakımdan Yiğit Bey’’e özellikle teşekkür ediyorum. Bir başka teşekkür, benim kendi formasyonum sırasında Yiğit’in Bey’in, İlhan Bey’in olduğu çevrede hâlâ devam ettirdikleri istikrarlı çizgi önemli bir çizgi, o da merkez-yerel ilişkisi bağlamında yerelleşmenin önemini vurgulaması ve demokrasi için yerel demokrasinin ne kadar da gerekli olduğunu ve bunun deneyimle kazanılacak bir süreç olduğunu da hepimize aktarmış olmaları çok önemli. Yani bir anlamda onların verdiği bu anlayış, yerel demokrasinin önemi konusundaki anlayış, en azından bizim neslimiz açısından çok önemli bir yol gösterici nitelik taşıdı. Paneli açmadan önce bir korsan bildiriye dönüştürmemek istiyorum ama insan kendini alamıyor, konuşuyor da. Şimdi merkez-ilişkileri ve yerellik dediğimiz zaman özellikle belediye söz konusu olduğunda aslında belki de yerel politikadan söz etmek gerekir. Bu yerel politikanın iki boyutu olduğunu düşünüyorum. Yerel politikada illa iktidar olmak gerekli değil muhalefet olmak da çok önemli; çünkü gündelik siyaseti ilgilendirir yerellik. Dolayısıyla belki hepimizin öğrenmesi gereken ve bu süreç içinde yeni yeni yerelleşmenin faydalarını ve bazı sorunlarını yaşadığımız bu dönemde tartışmacılar buna dokunacaklar mı bilmiyorum ama acaba şunu tartışmak önemli mi, belki de yerel muhalefet nasıl örgütlenmeli, yerel muhalefet nasıl olabilir? Bu konuda düşünmemizde de yarar olabilir diye düşünüyorum.
Fuat Keyman:
Ben siyaset bilimci ve uluslararası ilişkilerciyim. Son 3-4 yıldır kent üzerine çalışıyorum. O yüzden de İlhan Hoca’nın ve Yiğit Bey’’in de yanında kentten konuşmak oldukça zor olacak. Yiğit Bey’le tanışmam son dönemlerde oldu, Ankara’daki Sosyal Demokrasi Derneği’nde yapılan toplantıda. Ama tabii ki onu Ortadoğu’daki öğrencilik yıllarımdan beri biliyordum. Bugün TOKİ’ye baktığımız zaman, TOKİ’nin önemi ve AKP olarak baktığımız zaman ne kadar ilginç bir ülkede yaşıyoruz, nereden nereye geliyoruz. Bu konuda konuşurken Yiğit Bey hep temel referanslarımdan biridir, o yüzden burada bugün fikirlerimi sizinle de paylaşmak benim için onur verici. Şu soruya yanıt vermeye çalışacağım: Sosyal demokrat yerel yönetimlerin yaratacağı farklılık ne olabilir? Bu soruya yanıt verirken de Sema’nın sorduğu soruya da belki konuşmamın içinde yanıt verebilirim. Son 2 yıldır Türkiye’deki 14 ildeki kentsel dönüşüm üzerine yaptığım TUBİTAK projesinin sonuçlarına bağlı olarak bunları söyleyeceğim, yanıtımı vereceğim. Sosyal demokrat bir yerel yönetimin farklılığının yanıtı esasında basit. Bunu esasında Yılmaz Bey burada olsaydı onun Eskişehir deneyiminden alıyoruz, İzmir deneyiminden de alıyoruz. Ama İzmir’in bugünkü noktasından çok daha iyi bir noktaya gelme özellikleri, nitelikleri ve kapasitesi var, onunla da ilgili bir şeyler söyleyeceğim. Buradaki en basit yanıt şudur: CNBC-E Business dergisinin son dönemde yaptığı bir araştırmaya referansla verilebilecek bir yanıt. Onlar Türkiye’deki 81 il için de dünyadaki Birleşmiş Milletler için uygulanan yahut da kent ve coğrafya alanı içinde uygulanan endekslerden bir tanesi kullanılarak, yani kentlerin yaşanabilirliğinin ölçüme endeksini kullanarak bir endeks yaptılar. Yaşanabilirlik; kentin yaşanır olmasının 6 tane önemli kıstası var. Bunlardan bir tanesi kentteki ekonomik dinamizm ve ekonomik gelişme endeksi. İkincisi, kentteki eğitim kurumlarının gelişmişlik endeksi. Üçüncüsü kentteki sağlık hizmetlerinin gelişmişliği endeksi. Dördüncüsü kentin altyapısının ne kadar rahat olduğu, kentin altyapısın vatandaşlara ne kadar rahatlık sağladığı üzerine kentsel altyapı endeksi. Beşincisi kentin ne kadar güvenli olduğuyla ilgili bir endeks. Altıncısı da kentteki kültürel etkinlikler ile ilgili gelişmişlik endeksi. Bu 6 tane endeksin birleşiminden kentin ne kadar yaşanabilir olduğu ortaya çıkıyor. O yüzden de ilk yanıtım şudur, sosyal demokrat bir yaklaşımın temel farkı bir kenti yaşanabilir kılmasıdır. Bu yaşanabilir kılma da 6 kıstas içinde mümkün olduğu kadar başarıyı göstermesidir; ekonomi, eğitim, sağlık, kentsel altyapı, güvenlik ve kültürel hizmetler alanında kenti yaşanabilir kılmasıdır. Burada İzmir ve Eskişehir başarılı birer ilimizdir ama hemen iletelim ki son dönemlerin yükselen yıldızı Kayseri yahut da yükselen yıldızlarından biri Konya bu 6 endekse sokulduğu zaman başarılı çıkmaktadır. O yüzden de esasında Türkiye’de küçük ölçekli de olsa Eskişehir’e bakarak, küçük ölçekte İzmir’e bakarak başarının kıstaslarının ve ampirik temelini görebiliriz. Tabii bu yaşanabilirliği sağlamak sosyal demokrat bir kent yönetimine tam da bir farklılık vermez. Bence ikinci boyuta gitmemiz gerekiyor ve ikinci boyut da sosyal demokrat bir yönetimin kente bakışında kente bir anlam vermesi gerekiyor. Tüm bu yaşanılabilirliği bir anlam içine sokması gerekiyor. Bu da son dönemki kent üzerine yapılan çalışmalarda ortaya çıkan yurttaş olarak kenttir, yani kentin anlamı ve yurttaşlık temelinde oluşmasıdır. Kentin, hem estetik olarak, hem siyasi olarak, hem kimlik olarak, hem sosyal adalet olarak yurttaşlarına bağlı olarak tanımlanması gerekmektedir. O anlamda da sosyal demokratik bir yönetim kenti yaşanılır kılarken katılımcı demokrasiye dönük olarak, müzakerece demokrasiye dönük olarak kenti demokratik bir anlayış içinde ortak paydalar temelinde kurarak ve bir kentteki çevre, kimlik ve üretim alanlarında o kenti yaşanabilir kılarak veya o kenti ileriye götürerek farklılık sağlayabilir. O yüzden de tanımından anlaşıldığı gibi sosyal demokratik yahut da özgürlükçü sol bir alternatif kenti vatandaşlarıyla, kenti yurttaşlarıyla tanımladığı süre içinde yaşanabilirlikle kimliği beraber olabilir. Bu tanım içinde sosyal demokratik bir yaklaşım nasıl gerçekleştirilir, nasıl bu kentteki yaşanabilirliği sağlar, nasıl kenti bir vatandaş, bir yurttaş olarak tanımlar. Burada bugüne kadar olan sosyal demokratik yaklaşımlardan biraz farklılaşıyoruz. Bu, farklılaşma ve tabii benim teorik olarak bu sürece bakmakla ilgili 14 ilde yapmış olduğum çalışmalarla ilgili. Özellikle bu 14 ilde İzmir gibi, Eskişehir gibi sosyal demokratik yapılar içinde başarılı olmuş illerle ilgili.
Sosyal demokrasinin Avrupa’da, ama özellikle Türkiye’de yapmış olduğu en önemli hatalardan biri hem siyasete hem de bugünkü konumuz kente ulusal ölçekte bakmasıdır, yerel olarak bakmasıdır. Her ne kadar küreselleşmeden çok konuşulsa da küreselleşme ve küreselleşmenin etkilerini yeteri kadar ciddiye almamasıdır, küreselleşmenin kenti yaşanabilir kılmada yeteri kadar kullanılmamasıdır. Bu anlamda kenti yaşanabilir kılmak, kenti bir vatandaş, bir yurttaş tanımıyla tanımlamak, anlamlandırmak için sosyal demokratik yaklaşımın birinci noktası küreselleşmedir, küreselleşmeyle bakmaktır, küreselleşme içinde kenti yaşanılır kılmanın mekanizmalarını sağlamaktır. Bu anlamda sosyal demokrasi küreselleşme sürecini birincil alırken burada eskisinden farklı olarak devrimci bir siyasi manevra yapmak durumunda. Bu manevra da şu: Genel olarak sol ve sosyal demokraside küreselleşme ciddiye alınsa bile küreselleşmeden ulusal devlete, yani ulusal ölçeğe, ulusal ölçekten kente gidilir. Yani küreselleşmeyle Türkiye tartışılırken ulus devlet, ulusal ölçek birincil alınır, ondan sonra kente gidilir. Ben bunun tamamıyla yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda esas önerim şu: Küreselleşmenin sonuçlarını, küreselleşmenin etkilerini ve küreselleşme yoluyla kenti yaşanabilir kılma mekanizmalarını geliştirmek için küreselleşmeden ilk önce kente gitmek gerekir, kentten ulusal ölçeğe gitmek gerekir. Yani küreselleşme-ulus-devlet-kent formülasyonunda bir değişiklik yapıp küreselleşme-kent-ulus-devlet formülasyonuna gitmek gerekir. O yüzden de sosyal demokrasi sadece belediyecilik temelinde değil ulusal ölçekte de, parti düzeyinde de, yani yönetme, Türkiye’yi yönetme iddiasında olan bir parti, bir siyasi strateji düzeyinde de birincil ölçeğini kent almak durumundadır, ulusal almak durumunda değildir. Bunu söylememin temel nedeni şudur, aramızda küreselleşme üzerine, ekonomik anlamda ve kültürel anlamda çalışan çok değerli katılımcılar var ama benim küreselleşme çalışmam içinde ortaya çıkardığım veya görebildiğim sonuçlardan bir tanesi 1960’lar, 1970’lerdeki Keynesyen refah devleti uygulamalarından sonra özellikle 1980’lerden başlayan ama altını çizerek söylüyorum, özellikle 1990’lardan bugüne kadar gelen küreselleşme süreci esasında kent temelinde giden bir süreçtir. Küreselleşmeyi yerelleşme olarak görüyoruz ama esas küreselleşme dediğimiz süreç ekonomi anlamında kent ölçeğinde yaşanan bir süreçtir ve küreselleşmenin 1990’lardan bu yana yaşanmasındaki –ki biz bu döneme neoliberalizm diyoruz– temel referans ulus değil mekândır, sermaye mekânı keşfetmiştir, mekân sermayeyi keşfetmiştir ve sermaye ile mekân karşılıklı bir diyalektik ilişki içine girmiştir. Sermaye ile mekânın keşfetmesinin de bugünkü noktası kenttir. Fakat bu kent sadece belediyeye indirgenecek bir kent değildir, bu kent sadece şehire indirgenecek bir kent değildir, bu kent çok ciddi bir siyasi, ekonomik, ideolojik söylemsel konfigürasyondur, yani kentin sermaye ile mekân temelinde kurmuş olduğu bir ilişkiyi de simgeler. Böyle olduğu için sosyal demokrasinin küreselleşmeden kente giderken kenti farklı düşünmesi gerekiyor. Kenti hem mekânsal anlamda, hem örgüsel anlamda, hem de aktörsel anlamda farklı düşünmesi gerekiyor. Çünkü klasik olarak ve sosyal demokrasiye baktığımız zaman sosyal demokrasi kenti ulus devlet merkezi, adem-i merkeziyetçilik temelinde ulus-devlet-belediye ilişkisi arasında kurar ve belediyecilik temelinde kenti düşünür. Halbuki bugün kentlere baktığımız zaman belediyeler kentin önemli fakat tek faktörü değillerdir; belediyeler kentin bir aktörüdür, bunun yanı sıra kentin sermaye ile, sermayenin de kurmuş olduğu mekânsal ilişkide çok önemli olan kentsel temelli örgütlenmiş kent odaları, sanayi odaları, genç girişimciler dernekleri gibi ekonomik aktörler vardır. Ekonomik aktörler kentin tanımlanmasında çok önemli olmaktadırlar. Bunun yanı sıra kentin tanımlanmasında o kentte üniversite olup olmadığı, eğer kentte üniversite varsa bu üniversitenin nasıl işlev gördüğü, üniversite, belediye ve ekonomik aktörler arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğu çok önemlidir. Dördüncü olarak da sivil alan dediğimiz sivil toplum örgütlenmeleri o kentin tanımlanmasında çok önemli olmaktadır. Sivil toplum örgütleri de 3 temelde düşünülebilir: Bunlardan bir tanesi hakikaten de sivil toplum olarak çalışan örgütlerdir, ikincisi yerel medyadır, üçüncüsü de belli alanda çok görünmese bile cemaatlerdir. Zaten son dönemlerde sermaye ve kent ilişkisinin kent temelinde kurulmasında bu 4 aktörün ne kadar organik bağ içinde hareket ettiğini gördük ve bu organik bağ belki de Eskişehir ve İzmir örneklerinden farklı olarak AKP’nin bugünkü Türkiye’de kurmuş olduğu hegemonyanın oluşmasının siyasal temellerinden biri olmuştur. Tabii böyle olunca bizim de kente muhakkak bu 4 tane aktörün beraberliği içinde bakmamız gerekiyor, kente sadece belediyeye indirgeyerek bakmamamız gerekiyor. Tabii bu da tersten şunu okumayı gündeme getiriyor, sosyal demokratik hareketlerin bir kenti yaşanabilir kılarken de,belediye seçimlerinde başarılı olmak için de bu aktörlerle muhakkak organik bağa girip kenti anlamlandırmada bu aktörleri kullanmaları gerekiyor. Bugün baktığımız zaman İzmir örneğinde de bunu biraz söyleyebiliyoruz ama özellikle Eskişehir örneğinde, her ne kadar Eskişehir belediye başkanının liderlik tipinin önemli olması birincil olmakla birlikte Eskişehir’in gelişmesinde Eskişehir’deki belediye, üniversite ve oradaki sivil toplum aktörleri arasındaki ilişki çok önemli olmuştur.
Tabii sosyal demokrasi kente bakarken bunun yanı sıra şu noktanın da altını çizmesi yahut da şu noktayı görmesi gerekmektedir: Bu yapı içinde, kentlere sermaye-mekân ilişkisinin diyalektik bir anlamda örgütlenmesi içindeki bu aktörel yapı içinde baktığımız zaman, kentler de Türkiye ve dünya örneğinde olduğu gibi ama daha çok Türkiye örneğinde olduğu gibi farklılaşmaktadır, İstanbul’la Eskişehir, Eskişehir’le Yozgat aynı değildir. Bugün kente baktığınız zaman İstanbul örneği artık bir kent olarak düşünemiyoruz, coğrafi çalışmalar içinde buraya bir havza deniyor. İstanbul’a baktığımız zaman ve İstanbul belediyesinin başarılı olması için ne yapmamız gerektiğine baktığımız zaman İstanbul’u sadece kent olarak göremiyoruz. İstanbul nereden başladığı nerede bittiği belli olmayan tarafıyla bir finans merkezi, bir tarafıyla bir kültürel yapı ama bu anlamda kentin çok daha ilerisine giden bir niteliktedir ve bir havzadır. Zaten Çin’in küreselleşmesini ampirik anlamda çalıştığımız zaman Çin’in küreselleşmediğini Bengay, Şengay havzasının geliştiğini görüyoruz. Türkiye’ye de baktığınız zaman, Türkiye’nin küreselleşmesi dediğimiz zaman İstanbul küreselleşmesi bize bir Türkiye tablosu veriyor, Eskişehir’in ya da başka bir yerin küreselleşmesi başka bir Türkiye tablosu veriyor, Kayseri küreselleşmesi başka bir tablo veriyor. O yüzden de bir kere kentsel bir farklılaşma olduğunu sosyal demokrasinin görmesi gerekiyor. İkincisi de kentler bu anlamlandırma içinde bu aktörlerle kurulan bağlar içinde farklı kalkınma modellerini ortaya koyuyorlar ve farklı kalkınma modellerinden farklı kimlikler ortaya çıkıyor. Örneğin Eskişehir’e baktığımız zaman bu yapı içinde daha sosyal demokratik bir kalkınma modeli ortaya çıkarken Kayseri ve Konya gibi yerlerde daha muhafazakâr bir modernleşme modeli ortaya çıkıyor, İzmir’de ise daha kozmopolit modernleşmeye dönük bir kalkınma modelini yaratmak mümkün oluyor. Buradan gittiğiniz zaman şu 3 noktanın altını çizmek isterim: Sosyal demokrasinin bu teorik çerçeve içinde kentlere nasıl bakması gerektiğine gelince, bence Eskişehir’den öğreneceğimiz çok önemli dersler var. Eskişehir’de nasıl başladığı, nasıl bu noktaya geldiği ve nasıl korunması gerektiği üzerine kafa yormamız gerekiyor. Çünkü Eskişehir, bu kent kalkınma modelinde sosyal demokratik yapıya çok uygun bir şehir, kent niteliğinden kent havzası niteliğine geçmeye, yani sadece Eskişehir’in kalkınması değil Eskişehir etrafındaki şehirlerin de, kentlerin de kalkınmasını sağlayabilecek bir şehir. O yüzden Eskişehir’i Anadolu içinde kentin ilerisine giden bir kent havzası, bir demokratik kalkınma modeli olarak görüp bunun üzerinde çalışmamız gerekiyor.
Bunun yanı sıra İzmir de yaşanabilirlik endeksi çok yüksek olan bir kent. İzmir Türkiye’nin esasında tarihsel anlamda dünyaya açılan, moderniteye açılan yeri. İzmir belediye başkanımız burada ama onun affına sığınarak bir ufak yapıcı eleştiri getirmek istiyorum. Benim yapmış olduğum çalışmalarda İzmir bugün hak ettiği bir yerde değil. Bundan 1 ay evvel Le Monde gazetesinde çıkan İzmir’le ilgili bir yazı vardı. Le Monde gazetesindeki yazıya göre İzmir esasında eşzamanlı olarak bir modernite şehri, eşzamanlı olarak bir Akdeniz şehri ve eşzamanlı olarak bir Avrupa şehri. Yani modernliği, Akdenizliliği ve Avrupalılığı eşzamanlı olarak kendi içinde taşıyan bir şehir. Tarihsel anlamda Türikiye’deki 5 üniversitenin varolduğu bir şehir, tarihsel anlamda Türkiye’nin aydınlanmaya açılımında çok önemli roller oynamış bir şehir. O yüzden de İzmir esasında sosyal demokratik toplum olmasının ötesinde Türkiye’de kozmopolit modelliğin, ARGE merkezliğinin, şehir havzalarından çok önemli namzetlerinden bir tanesidir. Fakat bugünkü durumu oraya dönük olarak değil, daha farklı bir konfigürasyon içinde yaşanıyor. Eskişehir’le İzmir arasında bir farka baktığımızda -o anlamda koyuyordum-, şu ortaya çıkıyordu: Niye Eskişehir Anadolu’nun ortasındayken bu başarıyı sağlıyor, niye İzmir çok önemli özelliklere sahip olmasına rağmen yeterince başarı sağlayamıyor, yeterince bir modern şehir, Akdeniz şehri, Avrupa şehri özelliklerini içinde barındırarak Türkiye’nin ARGE merkezi olmuyor yahut da Türkiye’nin kozmopolitlik merkezi olmuyor, Türkiye’nin batısının küreselleşmeye açılan havzası olmuyor? Burada da şu noktanın altını çizerek bitirmek isterim, fark şuradan kaynaklanıyor: Bu yapmış olduğum araştırmada diğer 14 şehirle de ilgili ve burada AKP’nin niye başarılı olduğuyla da ilgili önemli ipuçları sağlıyoruz. Türkiye’de küreselleşme süreci içinde özellikle 1990’lardan bugüne kadar yaşanan kentleşme, bu kentleşme içinde başarılı olan şehirler, kentler biraz evvel söylemiş olduğum teorik çerçeve veya biraz evvel söylemiş olduğum model içinde kendini düşünen kentler, yani farklı aktörler içinde, farklı anlamlar içinde, farklı yaşanabilirlik endeksleri içinde kendini düşünen aktörler. Bu kentlerden başarılı olanlar devletten katkı almaksızın, devletten yardım görmeksizin, devlete, ulusal ölçeğe dayanmaksızın "ben yapabilirim" iradesini gösteren şehirler, küreselleşmeyi kendi şehirlerinde kullanan şehirler, kendi kentleri içinde farklı aktörlerle bağlar kuran kentler, o anlamda irade kullanan ve "ben yapabilirim" diyen kentler başarılı oluyor ve bu başarı içinde bir kent ne kadar küreselleşme, kentleşme için vizyon gösteriyor ise o kadar başarılı oluyor. Bu anlamda Eskişehir hem "ben yapabilirim" demesi bağlamında hem de Anadolu’nun kendi içinde, kendi dışındaki havza olma niteliği içinde kendi yanındaki şehirlere de katkı verme potansiyelini gün geçtikçe artırarak da vizyon içeren bir nitelikte. O yüzden "ben yapabilirim" iradesiyle vizyonu birleştirdiği için Eskişehir çok başarılı bir örnek. İzmir aslında yaşanabilirliği en yüksek dördüncü şehrimiz, Türkiye’nin vergi gelirlerinde çok önemli bir şehir, şehrin yaşanabilirliği çok iyi bir yerde fakat İzmir’de o vizyon yok şu ana kadar. İzmir'de, Le Monde dergisinin önerdiği gibi modernliğin, Akdenizliliğin, Avrupalılığın orta noktasında Türkiye’nin ARGE merkezi olabilir vizyonunu yahut da batı Anadolu’nun temel havzası olabilir vizyonunu kurmak yok. O yüzden de bence bu yerel yönetimlerde, yani 29 Mart’ta İzmir belediyemizin böyle bir iddiada olması gerekiyor daha aktif olarak ve bizim buna doğru çalışmamız gerekiyor. Tabii bunlar çok ufak ölçekler, AKP bütün kentlerimizi almış durumda fakat AKP’nin başarısına da baktığımızda esasında böyle bir modelden giderek başarılı oluyor. Ama AKP ile sosyal demokrasi arasındaki fark şurada yatıyor, bugün İzmir ve Eskişehir 1980’lerden bu yana iktidardan dışında olan yapıları olmakla birlikte en yaşanabilir kentleri yaratmış şehirler. Buna karşın iktidarla ilişkili bir şekilde büyüyen şehirlerimiz -Kayseri’den İstanbul’a kadar- bir anlamda ekonomik dinamizmi çok yüksek şehirler fakat yaşanabilirlikte bu şehirlerimizin gerisinde olan şehirler oluyor. O yüzden de başlama noktamız bu şehirler oluyor ve bu noktadan ileriye doğru gitmemiz gerekir diye düşünüyorum.
Sema Erder:
Daha çok soru alma imkânı sağlayacağı için soru sormak isteyenler yazılı olarak verirlerse çok memnun olurum, konuşmacılarımız da sorulara cevap yazabilir. Burada benim soracağım soru şu: Bizim yaptığımız araştırmada şöyle bir şey çıkmıştı İstanbul’la ilgili -tabii bütün şehirler birbirinden farklı, İstanbul bambaşka bir şehir, onu yönetmek için ayrı bir yönetim birimi açmak gerekir- şöyle bir model var büyük şehir modellik yapısında, güçsüz meclis güçlü başkan modeli. O güçlü başkan modeli de karizmatik başkanlara çok fazla yük yüklüyor; aslında bir anlamda başkan çok karizmatikse çok becerikliyse ya da böyle tanrı vergisi birtakım şeylere sahipse o hangi yaklaşımdaysa o yaklaşıma göre başarılı ya da başarısız oluyor. Şimdi aslında belki bizim düşünmemiz gereken bunun kadar kişilere bırakmak değil, yani kişisel şeyden öte kurumsal değişiklik diye düşünmek gerekmez mi? Tabii ki parti yöneticisi olsan belki başka şey düşünürsün ama bir akademisyen olarak benim ilgimi çeken şey, acaba kurumsal düzenleme karizmatik kişilikten daha önemli değil mi? Tabii karizma da bazen önemlidir ama her zaman da istediğiniz vasıflara sahip bir karizma olmayabilir.
İlhan Tekeli:
Fuat’ın getirdiği bu yaşanabilirlik problemi üstünden de ben düşüncemi geliştirmeye çalışacağım. Aslında Birleşmiş Milletler dökümanlarında daha çok sürdürülebilirlik kavramı ağır basıyordu ve İstanbul Habitat toplantısında yaşanabilirlik kavramını temel kriterlerden biri olarak gündeme sokan Türk grubu oldu. Çünkü sürdürülebilirlik bir kentin tasarlanması ve yönetimi için yeterli ipuçları veremez, yaşanabilirlik gereklidir diye biz Türk grubu olarak bastırdık ve temel kriterlerden biri olarak girdi. Bence de bir yerel yönetim tartışmasının başladığı ve önümüzdeki aylarda yoğunlaşacağı bir dönemde yaşanabilirlik konusunda daha çok düşünmemiz ve onun üstünden kampanyaları yürütmemizde yarar var. Ben çok uzun zamandır belediye seçimleriyle ilgilendiğim için hatırlıyorum, mesela 73 öncesinde belediye seçimlerinde belediye başkanlarının söylediği biraz yol, su getirmek, elektirik bağlamak, çünkü çok hızlı kentleşme olurdu. Çok küçük bir kapital birikimi içinde daha böyle gösterişli kavramların ortaya çıkmasına olanak yoktu. Ama Türkiye’nin bugün geldiği gelişmişlik düzeyinde yaşanabilirlik kalitesi önemli.
Ben temelde şu çizgide bir sunum yapmaya çalışacağım, yaşanabilirlik kalitesi önemli ama yaşanabilirlik kalitesinin en önemli ögesi yönetim kalitesidir. Bunun üstünden sürdürmeye çalışacağım. Çünkü ben bir belediye başkanının bazı hizmetler ürettiği ama o hizmetleri orada yaşayanların başına kakarak, her an "ben bunu yaptım" diye övünerek dolaşan bir belediye başkanının kentinde yaşamak istemiyorum –öyle bir kentte yaşıyorum Ankara’da–. Benim için yönetişim kalitesi bugünkü Türkiye’nin gelişmişlik düzeyinde yaşanabilirlik kalitesinin temel ögesidir. Bazı hizmetlerin yahut daha güzel bir doğal çevrenin yahut bir tarihi çevrenin tüketimi anlamında bir yaşanabilirlikten söz etmeyeceğim. Bu da tabii yaşanabilirliğin bir ölçütüdür, iyi hizmetlerin, birlikte tüketimin, kamu hizmetlerin bulunması... Bunlar kaliteye yardım eder ama bunlar kişiye dıştan verilmiş ve onun tükettiği bir veri setidir.
Acaba bunun ötesine, yani yönetimden yönetişim kavramına geçmeyi zorunlu kılan bir fikri temel oluşturabilir miyiz? Böyle bir soru sorarak bunu deşmeye çalışacağım. Buradaki çıkış noktası şu olabilir: Heidegger’in bir sözü vardır "bir yerde olmak". Yani bu, bir yerelde bulunmayı ve yaşamayı bir varlık sorunu olarak ortaya koyuyor. Sorunu varlık sorunu olarak ortaya koyduğunuz zaman yaşam kalitesi yalnız bir tüketici olarak ele alınamaz, yani tüketim kalitesi olarak ele alınamaz. Bir yerde var olmak ne demektir? Oranın varolan hizmetlerinin tüketicisi olmanın ötesinde bir şeydir; bir yerde varolmakla kastedilen o yerin oluşumuna katkıda bulunmak yahut o yerde o yerle birlikte yaşayarak varolmaktır. Bu birden soruya bakış yönümüzü değiştirir, birden derinlik kazanır. O zaman ne olur? Bize birçok şey verilebilir, talepleri karşılayan bir tüketici mantığıyla yaşam kalitesine yaklaşmak yerine bir o alanın, o yerelliğin oluşumuna katkıda bulunan bir aktör olarak onun içinde yaşamak, yani bir yönetişimin parçası olmak problemi haline gelebilir. O zaman yaşanabilirliğin temel meselesi yönetim kalitesiyle ilgilidir, ondan sonra öteki ölçütler gelir diye böyle bir vurgu yapmak istiyorum. Yaşam kalitesi çalışmalarına baktığımızda genellikle şöyle ele alışlar var: Bir insan merkezli kalite ölçütleri var bir de çevre merkezli, içinde bulunan ortamla ilgili şeyler var. Bunlardan bir tanesi, en yaygın olanı –teorik olacak ama söyleyeyim– Maslow’un gereksinimler kademelenmesi diye bir kavramı var; bu kavrama göre insanların gereksinmeleri hiyerarşik bir yapı oluşturuyor, en altta fizyolojik gereksinmeler bulunuyor, hava, su, gıda, uyumak gibi, ikinci kademede daha bir üst düzeyde güvenlik gereksinmeleri, üçüncü kademede sevgi ve ait olma gereksinmeleri, bunu saygınlık gereksinmesi kademesi izliyor, en üst kademede de kendini gerçekleştirme gereksinmesi. Burada işte bir varlık sorununa tırmanmış oluyor mesele. Bence bu kademelenme bizim yaşam kalitesini ve yönetimin bununla ilişkilerini kavramamıza çok yardımcı olacak bir şey. Eğer bu hiyerarşik düzeyi kabul ediyorsak, bir yönetimin başarısı bu hiyerarşinin alt kademelerindekini gerçekleştirmekle olmaz, en üst kademesini ne kadar gerçekleştiriyorsanız orada başarı elde edersiniz; o da katılımcılığa ve yönetişime örnektir.
Buradan iki noktada daha bu yaşam kalitesi kavramını açmak istiyorum; tüketicilikten uzaklaşabilmek için bunu yapmak istiyorum. Birisi, Amartya Sen diye çok da ünlü bir iktisatçı var, Nobel kazanmış bir iktisatçı. Yaşam kalitesini insan kapasitesine dayanarak tanımlıyor. Sen, insanların iyi olması halini insanların değerli eylemleri gerçekleştirebilme ve değerli bir duruma ulaşma kapasitesine sahip olma biçiminde tanımlıyor. İnsan kapasiteleri insan özgürlüklerinin temeli oluyor. Burada bakın ne söz konusu: İnsanların değerli eylemleri gerçekleştirebilme olanağının açılmış olması. Bakın bu tüketcilik probleminin ötesinde bir şey, üretilen bir hizmeti tüketme meselesinin dışında. Aslında Amatra Sen’in bu tartışmaları, Aristoteles'in geçmişteki yaşam kalitesi kavramının yeniden gözden geçirilmesini sağladı. Aristoteles de -çok detayına girmeyeyim- yaşama değerini yaşam sırasında ulaşılan nesneler üzerinden değil gerçekleştirilebilen bir faaliyet duygusu olarak tanımlıyor. Bakın gerek Amartya Sen’in gerek Aristoteles’in tanımında varolan bir hizmetin tüketilmesi değil, insanın orada yaşarken yaptığı eylemlerin kalitesi ve fırsat meselesi olarak tanıyacak. Bu yerele bakış bakımından müthiş zenginlik getirecek bir sıçrama yapıyor.Tabii bir başka şeye daha girmek istiyorum, yaşam kalitesiyle yönetim arasındaki ilişkileri düşünürken acaba şöyle ucu açık bir ilişki olarak mı düşünüyoruz: Yaşam kalitesi ne kadar artarsa iyidir, arttır artırabildiğin kadar, hele bu yaşam kalitesi bir tüketim kavramlı bir kaliteyse bunun sonu ne olabilir? Bunun sonu bir büyük çevresel katastrof olabilir.
Demek ki burada bizim yaşam kalitesini, yaşam kalitesi kavramını kullanılabilir hale getirmek için bir başka ilişkiyi kurmakta yarar var. Demin tüketici bir yaşam kalitesi kavramından farklı bir yere sıçrayarak yaşam kalitesine bir başka bakış açısı getirdim. Şimdi de yaşam kalitesini insan hakları problematiği ile ilişkilendirmek istiyorum. Bu da yönetim ve insan ilişkisi bakımından ilginç bir açılım sağlayabilecek bir öge. Aslında insan hakları, beyannamesi olan soyut bir şey bir anlamda, ama aslında insan hakları soyut bir şey değil; insan hakları yerellikte gerçekleşebilen bir şey. İnsan hakları eğer o yerellikte gerçekleşmiyorsa insan hakları yoktur. Benim en önemli gördüğüm bakış açısı bu. Bir yerellikte onurlu yaşam hakkının pratiğe geçmesidir insan hakları, ama onurlu yaşam hakkının pratiğe geçmesi ilginç; yönetim ve halk ilişkisine yeni bir bakış açısı getiriyor. İki bakımdan çok önemli yeni bakış açısı: Bir tanesi şu; insan hakları başkasının lütfettiği bir şey değildir, gerçekleştirilmesi gereken bir şeydir. Eğer başkan bir şeyi gerçekleştirmiyorsa bir eksik yapıyor demektir. Burada, talep edilen ucu açık bir yaşam kalitesi talebinden farklı bir ilişki söz konusudur. Yönetimle insan hakları ilişkisi halk tarafından öbür taraftan beklenmesi gereken bir şeydir, o görevin minimumudur. Bu, birdenbire, yöneten ve yönetilen ilişkisini tersine çevirecek bir bakış açısı kazanıyor. Bence şimdi söyleyeceğim daha önemli; insan hakları yöneticiler tarafından gerçekleştirilmez, insan hakları toplumun tümü tarafından gerçekleştirilir. Onun için bu yönetim kalitesi talebi aynı zamanda bir sorumluluk ikrarı olarak görülmelidir, bir sorumluluk problemidir. Buna baktığımız zaman, onurlu yaşam hakkı olarak baktığımızda, tabii yönetimin insan haklarıyla ilişkisi ve yaşam kalitesi bakımından ilginç noktalar elde ediyoruz. Şimdi o zaman yerele girerek yerelin özelliklerinden bunun ilişkisini kurmaya çalışacağım.
Bizim yerelliğimizde, bugün, demokrasi olarak çok önemli bir problem yaşıyoruz; temsili demokrasi kriz içinde, katılımcı demokrasi modelleri var ama uygulamaya geçemiyor ve temsili demokrasiyi de ortadan kaldıramıyor. Çünkü sistemin yeniden üretimini garanti edecek mekanizmalara sahip değil. O zaman şöyle bir soruyla karşı karşıyayız: İki demokrasi türünü bir arada nasıl yaşatacağız? Temsili demokrasiyle katılımcı demokrasinin birlikte varlığı nasıl olacak? Bugün demokrasi kuramının karşılaştığı temel soru budur. Bu sorunu ele almak için en uygun yer yerelliklerdir. Çünkü yerellikler katılımcı pratiklere olanak sağlayan ve demokrasinin kalitesini yükseltmeye olanak veren bir pratik ve yerelliğin içinden bu iki temsili süreçle katılımcı süreçlerin birlikteliğini deneyerek geliştirebileceğimiz laboratuvarlar. Şöyle bir itiraz geleceğini de düşünüyorum; biz çok katılımcılık yaptık, hepsi başarısızlığa uğradı, çoğu başarısızlığa uğradı. Bunu biliyorum, burada iki yanılgı var: Bunlardan biri katılımcılık öyle spontan olarak gerçekleştirilebilen bir şey değildir, özenle planlanması ve gerçekleştirilmesi gerekir, başarıya ancak o zaman ulaşılabilir. İkincisi ise yerel siyasetin sorunlarını kavramadan bu katılımcılığın niye gerçekleşmediğini kavrayamayız.
Bugün Türkiye’nin yerel siyasetinde katılımcılığı başarısızlığa uğratacak nedenler vardır, bunları satırbaşlarıyla sayacağım. Birincisi kayırmacılık, siyasi pratik içindeki kayırmacılık. Yerel yönetimlerde biliyorsunuz Çankaya Belediyesi'nde bu bir feveran şeklinde ortaya çıktı. Aslında yerel yönetimler kayırmacılık bakımından çok önemli potansiyel taşıyor. O nedir? İmar rantlarıdır. Yönetici ne yapabilir? Öncelikle kayırmacılık çok büyük boyutlara ulaşamaz bir bütçeyle sınırlıdır. İkinci olarak, bütçe denetlendiği için kısa sürede yolsuzluk halinde açığa çıkar. Ama imar rantları üzerinden yapılan kayırmacılık dipsiz kuyu gibidir ve bütün siyasi katılımcılık pratiklerinin gelişmesini engelleyen temel mekanizmadır. İkincisi, devletin desantralize edilerek demokrasinin kalitesini artırması için yerel yönetimlerin güçlü olması gerekir. Tabii büyük belediyelerimiz var ama çok sayıda küçük belediyemiz de var. Bu konuda yapılan reform mahkemelerin, yargının ağına takıldı. Bütün Avrupa’da yaşanan bir olay da, siz küçük küçük birimlerle doğru dürüst bir desantralizasyonu gerçekleştiremezsiniz, güçlü belediyeler yaratmanız gerekir. Üçüncüsü ise tabii merkezi yönetimde çok yaygın olan vesayetçi anlayıştır. Biz 1973’ten beri bunun içinde mücadele ediyoruz, bu kolay kolay delinemiyor, hatta son zamanlarda bu TOKİ meselesinde bu tekrar ortaya çıktı, AKP ne yaptı? Yerel yönetimleri desantralize etmek için taslaklar getirdi; yargıdan devletten dirençle karşılaştı, çok azını gerçekleştirebildi ama kendi iktidarı içinde TOKİ gibi bir şey yarattı. Bu şimdiye kadar görülmemiş merkezi yetkilerle donatılmış, her tarafa bulaşabilen bir mekanizma. Demek ki burada bir yönetim zihniyeti problemi var. İki farklı konuya değineceğim. Bunlardan biri şu: Bir yerel demokrasiden söz edebilmek için yerel kamuoyunun olması gerekir; bugün yerel kamu alanı işgal edilmiştir, yerel kamu alanı kalmamıştır. Basın işgal etmektedir, TV işgal etmektedir, ama daha önemlisi partilerin siyasal örgütleri işgal etmektedir; merkezdeki çatışmaları yerellikte üretmektedir ama yerelin konuları yerel siyasetin konusu olarak görülmemektedir. Tabii o zaman katılımcılığın filan gelişmesi için ortam yok. Yerel siyasetin yapısının sağlıksızlığını görmemiz gerekir.
Bir başka şeye daha değinmek istiyorum: Yerelliklerde günümüzde canlandırılmak istenen yeni Osmanlıcılık eğilimleri, buna dayanan bir mahalle nostaljisi ve sonra da çıkan bu mahalle baskısı vs. Aslında bizim şu dakikada yerellikle ilgili, yerel bir yaşamla ilgili sahte olanın dışında bir vizyonumuz yok. Halbuki bizim yerel yaşam için özgürlükçü, insanın onuruna saygı gösteren bir yerel yaşam biçimi için bir vizyona ihtiyacımız var. Bu ne en Osmanlı mahallesinde mümkündür, ne de bugünkü baskıcı mahalle pratiklerinde. Bir yerel yönetim seçimlerine giderken bir yeni yerel yaşantı vizyonu taşıyabilmek ne kadar önemli bir tartışma alanı açabilir günümüzde.
Bunu bağlamak için, "ne yapılabilir" diye sorulursa, birkaç şey söylemek istiyorum: Birincisi siyasetteki bu kayırmacı pratikleri dışlamak için mücadele etmemiz gerekiyor. İşte şeffaflık, hesap verebilirlik ve aktif yurttaşın gelişmesi vs. gibi mekanizmalara ihtiyacımız var. İkincisi ise yaşam kalitesi kavramına hazcı tüketici bir anlayışla yaklaşmayı bırakmak, bir yandan varlık sorunuyla ilişkilendirmek, diğer yandan insan haklarıyla ilişkilendirerek bir yönetim biçimi talebi haline getirmek gerekiyor. Üçüncüsü ise demin azıcık durdum, genişletilmiş yaşam kalitesi anlayışının ortaya çıkardığı yeni bir yerellik vizyonunu ve bununla ilintili bir yeni hemşehrilik ahlakını kurmak gerekiyor. Aslında bu hemşehrilik ahlakı varlık sorunuyla ilişkilendirilmiş bir yaşam kalitesi kavramından doğacaktır. Dördüncüsü de bu yerel kamu alanında yerel siyasete bir alan açmak gerekiyor biraz. Bu alan nasıl açılabilecektir? İşte yukarıda sözünü ettiğim yeni yerellik vizyonu ve yeni hemşehrilik ahlakı bu alanın merkez tarafından belirli kısmını işgal edilemez hale getirecektir. Böyle bir tartışma çerçevesi oluşturmaya çalıştım.
Sema Erder:
Çok teşekkür ederim. Size de bir sorum olacak; sosyal politakaya farklı yaklaşımı beşinci madde olarak ekler misiniz?
İlhan Tekeli:
Olabilir.
Sema Erder:
Sosyal demokratların ilgilenmesi gereken bir alan sosyal politika ve hiç kimse üretmiyor. Sözlü çok kısa sorular varsa alalım, soruları yazılı isteyeceğim. Gelen bir sor şöyle: “Büyükşehirleri belirleyen kanun uygulamasına ait düşünceleriniz nelerdir?”
İlhan Tekeli:
Büyükşehir meselesi tabii önemli bir konu, ihtiyaçtan ortaya çıkıyor, fakat şöyle bir problem var ve o problemi doğru dürüst tam aşamıyoruz kaç yıldır. Bir anakentler var, bir tepedeki büyük belediye var, bir de alttaki... Bu soruyu açıkça ele alıp tartışmıyoruz, yani demokrasi pratiğimizde biliyoruz ki anakentler sürekli olarak yetkilerini artırmak istiyorlar, alttaki belediyelerin de alanları sürekli olarak daralıyor. Bunların arasındaki siyasi çatışma da her an ayyuka çıkıyor. Burada temelde ne sağlanmak isteniyor? Tepede bir koordinasyonun getirdiği avantajlardan yararlanmak, altta da katılımcılığın getirdiği avantajlardan yararlanmak istiyor. Ama siyasi pratik içinde bu iki seçmeyi net olarak ortaya koyacak gelişmeler yapmaktan çok, her an, yani mesela en son çıkan yasada Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın bastırmasıyla birçok hakların merkeze toplandığı filan söyleniyor. Kişisel problem haline ve kişisel güç gösterisi haline geldiği zaman bunlar net olarak çözülemiyor. Ama son yapılan düzenlemede benim hazmedemediğim bir şey var: Pergeli koyup 50 kilometrelik bir daire çizmek. Bu Türkiye’ye hakarettir, Türkiye’de hiç coğrafya bilen yok mu? Türkiye’de hiçbir haritaya bakıp üstünden bir havza çizecek adam yok mu? Bir siyasi metnin böyle hazırlanması yüz karasıdır.
Muhtarlıklarla ilgili bir soru soruluyor: Tabii muhtarlıklar iyice katılımcı birimler ama şimdiki bazı muhtarlıkların büyüklükleri öyle ki, çok büyük ve tarihsel olarak oluşumlarla oluşmuş yerler var ve Türkiye şunu çözmedikçe bu işlere cevap bulamaz: Türkiye’de yerleşme sisteminde birtakım ilişkilerin ortaya çıkardığı bir yapı var, sizin bu yapıyı yönetim birimi olarak örgütlemeniz lazım. Ama siz o yapıyı incelemiyorsanız ve bilmiyorsanız nasıl örgütleyeceksiniz? Bugün mahalle nedir biliyor mu Türkiye? Bu konuda doğru dürüst bir çalışması var mı? Bu çalışmayı yapma, ondan sonra da bunu düzenlemeye kalk. Neyi neye göre düzenleyeceksin? Bence bugün Türkiye’nin temel problemi -bu konularda 70’lerde Yiğit’le benim içinde olduğumuz bir çalışma vardı, 1982’de yayınlandı- yerleşme kademelenmesi çalışması. Türkiye’nin bütün yerleşme sistemini analiz eden, gerçek sosyal ilişkileri ortaya koyan bir ampirik çalışma. Sonra, bugün belediye kavramı tamamen geçmiş bir realitenin kavramıdır. Bir toprak düşünün, bir ülke ve bu ülkenin içinde belirli noktalar var. Kent bir nokta, nokta, nokta, nokta, ondan sonra diğer kısmı bütün kırsal alanın yetkileri de bir başka yerde. Bu rasyonel değil ki. Halbuki bir yerleşme, mesela diyelim ki Türkiye’yi ilçelere ayırın, ilçelerin merkezdeki kentleriyle onun etrafındaki alanlarda tek bir yönetim birimi yapın,1.000 tane, 800 tane belediyeyle yahut yerel yönetimle bu iş bitsin. Rasyonel bu, ama onun için önce yerleşme yapısını incelemeniz lazım. Herkes bilimsellikten laf ediyor ama bilimsel araştırma yapmıyor. Türkiye’nin en temel konusunda yok bilimsel araştırma. Yani bu bilimsel araştırmanın olmamasının, mesela o çalışma 70’lerde yapıldığında görüldü ki ikinci kademe merkezler Türkiye’de yok; ne kalıyor üçüncü kademe ortaya çıkıyor, o da ulaşımla ilgili. Böyle bir şey varsa köy-kent diye bir proje olabilir mi? Olamaz ama bu proje siyasetin temel malzemesi olarak kullanıldı ve başarısız oldu tabii.
Fuat Keyman:
Çok önemli sorular ve uzun tartışma gerektiren sorular var ama vakit darlığı içinde kısaca yanıtlamaya çalışayım. Bunlardan Sema’nın da sorusuna paralel bir de CHP üyesinden gelen bir soru var. CHP’nin yerel yönetim modeli, yani sosyal demokrat partinin yerel yönetim modeli olması gerekir sizin söyledikleriniz için. Tamamıyla bu soruya katılıyorum. CHP’nin sol program değişikliğinde de yerel yönetim modeli yoktur, büyük bir eksikliktir. Zaten küreselleşme, ulus-devlet-kentleşmeyi ters çeviren küreselleşme, kentleşme-ulus-devlet olarak yapan modelde Sema’nın sormuş olduğu kurumsallaşma da buna bağlı. Çünkü kentler ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar vizyonları lokaldir, bu vizyonun lokalliğini sürdürülebilir kılmak için muhakkak kentin politikasıyla ulusal ölçekteki politikanın birbirini beslemesi gerekiyor. Bu besleme içinde olduğu süre içinde tabii ki kurumsallaşma sağlanıyor. O yüzden de sosyal demokrat temelli kentlerin başarılması kentten daha çok ulusal ölçekteki partinin Türkiye’yi yönetimine bağlıdır; onun kurumsallaşmasına. Bu yüzden zaten son dönemlerde de görüyoruz ki sosyal demokratik belediyelerin başarı dinamiği ile ulusal ölçekteki tartışma konusu. Ama nasıl tanımlanacağı, CHP’nin de başarısı veya başarısızlığı arada büyük bir uçurum oluyor.
İkinci soru -burada önemli- İzmir’in geleceğiyle ilgili. İzmir ki AKP yönetiminden, Eskişehir de AKP yönetiminden çekmiştir. İzmir 1980’lerden bugüne kadar yönetimlerin dışında kalmıştır, yani iktidara yakın olmamış bir şehirdir. Burada başkan bize anlatacak. Fakat benim söylediğim şöyle bir şey: İzmir son dönem, 2002-2008 arasındaki tek parti yönetiminden çekmiş bir şehir fakat tüm bunların yanı sıra ben İzmir’i okuduğum zaman -biraz evvel o yüzden Le Monde’daki yazıya referans verdim-, bence İzmir bugünkü yapısını çok daha ilerisinde olabilecek bir şehir. Diğer şehirler için bir sürü mazeret verilebilir, az gelişmiş oluyor, terör sorunu oluyor, kimlik sorunu oluyor vs. ama İzmir’de hakikaten esaslı yapıldığı zaman İzmir Türkiye’nin bana göre bir ARGE merkezi olabilir, bununla ilgili altyapısı vardır. İzmir bugün Türkiye’nin Manisa’yla bağlantılı olarak, havza olarak, Türkiye’nin küreselleşmeye açılan çok önemli bir havzası olabilir. O yüzden de devletE, iktidara uzaklık, AKP yönetiminin engelleri olmakla birlikte iradeli olmak ve vizyonu ileriye doğru götürüp ona doğru çalışmak bence İzmir’i bugünkünden daha ileri noktaya getirecektir. O yüzden de İzmir’den benim böyle bir talebim, böyle bir isteğim, böyle bir yapıcı eleştirim var.
Yaşanabilirlik bağlamında son iki sorunun sorduğu şey, yani yoksulluk ve yaşanabilirlik ilişkisine baktığımız zaman bence İlhan Hoca buna yanıt verdi. Benim söylemiş olduğum şu soruya yanıtta birinci şık yaşanabilirliği, ikincisi şehri yurttaşlar temelinde düşünmeyi benden daha iyi anlattı. Yani bir mekân temelinde, bir yerde olmak temelinde, bir mekânda, bir yerde olmak ve insan hakları temelinde, tabii ki sosyal demokratik bir yaklaşım; yaşanabilirlikle müzakere, yaşanabilirlikle katılım, yaşanabilirlikle sosyal adalet arasındaki bağlantıyı kurmak durumundadır. Bunu kurduğu zaman esasında yoksulluğa karşı da mücadeleye vermiş olacaktır ve bu şehirler çok daha refah seviyesi yüksek, dışlanma, refahın eşitsiz dağılımı ve katılım temelinde çok daha demokratik, çok daha adaletli noktaya geleceklerdir. Zaten Türkiye’de şunu görüyoruz ki küreselleşmenin negatif etkileri, yoksulluk temelinde, dışlanma temelinde, katılım temelinde; ama aynı zamanda böyle Eskişehir’de gördüğümüz ikiz şehirler projeleri ile küreselleşmeyi bir kentin gelişiminde ve yaşanabilirliğinde kullanmak. Bu ikisi eşzamanlı esasında kentte oluyor. Çünkü mekânla sermaye arasındaki diyalektik müzakere ulusal ölçekli değil kentsel ölçekli oluyor, kentler girişimciliklerini yaratıyorlar, kentler başarıyı yaratıyorlar ama aynı zamanda kentler mahalle baskılarını yaratıyorlar. Kentler ekonomik dinamizmi yaratırken aynı zamanda bir muhafazakârlaşma sürecini de derinleştirebiliyorlar. O yüzden farklı kentleri, farklı başarı alanları ve farklı modernizasyon yapıları içinde görebiliyoruz. Kozmopolit modernliğin de olasılığı kentte oluyor, muhafazakâr modernliğin de olasılığı kentte oluyor; her iki kent de ekonomik anlamda gelişirken bu ekonomik gelişme bir yerde birlikte yaşamayı güçlü kılmaya, adaletli olmayı güçlü kılmaya doğru olabilirken, böyle bir olanağı verirken, örneğin Eskişehir, örneğin bir anlamda İzmir, diğer bir kent de ekonomik gelişme birlikte yaşama olanaklarında güçlenmeyi değil zayıflamayı getirebilir, örneğin Kayseri, örneğin Konya’da olduğu gibi. O yüzden de kentte sosyal demokrasi birincil almak durumundadır, hem ülke yönetiminde, hem seçim stratejisinde hem de ülke yönetimindeki güçlüğünü sürdürülebilir kılmakta. Bunun yanı sıra küreselleşme-Türkiye ilişkisini kent ölçeğinde düşünmek fakat bunu sürdürülebilir kılmakta ulusal ölçeği güçlendirmek. O yüzden de merkezi yerel yönetim ilişkisini tersten çevirerek tekrar birleştirmek. Yani merkezi yönetimden yerel yönetime gitmek yerine yerel yönetimi şehir değil kent temelinde yeniden tanımlamak -biraz evvel söylediğim gibi-, bu yeniden tanımlamanın vizyoner sürdürülebilirliğini ulusal ölçekte yapmak. O yüzden de burada yerel yönetim modeli olması durumunda CHP de, DSP de yahut da yeni bir bir sosyal demokratik parti olacaksa o da başarılı olmak durumunda. Ama sosyal demokrasi ve sol eğer kendisini sosyal adalet alanında, birlikte yaşam alanında ve ekonomik kalkınma alanında sağdan ayrıştırmak istiyor ise bunu yaparken inandırıcılığını ve sürdürülebilirliğini muhakkak kentte başlatmak durumundadır. Çünkü hakikaten insan hakları kentte oluşmaktadır, hakikaten gelişme kentte oluşmaktadır, hakikaten girişimcilik kentte oluşmaktadır, hakikaten alternatif moderniteler -muhafazakârlıktan kozmopolitliğe- kentte oluşmaktadır. Küreselleşme bugün Türkiye’de yaşanmaktadır, küreselleşen Türkiye esasında kentler aralarında farklılaşan bir Türkiye’dir. İstanbul, Eskişehir, Kayseri, Diyarbakır... bunların hepsi farklı küreselleşme modellerini, farklı küreselleşme entegrasyonlarını gündeme getirmektedir. O yüzden de demokratik olmak, sosyal demokratik olmak, özgürlükçü sol olmak küreselleşmeyle müzakereyi kentten başlatıp bu müzakerelerin modele dönüşmesinde, vizyona dönüşmesinde ulusal ölçeği birincil kılmaktadır diye düşünüyorum.
II.BÖLÜM
Moderatör: Prof. Dr. Korel Göymen
Konuşmacılar: Aziz Kocaoğlu (İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı), Yılmaz Büyükerşen (Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı)
Mehmet Ural:
Toplantımızın ikinci bölümüne geçmek istiyorum. Konuşmacılarımızı davet etmeden önce bugünkü toplantımıza CHP Ankara Büyükşehir Belediyesi başkan adayı sayın Murat Karayalçın da katılmayı çok arzu etmişti davetimiz üzerine, fakat bugün hem açıkladığı bir program hem başka bir toplantısı nedeniyle katılamadı. Yine de burada aramızda olmak istedi, bize 5 dakikalık bir görüntülü mesaj gönderdi, şimdi toplantıya bu mesajla başlayacağız, daha sonra konuşmacılarımızı sahneye davet edeceğim.
Murat Karayalçın:
Her seçim kuşkusuz çok önemlidir, ama ben 29 Mart 2009 tarihinde yapılacak seçimlerin Türkiye siyasi tarihinin en önemli yerel seçimlerinden birisi olacağına inanıyorum. Hatta onu da aşan bir önem, onu da aşan bir ağırlıkla karşı karşıyayız kanısındayım; belki de Türkiye siyasi tarihinin en önemli seçim sürecindedir Türkiye. Türkiye’nin sosyal demokrat siyasetçileri bu seçim sürecinde kuşkusuz halkımıza çağdaş yaşamı, uygar yaşamı, onurlu bir yaşamı vaat etmek zorundadırlar. Sosyal demokrat siyasetçilerden ricam yalnızca belediyeye odaklanmamaları gerektiği düşüncesindeyim, il özel idareleriyle ilgili önerilerin de, muhtarlıklarla ilgili önerilerin de yine çok büyük bir önemi olduğunu biliyorum, konuya o açıdan yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Sosyal demokrat siyasetçiler bu seçimde, özellikle bu seçim için söylüyorum, geçmiş yıllarda yaşananları dikkate alarak, kentlerde sürdürülen uygulamaları göz önünde tutarak ifade ediyorum, insanlarımıza sosyal devlet anlayışını yerel yönetimlere nasıl taşıyacaklarını çok iyi açıklamalıdırlar. Söylemle sınırlı olmayan bir anlatımla, projelerle, yeni kuracakları kurumlarla sosyal devlet anlayışının özellikle belediyelerde nasıl işleyeceğini, işletileceğini açıklamak zorundadırlar. Bunu önemsiyorum. Hiç kuşkusuz eski seçimlerde de dile getirmiş olduğumuz iki önemli kavram var, bu seçimlerde de bu kavramlar seslendirilmelidir ve bunların işleyeceği ifade edilmelidir, açıklanmalıdır. Bunların başında katılımcılık geliyor. Katılımcılığı yalnızca genel bir söylem olarak kullanmakla yetinemeyiz, katılımcılığın demokratikleşme açısından, kaynak kullanımındaki etkenlik açısından taşıdığı önemi de göz önünde bulundurarak katılımcılık sürecinin nasıl işleyeceği, işletileceği çok iyi bir biçimde anlatılmalıdır. Kentsel yenileme projelerinin bu bağlamda çok büyük bir fırsat olduğunu düşünüyorum; belediye uygulayacağı anlamlı projelerde, özellikle kentsel yenileme projelerinde, konut projelerinde, sanayi yerleşim projelerinde projelerin muhatabı olan hemşehri kitlesiyle adeta tek vücut gibi çalışabilmelidir. Öte yandan özellikle yolsuzlukların kentlerimizin rantiye haline getirilmesinin yaratmış olduğu sıkıntıların göz önünde bulundurulmasıyla belediye yapısı saydamlaştırılmalıdır. Belediye yapısının nasıl saydamlaştıracağı çok açık bir biçimde ortaya konmalıdır. Belediye meclis toplantılarının naklen yayınlanmasından, belediye başkanı ve yöneticilerinin malvarlıklarının açıklanmasına kadar, sokak sokak kentin imar durumunun belediye internet sitesinden gösterilmesine kadar uzanan bir genişlikte çok somut saydamlık örnekleri verilebilir. Bu arada belediye harcamalarının nasıl açılacağı, belediye harcamalarının nasıl yapıldığı belli aralıklarla hemşehrilerin denetimine sunulmalıdır. Denetim açısından belediyelerimizin TÜRMOB’la (Türkiye Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler ve Yeminli Mali Müşavirler Odaları Birliği) bir işbirliği içine girmesi düşüncesindeyim. TÜRMOB’un belirleyeceği firmaların özellikle belediye şirketlerini, belediye iktisadi teşekküllerini çok yakından denetlemesini sağlayacak taahhütler insanlarımıza seslendirilebilmelidir. Saydamlık ve denetimin işletilmesi hesap verilebilirlik açısından çok büyük bir önem taşımaktadır. Bunların ötesinde Türkiye’nin sosyal demokrat siyasetçilerinin Türkiye’nin il özel idarelerinde, muhtarlıklarında ve belediyelerinde planlama açısından muhtarların görev üstlenmelerini sağlayacak birtakım mekanizmaların, birtakım işleyişlerin ortaya konulması açısından da görüşlerini seslendirmelidirler. Ben bütün sosyal demokrat siyasetçilere bu seçimde başarılar diliyorum ve değerli arkadaşımız Yiğit Gülöksüz’ü bu toplantı vesilesiyle en içten duygularımla, saygılarımla, sevgilerimle selamlıyorum.
Mehmet Ural:
Bu kadar heyecanlanmamak mümkün değil doğrusunu isterseniz.
Ben önce kurucu başkanımız Korel Göymen’i toplantıyı yönetmesi için davet ediyorum sahneye, daha sonra Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’i ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’ndan da sahneyi onurlandırmalarını rica ediyorum.
Korel Göymen:
Hepinizi üçümüz de sevgi ve saygıyla selamlıyoruz. Bu oturumda hem kısa bir yorum yapmam hem de kolaylaştırıcı görevini yerine getirmem istendi. Bu benim için çok keyifli bir an, çünkü Türkiye’de herhalde genel anlamda yerel yönetimcilik birikimine ve uygulamasına Yiğit Gülöksüz kadar katkıda bulunmuş bir ikinci, üçüncü, dördüncü kişi bulmak son derece zor. Bir anlamda İlhan’la birlikte Yiğit ikiz kardeşler gibi kuram ve kılgıyı el ele uzun yıllardan beri taşımaktalar. Onun için benim açımdan çok keyifli bir görev bu. Ben Yiğit’in birçok başarısına tanık oldum, yakınında bulunma şansını elde ettim ve şunu gözlemledim; hemen hemen her başarılı insan gibi son derece alçak gönüllü olabiliyor, kendi başarılarını kolaylıkla başkalarıyla paylaşabiliyor; bu da ancak başarılı insanlara özgü bir olay. Çünkü başarılı olamadığınız takdirde başkalarının başarılarını kapma telaşına insan zaman zaman girebilir. Tabii her başarılı insanın yanında bir hayat arkadaşı, bir yol arkadaşı vardır; erkekler açısından yanlarında bir eş genellikle bu görevi yerine getirir. Ben Güven’in de hem profesyonel olarak kendi birikimi açısından, hem ailede taşıdığı sorumluluklar açısından, hem yetiştirdikleri pırıl pırıl evlatlar açısından bu görevi ne kadar başarıyla yerine getirdiğini ve keyifle yerine getirdiğini görmekten de ayrıca mutlu oldum. Her ikisini de içtenlikle kutlamak istiyorum. Daha nice nice yıllara birlikte ve yeni başarılara diyorum.
Tabii Mehmet Ural, TÜSES’in başkanı, bir diğer değerli insan, çünkü onu yakından tanıyanlar bilirler, kendi başarılarının yanı sıra başkalarının kurumsallaşmış ilişkileri içindeki başarılarını ön plana çıkarma konusunda üstün bir gayret içinde yıllardan beri. Mehmet Ural ve yönetim kurulu üyeleri, son dönemlerde görev yapmış olan TÜSES başkanları. Dile kolay, 20 yılı devirmek bir düşünce kuruluşu açısından hele Türkiye’de o zamanlar bir düşünce kuruluşu kavramı bile yokken bu uygulamayı bu kadar süre taşımak büyük bir kolektif başarı. Bunu da çok sayıda insanın -birçoğu da şu anda bu salonda aramızda olan- büyük katkıları var, onu da anmak isterim.
Önümüzde yerel seçimler var, bugün birçok aday adayı ve adaylığı kesinleşmiş sosyal demokrat hem arada hem de toplantı başlamadan önce bana geldiler, kendi görüşlerini kısaca aktardılar, bu toplantıdan da bazı ipuçları edinmek umutlarını belirttiler. Zaten şu ana kadar Türkiye’nin bu konudaki en önde gelen kişileri, uzmanları bu konudaki görüşlerini bizlerle paylaştılar. Onlar da eminim dikkatli bir şekilde notlarını almışlardır. Bunun yanı sıra iki tane değerli başkan, son derece ilginç olacağını bildiğim deneyimlerini birazdan bizimle paylaşacaklar, aday adayları açısından ve adaylar açısından bu da son derece zengin bir birikim sağlayacak.
Bir iki konuda görüşlerimi kısaca belirttikten sonra değerli iki başkana söz vermek istiyorum. Bunlardan bir tanesi yerelin sosyal demokrat kesim tarafından -bazı akademisyenleri dışlarsak, bunları bu genellemenin dışında bırakırsak- son derece ihmal edildiği, yerelin ihmal edildiği, bölgenin ihmal edildiği düşüncesindeyim. Bunun bölge, bölgecilik, Türkiye bölündü, bölünüyor vehminden büyük ölçüde kaynaklandığını düşünüyorum. Bunun sosyal demokrat birikime bakıldığı zaman biraz hayret verici, biraz da açıkçası trajikomik olduğunu düşünüyorum. Çünkü bugün konuşmacıların en sık vurguladıkları kavramlardan bir tanesi yönetişim kavramı ve denebilir ki artık kenti tek başına düşünmek mümkün değil, kenti yalnız bir belediye olarak da algılamak mümkün değil, kenti bütün paydaşlarıyla, kurumlarıyla birlikte düşünmek gerekir. İkinci vurgulanan husus, kentliler her şeyden evvel kendi kentlerinin geleceğini kendileri tayin etme imkânına, katılımcılık fırsatlarına kavuşturulmalıdır. Üçüncüsü kenti yalnız bir merkezi yönetimin yerel uzantısı olarak değil veya bir yönetim kademesi olarak değil kent bazında ele almak daha doğru olur. Doğrudan doğruya ulus-devletle kent arasında ilişki kurmakla bu yetinmenin yanı sıra küreselleşme olgusunu reddetmeden, küreselleşme olgusunun olumsuz yansımalarını hesaba katarak tabii ama burada birtakım fırsatlar olabileceğini de düşünerek ele almak daha doğru olabilir.
Türkiye’de son dönemde bana göre sosyal demokratların ihmal ettikleri, hatta ve hatta AKP’ye bir ölçüde kaptırdıkları en azından 2 tane önemli alan var, konu var. Bunlardan bir tanesi yerel kalkınma. Yerel kalkınmayı birçok uzman şu anda yalnız bir büyüme olgusu olarak tanımlamıyorlar, yerel kalkınmayı biraz evvel değerli konuşmacıların defalarca vurguladıkları gibi bir yaşam tentesi olarak algılıyorlar. Yani büyüme olmadan da kentlerde yaşam kalitesini başka önlemlerle artırmak mümkündür, geliştirmek mümkündür. Yaşam kalitesi ve bir kentin yaşanabilirliği o kentin fiziki anlamda büyümesinden veya kentteki ekonomik faaliyetler sonucunda bir büyüme sağlanmasından çok daha geniş bir olgu. Bunu kapsıyor tabii, ama çok daha geniş bir olgu. Sosyal demokratlar bu alanı terk ettikleri gibi AKP bu fırsattan yararlanarak geçen yerel seçimleri, hatta son genel seçimin temel kavramlarından biri olarak yerel kalkınma olgusunu sürekli olarak vurguladı. İkinci ihmal ettiğimiz alan sosyal belediyecilik. Sosyal belediyeciliği biz tabii ki yalnızca birtakım şeyler dağıtmak olarak algılamıyoruz, öyle anlamıyoruz ama başkaları böyle algılıyor diyerek bu onlara aittir, onların mülkü oldu artık diyerek terk etmenin anlamı nedir? Sosyal demokrat adayların en çok üzerinde durması gereken, en çok kent yoksulluğu, kır yoksulluğu, bunların birlikteliği; yalnız yoksulluk değil aynı zamanda insan haklarından başlayan –yine değerli arkadaşlarımın vurguladığı– yoksulluk kavramıyla birlikte de ele alması gereken kişiler sosyal demokrat adaylar. Bu alanları nasıl terk edebiliriz ki? Onun için önümüzdeki yerel seçimlere bu açıdan bir fırsat olarak bakmak gerekir belki.
Son bir noktayı hatırlatarak sözlerimi bitireceğim, değerli başkanlarıma söz vereceğim. O da yönetişim konusunda sosyal demokratların kompleks sahibi olması için bir neden görmüyorum. Bazen bu kavramları aynı zamanda uluslararası bazı kuruluşlar kullanıyor diye, hatta yeniden gündeme gelmesinde başta Dünya Bankası olmak üzere birtakım kuruluşların önemli bir rol oynadığını hatırlayarak sosyal demokratların yadsıması gereken, inkar etmesi gereken, değer vermemesi gereken bir kavram olduğunu zannetmiyorum. Yine başta İlhan ve Yiğit olmak üzere birçok kişinin katkıda bulunduğu 70’lerdeki sosyal demokrat yerel yönetim ilkelerini hatırlayınız, demokratik yerel yönetim, kaynak yaratıcı yerel yönetim, birlikçi bütünlükçü yerel yönetim diye bunların özelliklerine bakınız. Çok paydaşlılığın ötesinde ve bunu dışlarsak hesap verebilirlik, saygınlık, özgür insan kavramıyla bütünleştirmek, bütün bunlar bugün yönetişim kavramının esas unsurları, ana öğeleri. Bizim böyle bir komplekse sahip olmamız gerekmiyor, bunları sosyal demokratlar 70’li yıllarda yazdılar, çizdiler, başta yazanlar, çizenler aranızda ve de uyguladılar. Onun için kendi ülkemizin koşullarına, kendi kentlerimizin koşullarına göre bunu yeniden sahiplenmek ve daha iyisini yapmak bana göre hedef olmalı. Tabii küreselleşme konusu çok ilginç bir olgu, küreselleşme konusu sanki sosyal demokratların resmi ideologlarını veya sosyal demokratlık sürecinde mutlaka olumsuzluklarla birlikte özdeş olarak anması gereken bir kavram olarak sunuluyor. O da şu, aramızdaki adaylar kendi düşüncelerini açıklarken, seçmene yaklaşırken seçmen en azından şu sınavdan geçirir onları, önerdikleri kavramlar veya olgular ütopik olmayan, yakın gelecekte de olmayacak bir devletin veya toplumun bünyesinde uygulanması önerilen ütopik kavramlar mı, yoksa bugünün koşullarından dünyadaki bugünün gerçeklerinden, Türkiye’deki gerçeklerden esinlenerek yapılması gereken birtakım önermeler mi? Yoksa ütopik modeller üretmek çok kolay, bunları sol adına sunmak da çok kolay ama başarı buradan geçmiyor büyük ölçüde. O nedenle değerli adayların bunları hesaba katacaklarını ümit ediyorum.
Sözü değerli başkanıma bırakıyorum.
Yılmaz Büyükerşen:
Çok teşekkür ediyorum sayın hocam. Sayın Gülöksüz’ü de burada bir kere daha kutluyorum, tebrik ediyorum ve Türk belediyeciliğine yapmış olduğu katkılardan dolayı kendisini, hanımefendi ve arkadaşlarıyla birlikte, sayın Tekeli başta olmak üzere, ayrıca bugün 10. yılını doldurmak üzere olan belediye başkanı olarak onlardan aldığımız feyz ve irfan itibariyle teşekkürlerimi burada sunma fırsatını bulmuş olduğum için de ayrıca çok mutluyum.
Bana TÜSES’in yazısı geldiğinde kültür ve estetik kentler diye bir konu tavsiyede bulunulmuştu yahut da böyle bir istekte bulunulmuştu ama konuşmalar sırasında gördüm ki mesele sadece onunla sınırlı değil ve belki daha geniş bir çizgide sosyal demokrat anlayışın şehircilikte ne şekilde uygulanması lazım geldiğini ve sosyal demokratların bu konuda neler yapması icap ettiğini kapsayan geniş bir çerçeveyi kapsıyor. Ben bana bildirilen konuyu da bunun içinde ele alarak izninizle anlatmaya çalışayım.
Ben branşı iktisat ve maliye olan -iktisat tarafı neyse ama maliye tarafı biraz sevimsiz bir branş- bir akademisyen idim. Ancak mahalli idareler maliyesi benim kürsüme bağlıydı, onunla bir tek yerel yönetimler konusunda irtibatım vardı, daha doğrusu bir bilgi birikimim vardı. Sonra bir özelliğini daha arz etmek isterim: Özellik kişisel bir özellik değil, ben doğma büyüme Eskişehirliyim, yüksek tahsilim de orada oldu, yurtdışında bulunduğum yıllar hariç hemen hemen bütün hayatım -1-1,5 yıl kadar İstanbul’da bir televizyon kuruluşu, bir de Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın kuruluşunda bulunmam dışında- geçti, Eskişehir’de doğdum, büyüdüm. Gençliğimden beri, yurtdışına çıkma imkânlarım olmuştu, o kentleri gördükten sonra "Niye bizim şehirler böyle değil?" der hasetlenir dururdum. Hele ara sıra İstanbul’a geldiğim zaman İstanbul’un güzelliğinden çarpılmış vaziyette Eskişehir’e dönerdim. Ankara çok yakın, Ankara ile İstanbul arasında, Bursa’ya yakın bir bozkır kenti Eskişehir, tozu toprağı ve çamurlu bir çevreden başka fazlaca özelliği olmayan, şehrin merkezinde kalmış fabrikalarıyla her türlü sınai atıkların kokusunu teneffüs ettiğiniz, kirliliğini yaşadığınız bir kentti. Öğrenciliğimiz sırasında büyük eksikliğini gördüğümüz bir kültür boşluğu vardı, kültür ve sanat boşluğu vardı Eskişehir’de. Hep tiyatro seyretmek için Ankara’ya giderdik, sinemadan başka bir şey yoktu. Şehir, insanların evleriyle işleri arasında gidip geldikleri ancak o süreç içinde cadde ve sokaklarda ve alışveriş yapmak istedikleri zaman pazarda gözüktükleri bir büyükçe kasabaydı.
Rektörlüğüm sırasında herkesin tartıştığı çok eleştirdiği YÖK kanununun belki hiç üzerinde durulmayan bir iki maddesi benim çok dikkatimi çekiyordu. Üniversitelerin görevleri sıralanırken bunların arasında "Üniversiteler bulundukları kent ve bölgelerin kültürel, ekonomik yönden kalkınmasına ve gelişmesine katkıda bulunmakla yükümlüdürler" hükmü önem taşıyordu. Onun üzerine eğildik ve bir enstitü kurduk, Çevre Enstitüsü diye. Çevre Enstitüsü 2000’li yıllara doğru –bu söylediğim yıllar 1980’ler ve 1990’ların bir kısmını kapsar– gidiyoruz, bir milenyum olacak, bir değişim olacak. Akademik hayatta da sık sık yurtdışına hemen hemen dünyanın bütün ülkelerini gezip görme fırsatını da bulmuştum, gözlemci taraflarım vardı. Ayrıca bu konularda, şehircilik anlamında yapılan seminerler, konferanslarda da dinleyici olarak zaman zaman bulunduğum için bir kültür donanımı edindiğimi düşünüyorum. O enstitü vasıtasıyla bilim adamları bizim üniversitede de Eskişehirli olup da diğer şehirlerin üniversitelerinde görev almış olanlar, bürokraside görev almış olanlar, Devlet Planlama Teşkilatı’nda görev almış olanları davet ederek, neler yapmalı, 2000’li yılların Eskişehir’i nasıl olmalı diye bir sorunun peşinde koştuk durduk. O süreç içinde paneller, seminerler verdik; biliyorsunuz milletvekillerimiz, bakanlarımız, valimiz gelir, belediye başkanlarımız gelir ve programın açılış kısmında çıkarlar kürsüye "Aman ne kadar güzel, ne faydalı şey" diye üniversiteye teşekkür ederler kahve ve çay arasında hepsi kaçarlar, biz kalırız tebliğlerle ve öğrencilerle beraber. Canım sıkılırdı ve basın mensuplarına derdim ki “Görüyorsunuz bakın bu kadar insan kafa patlattı, emek nuru, göz nuru, düşünce; onlara yarayacak projeleri de, tebliğleri de dinleyemediler.” Onlar yazarlar, yazdıktan sonra onlara giderler tabii gazeteci haber üretecek; “Rektör böyle söylüyor siz ne diyorsunuz?” Onlardan el cevap “Rektör akıl vereceğine bize para versin”. Halbuki gelip otursalar parayı nasıl bulacakları da konuşulacak, onlar da var araştırmalar içerisinde. Kısaca ben bunlara bastırıyorum. Bir ara hiç hesapta olmadığı zamanda kendimi birdenbire bu siyaset havuzunun içinde buldum ve Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı oldum. Olduktan sonra elimizde üniversitenin bütün o seminerlerin, araştırmaların malzemesi vardı; bir belediye başkanı olarak hatta seçim arifesinde de propaganda unsuru olmak üzere onlardan birkaç tanesini sunmuştum, propaganda afişlerinde, bildirilerinde. Fakat seçildikten sonra eksik olmasınlar sayın İlhan Tekeli geldi, sayın Yiğit Gülöksüz geldi ne yapabiliriz, nasıl yardımda bulunabiliriz diye. Onlardan da biraz bilgi aldıktan sonra düşündüm ki bir de arama konferansı yapalım. Bugün özel sektör ve şirketlerle arama konferansları düzenliyorlar, yeni açılımlar, yeni projeler üretebilmek için. Arama konferansı düzenledik, 3,5 ay sürdü; arama konferansına Eskişehir’deki üniversitelerden temsilciler, bilim adamları, dışarıdan bilim adamları, sendikalar, sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları ve bütün kamudaki görevliler katıldılar. 300 kişi civarında katılımın olduğu ve 3,5 ay süren bir arama konferansı. Arama konferansı sonunda Eskişehir için gerekli projeler bir ara baktık ki bizim üniversiteden arkadaşlarımızın hazırladığı düşünce ve projelerle çakışıyor ve uygulamaya koyduk. Artık bana göre katılım sağlanmıştı, katılımcı projelerdi onlar. Yoksa çeşitli dernekleri, çeşitli sivil toplum örgütlerini veya çeşitli çıkar gruplarını veya meslek gruplarını bir araya getirip de fikrini sorduğunuz zaman –böyle süreçlerim, denemelerim de olmuştur– pek sağlıklı projeler üretemiyorsunuz. Çünkü gelen o grupların hepsi size kendi gruplarının belli çıkarına göre projeler teklif ediyorlar, bir bütün oluşturamıyorsunuz. Halbuki bizim arama konferansındaki projeler olumlu projelerdi. Sene 1999. Seçildikten 4 ay sonra deprem oldu, daha tebrikler bitmemişti benim odamda ve büyük depremi geçirdik. Büyük depremi geçirdikten sonra belediyedeki bütün iş makineleri vs. hepsini körfez bölgesine başbakanlığın emriyle gönderdik mühendislerimiz falan. 2000 yılında bir şey yapabilme imkânımız yoktu, oturduk kolları sıvadık, üniversitedeki arkadaşlarımızdan da rica ettik, bir ekip kurduk. Fahri ekiptir bunlar, gönüllü ekiplerdir, bunlarla projeler hazırlamaya başladık. 2001 yılında ben koltuğumun altında projeler uluslararası finans kuruluşlarını dolaşmaya başladım ama hangi uluslararası finans kuruluşuna gittiysem "Kusura bakmayın ülkenin kredibilitesi yok"deniyor. Kriz başlamış, kredibilitesi yok. "Sayın Derviş de biliyorsunuz geçenlerde geldi, şöyle taleplerde bulundu falan, ona da pek olumlu cevap veremedik" gibi söylemleri olan görüşmeler de oldu. Sonunda nezaketen "Bırakın projeleri bir inceleyelim" falan dediler. Döndüm geldim aşağı yukarı bütün projeler bir kasaba görünümünde olan kenti geliştirecek kentsel gelişim projeleri. Bunların her biri belli hedefleri kendisine seçmişti, burada kent içi ulaşımdan tutun çevre korumaya, altyapıların tamamen değişmesine, şehrin kültürel gelişmesine, ekonomik gelişmesine de hedefler tayin edebilecek projelerdi her biri; fizibilitelerini de hazırlamıştık; üniversitede bunları yapabilen arkadaşlar vardı. 6-7 projeden vardı ve “Hiç olmazsa bir tanesine kredi bulabilirsem...” diyordum. Çünkü başbakana gidiyorsun, başbakan diyor ki -rahmetli Ecevit-, “Elimizdeki bütün imkânları deprem sonrasına tahsis ettik, mali yardım yapamam.” “E kadro?” “Kadro bu koalisyonun yumuşak karnıdır, maalesef ayrıcalıklı bir şey yapamam, yaparsak koalisyon ortaklarına örnek olur.” Ben de diyordum ki, “Efendim koalisyon ortakları yapıyorlar, siz yapamıyorsunuz, bu nasıl olacaktır? Sosyal demokratlar yahut demokratik sol nasıl olacak?” dedikçe, “Ben her iktidara geldiğimde bulduklarımla çalışıyorum, çalıştım, siz de öyle yapacaksınız” diyordu. Ben dönüp geliyorum, ümitsizdim. Yani 10 milyon dolarlık projelerden bir tanesini –ki onların içinde 20 milyon, 50 milyon olanlar vardı– bulsam yetecekti. Bir dahaki seçimlere kadar ilk fırsatta bu belediyeciliği bırakayım, nereden girdim diye de söyleniyordum. Fakat aradan 2 ay geçtikten sonra Avrupa Yatırım Bankası, kuzey ülkeleri yatırım bankaları telefon ettiler, dediler ki “Toplantıya gelir misin?”, gittim. Dedim ki bir ümit doğdu, hiç olmazsa bir 10 milyon dolarlık bir yatırım alabilirsem ne âlâ ve oturduk masaya. Dediler ki, “Projelerinize baktık; bir kentin gelişimini sağlayacak projeler ama biz bunları teker teker ele almayacağız, toplu paket olarak, bütün bir paket olarak ele alacağız ve de örnek projeler olmasını istiyoruz.” “Ben 2 ay önce geldiğimde siz Türkiye’nin kredibilitesi yok demiştiniz, kredimiz yükseldi galiba?” falan diye espri yaptım. “Genelde Türkiye’den bize gelen belediyelerin gönderdikleri, teklif edilen projeler ya su, ya kanalizasyon gibi tek projeler oluyordu ve fizibilite raporlarındaki rakamlar içinde yalnız sayfa numaraları doğru oluyordu,” diye esprili cevap verdiler onlar da. “Peki nasıl veriyordunuz bunlara krediyi, nasıl verdiniz?” “Hazineniz kefil olduktan sonra veriyorduk” dediler. Ben korka korka “Kaç yıl?” dedim, “20 yıl vade” dediler. “Kaç yıl ödemesiz?” “5 yıl ödemesiz.” Korka korka, “Peki faiz ne kadar?” dedim. “Libor+0,75” dediler. Bugünkü koşularda fevkalade mükemmel imkânlar, yani utanmasam kalkıp adamın boynuna sarılacaktım. “Toplam ne kadar?” “Toplam 250 milyon dolar.” O kredibiletimizin olmadığı günde verdiler ve şunu da söylediler, “Sizi tanıyoruz, üniversite döneminde de, rektörlük döneminde de havaalanı kurmuşsunuz, uçak filoları almışsınız, tıp fakültesi ve başta üniversitenin kendi imkânından krediler kullanmışsınız, krediyi iyi yönetiyorsunuz.” Biz de teşekkür ettik, geldik ve başladık. Hakikaten çok değişik projeler oldu ama bütün bu projelerin uygulanışı sadece alınan o kredilerle sağlanmış kentsel gelişim projelerinden ibaret değil.
Belediyenin kendi kaynaklarıyla da kültürel gelişmeye çok ağırlık veren projeler hazırlamıştık, onlara başladık. Şehri, insanları –az önce de belirttiğim gibi, Eskişehir'i bir vakitler olduğu gibi– işleriyle evleri arasında gidip gelen, bir de pazara çıkan insanların yaşadığı yer olarak görmedik. İnsanlar hafta tatillerinde, tatil günlerinde ve işlerinden çıktıktan sonra evlerine gidebilecekleri zaman arasında bir dilim varsa, evlerinde yemeklerini yedikten sonra uykuya kadar geçecek vakit varsa bu süreçte şehre onları çıkmaya zorlayacak birtakım etkinlikler ve projeler uygulamak zorunda olduğumuzu düşünüyorduk. Bununla ilgili olarak yaptığımız işleri kısaca anlatmak istiyorum fazla zaman almayayım diye. Hiç tiyatrosu olmayan Eskişehir’de, büyükşehir belediyesi olarak performans yapan, gösteren 4 tane tiyatrosu oldu Eskişehir’in; bir senfoni orkestrası oldu. Bunların hepsi belediyenin kadrolu elemanlarıdır. Zaten daha evvel Anadolu Üniversitesi'nde de işte o seminerleri, konferansları yaparken bir yerde de kurduğumuz bütün fakülte ve yüksek okulları bu şehirden de insanlar gelir burada okur, başka şehirlerden de gelir okurlar ama bu şehrin ihtiyacı olan insan gücü kaynağı olsun diye YÖK Kanunu'nun bahsettiğim maddesi çerçevesinde onları kurmaya özellikle önem vermiştim. Devlet Konservatuarı, Gösteri Sanatları Bölümü, Sahne Sanatları Bölümü, Müzik Sanatları Bölümü, Güzel Sanatlar Fakültesi, İletişim Bilimleri Fakültesi gibi bu şehrin ihtiyacı olan insan gücünü yetiştiren elimizin altında kaynaklar olsun diye bir yönetici politikam özellikle vardı. Tabii bu arada mesela Havacılık Okulu'nu kurduk. Havacılık Okulu'nu kurarken bütün hedefimiz -Türkiye’de bu okulu kurmak bizim ne işimiz- Türkiye’de sivil hava taşımacılığının gelişmesi için pilot dahil gerekli insan gücünü yetiştirmek, onu yetiştirebilmek için de bir havaalanına sahip olabilmek, bu suretle Eskişehir’de sivil uçak taşımacılığı için askeri alandan gayri bir sivil alana kavuşturmak gibi böyle birtakım hedeflerimiz vardı. Bunu çeşitli senaryolar kurarak, oylayarak, Planlama’dan, YÖK’ten falan geçirerek gerçekleştirdik ama amaç hep şehrin gelişmesi, o benim yaşadığım, büyüdüğüm şehirde ihtiyacını duyduğum, ihtiyaçlarını yerine getirmek gibi bilinçaltındaki bir ivme vardı. Bunu akademik imkânlar elime geçtiği zaman da böyle kullandım, belediye başkanı olduktan sonra ilk yaptığım işlerden biri de bunları kurmak oldu. Ayrıca Güzel Sanatlar Fakültesi'ni kurmuştum, yetişen bir sürü ressam, heykeltıraş, sanatçı, grafikçi var. Galerilere ihtiyacı vardı şehrin, şehrin tek bir tane galerisi vardı, o da bizim kulakları çınlasın Yavuz Zeytinoğlu’nun gayretleriyle kurulmuş bir galeriydi ve o galeri yerine belediye 5 tane birden galeri kurdu. Üniversitelerde galeriler kurdurmuştum, sergi galerileridir bunlar, durmadan sergiler vardır buralarda. Belediye başkanı olduktan sonra varoşlara baktık ve gördüm ki o doğup büyüdüğüm şehirde ben akademi başkanı iken, rektörken hep evimle kampusun arasında gidip gelmişim, bu varoşları dolaşmamışım, gezmemişim. Varoşları gezdiğim zaman tablo ortaya çıktı; kırsal kesimden gelmiş, altyapısı olmayan yerlerde yaşayan birtakım insanlar; önde fosseptik kuyusu arkada tulumbanın bahçede devr-i daim yaptığı birtakım evler. Yalnız gecekondu değil de bir şansımız vardı, Eskişehir’deki imarsız teşekkül eden bölgeler iyi kötü tuğla veya daha iyi beton malzemeler kullanılarak yapılmış yerlerdi ama plansızdılar ve büyük sıkıntı içerisindeydiler, ekonomik güçlükler vardı.
Giderek son zamanlarda özellikle şehirdeki işsizliğe yönelik politikaların da, belediyelerin sosyal demokrat politikalarının görevi olması lazım geldiğini fark etmeye başladık arkadaşlarla beraber. Güzel bir sanayi organize bölgesi var, gelişmiş bir organize sanayi bölgesi, fakat yeteri kadar hızlı yatırım yapılmıyor, yeteri kadar adam istihdam edilmiyor. O zaman ne yapmamız lazım o işsizlerle? O çevre nüfusu arttıkça işsizlik artıyor, işsizlik arttıkça şehirde hırsızlık vakaları falan çoğalmaya başladı, daha başka şeyler çoğalmaya başladı. Onun üzerine bunları mutlak surette ekonomik hedefli birtakım politikalara doğru yönlendirmeliyiz dedik. Ne yaptık? Bütün semtlerde, bölgelerde eğitim merkezleri açtık. Nasıl eğitim merkezleri? Genç kızlar, evdeki kadınlar, ev kadınları, genç insanlar... bunlara mesela -Güzel Sanatlar Fakültesi'nden yardım aldık- seramik yapmayı öğrettik, ama nasıl? Biraz da estetik bilgisi vermek suretiyle alıp pişirebilecekleri fırınları da ihdas etmek suretiyle piyasaya çıkarıp yaptıkları ürünleri satacakları mağazalar kurmaya başladık. Sıcak cam işçiliği, yani sıcak şalovaları, cam çubukları eriterek biblolar vs. yapmak gibi bir hizmet. Keza çocukları vardı, küçük çocukları... Dar gelirli aile oldukları için bunların üniversiteye gitmeleri için dershanelere ödeyecekleri paraları yok. Kendimiz belediye olarak özel dershaneler kurarak bunlara ders vermeye başladık. Bilgisayar laboratuvarlarında genç kızlara ticari firmaların yazışmalarını yapabilecekleri muhasebe bilgisi de vererek basit muhasebeler tutabilecekleri programları -hazır programları dahil- vererek öğretmeye başladık. Bir sürü eğitim projeleri başladı sosyal kesim için. Ayrıca bütün yaptıkları, beceri kazandıkları kurslardaki üretimlerini satacakları turistik mağazalar açmaya başladık. Bu arada başka bir fikir daha gelişti sosyal demokrat düşünce çerçeve içinde: Baktık gördük ki sanayi gerektiği hızda gitmiyor, kaldı ki sanayileşme için ancak high-tech, yani yüksek teknolojinin, ileri teknolojinin olduğu yatırımların katma değerini yüksek, geleceğin onda olduğunu görerek devamlı olarak yaptığımız konferanslarda, seminerlerde hep Eskişehir’in ileri teknoloji yatırımlarına ihtiyacı olduğunu, işverenlerin veya sermaye sahiplerinin o tarafa doğru yönelmeleri gerektiğini, uçak sanayi gibi sanayilerin olması gerektiğini ve bunlar için gerekli bütün planlama ve programları yapmaya belediye olarak hazır olduğumuzu ilan etmeye başladık. Fakat bir hizmetler sektörünün gelişmesinin son derece gerekli olduğu orta yere çıktı ve Eskişehir gibi bir kırsal alan kentinde turizmi canlandıracak politikalar uygulamaya başladık.
İşte Frig Vadisi... Üniversiteyle işbirliği yapıldı, arkeolojik değerlerin çok zengin olduğu bir yer olduğu Eskişehirlilere anlatıldı; Eskişehirliler farkında değildi üzerinde oturdukları Midas kentinin, yeraltı zenginliklerinin itibariyle. Tunç çağından kalma ticaret şehirlerinin kazıları başladı, üniversitelerle irtibat kurduk. Eskişehir’de şehir merkezinde 11 tane höyük var, bunlardan Anadolu’nun en büyük höyüğü de yine Eskişehir’de. Höyüklerin altında Hitit, Frig, eski Yunan, Roma ve Bizans. Hepsi bir höyüğün altında piramit olarak sıralanmışlar, onların kazıları başladı; onlara destek vermeye başladık.
Arkasından ne yapalım? Porsuk’u ıslah ettik, Porsuk ıslah oldu ama Porsuk’u ıslah ederken çevre projeleriyle desteklenmeli: 12 kilometredir Porsuk Eskişehir’den girip çıkana kadar, bir ucu şehirler arası otobüs terminali, bir ucu da Osmangazi Üniversitesi'nin olduğu bölgeye doğru, Kütahya bölgesine doğru gider. Onun içinde botlar çalıştıralım, ilk defa Türkiye’de bir akarsudan, düzenlenmiş, etrafı peyzajı yapılmış, ıslah edilmiş bir akarsudan kent içi ulaşımda da yararlanalım dedik ve buna başladık. Arkasından küresel ısınmanın tehlikeleri belliydi, Birleşmiş Milletler raporları yayınlıyordu falan -bu son veya evvelki sene için değil, daha önce-, tedbir almamız gerektiğini düşündük. Çünkü kuraklık olursa Porsuk Çayı da zaafa uğrarsa Eskişehir’in hali kötü; kullanma suyunu oradan alıyor. Bir küçük baraj, yedek rezerv olarak... Baraj hemen şehrin merkezindeki bir vadi içinde oluşturuldu, 2 kilometrelik parkuru olan. Onu yaparken de şunu düşündük, dedik ki biz bunu yapıyoruz ama bunun sosyal yansıması nasıl olacak diğer kesimlere? Baraj duvarının altında bir piknik alanı kurduk ve şehir merkezine yakın olduğu için uzak yerlere arabası olmadığından gidemeyen dar gelirli insanların şehir otobüslerinden yararlanarak gidip gelebilmeleri için oralara servisler koyduk. Ayrıca 2 kilometrelik parkurda acaba Türkiye’nin su sporları merkezi haline getirebilir miyiz diye bir fikir ortaya atıldı. Kano Federasyonu, Optimist Federasyonu geldiler, onlara tahsis ettik orayı. Geçen sene mesela Balkan Kano Yarışmaları Eskişehir’de oldu. Baktık gördük ki bu gelir getirmeye başlıyor. Ayrıca o bölgede tabii baraj suyu büyük bir birikim olunca hemen şehirde mahalle haline getirilen köyün o düzenlemede ekonomik bir değer elde ettiğini gördük. Mahsuller birdenbire fazlalaşmağa başladı, oralardan sulama imkânları kendilerine verdik. Şehrin içinden bir de sulama kanalları geçer ayrıca, bunlar ekonomik ömürlerini tamamlamış, sulamalar tam yapılamıyor; çiftçi ve şehrin kenarındaki tarlalarda ekim yapılan yerlerde tarım politikasında nasıl köylünün perişan hale geldiğini görünce, bütün kilometreler boyunca o kanalları yeni baştan belediye olarak yeniledik. İhtiyacımız yoktu, bize ait değildi, Porsuk da bize ait değildi, kanallar da bize ait değildi; Porsuk suyuylala, barajıyla Devlet Su İşleri’ne aitti, kanallar Sulama Birliği’ne aitti. Ama Sulama Birliği çiftçilerden oluşuyor, dar gelirli insanlar, zaten iyi gelir de elde edemiyorlar hükümet politikaları nedeniyle. Onlara yardımcı olmak üzere onların kanallarını yeni baştan yenilemek gibi hizmetler yapıldı.
Şehirde kent içi ulaşım hava kirliliğine ve trafikte büyük perişanlıklara sebep oluyor. Şehirlerde ana akslara baktığınız zaman otobüs, minibüs, kamyon, kamyonet... ne kadar hangi modelde taşıt varsa hepsi doluydu; bir trotuardan öbür trotuara, karşıdaki mağazaların vitrinine bakmak isteyen bir kadın olsa bakamazdı, aynı gün karşıdan karşıya geçip bir de o sırayı gezebilmesi mümkün değildi. Ben bombaya benzetiyordum, bir tek cadde üstünde oturan ineklerimiz eksik diyordum. Büyük mücadelelerle bunlar bertaraf edildi, hafif raylı sisteme geçtik, hafif raylı sisteme geçmekle belediyede tasarruf oldu, belediye otobüslerinden tasarrufumuz oldu. Türkiye’de olaya bakışımızla ve 600 bin nüfuslu bir şehirde bir lüks gibi görülebilir hafif raylı sistem ama petrolü olmayan bir ülkede petrole dayalı, lastik tekerlekli araçlarla toplu taşımacılık yapmak ve insanlar için olması lazım gelen şehirleri ve caddeleri taşıtlara tahsis etmemiz, onlara açmamız, bat-çıklar vs. -ki allaha şükür bizde yok- yapmadık. Şimdi vadiye bakan çevre yolunda bir tane bat-çık yapıyoruz örnek olsun diye. Bunlardan kaçındık.
Kısaca özetlemem gerekirse hep işin ekonomik boyutunu, şehre yapacağı katkıyı, sosyal kesimlerin bundan ne kadar yararlanacağını hesaplamaya başladık. Örneğin halk ekmeği çıkarıyorsunuz. Çevre mahallelerde raşitizm fazla çocuklarda; yaşlılar, hamileler... oralarda yaptığımız taramaların sonunda sağlık raporları aldık, ekmeğe vitamin katmak gibi bir ayrı politika uyguladık. Diyeceksiniz ki basit bir şey, halk ekmeği üretmek dar gelirliye, günü 5 somun ekmekle geçiren insana ucuz ekmek vermek görevinizdir ama vitamin koymak aklınıza gelmeyebilir. Bu da göze batmayan, pek duyulmayan ama çok önemli projelerden bir tanesi. Aynı şekilde sağlık taramaları yapmaya başladık. Hastane kurduk fakat hastaneye gerekli kadroları bugüne kadar alamadığımız için hastanemiz boş duruyor; kadın sığınma merkezi veyahut da bir yaşam merkezi, emekli öğretmenler ve küçük memurlar için, emekli olduklarında, yaşlılıklarında kalabilecekleri bir mekân olarak kullanmayı düşünüyoruz. Bir şey var, mesela tiyatrolar, genellikle varoş dediğimiz çevrede insanlar, erkekler akşamları kahveye giderler, hafta sonları da maç için stadyuma giderler. Evin bütün kahrını çeken kadınlar evdeki televizyondan başka eğlence aracına sahip değildirler. Tiyatrolarımızın hepsi, bizim kurduğumuz 4 tiyatroda da çocuklar dahil gündüzleri bedavadır onlara ve benim davetlim olarak gelirler. Bütün oyunları seyretmek istiyorlar şimdi, devamlı doludur, akşamları repertuar tiyatrosu olarak çalışan tiyatrolarımızda 1,5 aydan önce bilet bulmanız mümkün değil. Senfoni orkestrası her hafta konser verir, değişik repertuarla konserler verir, yer bulmanız mümkün değildir. Fiyatları kaça derseniz yetişkinler 1 lira, öğrenciler ve çocuklar 50 kuruş. Sübvanse ediyoruz kültürü yaymak için ama o kadar çok faydasını gördük ki bunun. Şimdi bizim mahalleye de ayrı sahne kursan diye talepler geliyor kenar mahallelerden. Ayrıca kentin kültürünü artırabilmek için bunların yanında şehirde yaptığımız her şeyde bir estetik projesini özellikle ana projenin yanına takıyoruz. Yani özel atölyeler kurduk, grafikçiler tuttuk, mimarlar, tasarım elemanları, endüstriyel tasarımcılarla bir araya getirdik. Belediye kendisi üretiyor bunları ve yine pek çok şey, altyapı malzemeleri dahil, trotuar malzemeleri dahil her şey belediyenin kurduğu şirket tarafından üretilmektedir. Örneğin basitleştirmek için söylüyorum, 1 milyar liraya 10 metrelik altyapı malzemesi döşenecekse, ben o 1 milyar lirayla 150 metre yere boru döşeyebiliyorum. Estetik... köprülerin renkleri... Porsuk’ta bütün köprüler deprem tehlikesiyle ve yıkılmakla karşı karşıyaydı onlar düzeldi, renkleri düzeldi, dizaynları düzeldi. Bir heykel atölyesi kurduk, güzel sanatlardan insanlar yetiştiriyoruz, genç öğrencileri aldık, son sınıf öğrencilerini aldık, burslar vermek suretiyle çalıştılar. Bir kısmını kadrolu olarak aldık, şehir baştan aşağı bir heykeller şehri haline gelmeye başladı. Heykellerden de tartışmalar oluyor tabii, efendim modern heykel değil de hep klasik heykel yapıyorum. Üniversitede hocalarla, kendi tayin ettiğim hocalarla oldum olası savaşım vardır, derdim ki, “Evvela insanlara heykeli sevdireceksin, ne olduğunu anlayacak, heykelin güzelliğini anlayacak, daha sonra çağdaş heykelleri yaparsın.” Ben başladım şimdi, yavaş yavaş çağdaş heykeller şehrin muhtelif yerlerinde yer almaya başlıyor. Resim kursları açıldı, inanır mısınız hemen hemen Eskişehir’in her mahallesinde emekli öğretmenler, ev kadınları, erkekler ressam oldular. Bizim galeriler hiç boş durmaz, durmadan grupların resimleri, grupların seramik işleri, bu grupların dizaynları, desenleri sergilenir durur, devamlı bir hareket içerisindeyiz. Ben bunların hepsine yetişebilmenin fukaralığı içerisindeyim, yetişemiyorum. Herkes de beni görmek istiyor. Burada bu kadarla bitireyim, daha sonra devam ederim.
Korel Göymen:
Çok teşekkür ederiz. Ben sayın başkanın başarılarını izlerken endişeye kapıldım, çünkü önümüzdeki dönem için yapacak fazla bir şey kalmamış.
Yılmaz Büyükerşen:
Var, var!
Korel Göymen:
Var mı daha? Rahatladım. Bu arada hatırlatabilir miyim? Her iki sayın başkana da sormak istediğiniz soruları şimdiden yazılı hale dönüştürürseniz bir ikinci tur yapacağız birincisi kadar uzun olmayan. Sayın başkanım, buyursunlar. Yakın zamanda İzmir’deydim ne kadar güzel şeyler yapıldığını bizzat görme imkânını buldum, ayrıntılarını sizden rica edelim.
Aziz Kocaoğlu:
Değerli hocama teşekkür ediyoruz. Hocam, 35 dakikalık konuşmayla 600 bin nüfuslu Eskişehir’i anlattı, ben şimdi 3,5 milyonluk İzmir’den konuşacağım ama hocam kadar uzun konuşmam, yani 6’yla çarpmam. Ben büyükşehir belediye başkanı seçilmedim, belediye başkanı Bornova’da seçildim. Ben 27 yaşıma kadar çiftçilik, sonra devlet memurluğu, sonra özel sektörde yöneticilik, 78’den beri de kendi işimle, ticaret ve sanayiyle uğraştım. Politikaya küçük yaşta ailem politikayla uğraştığı için başladım, amatörce yaptım 2001 yılına kadar, ondan sonra da önce Bornova Belediye Başkanı seçildim. Rahmetli başkanımız Ahmet Priştina’yı burada yad etmek istiyorum, ruhu şad olsun. Onun vefatından sonra İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi bizi ittifakla bu göreve getirdi. 22 Haziran 2004 yılından bu tarafa da İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapıyorum. Hiç hazırlıksız belediye başkanı, ister istemez Bornova’da biz 2 sene arkadaşlarla beraber Bornova’yı yerelde kalkındırmak için –üniversite kentidir Bornova, bir sanayi kentidir aynı zamanda, sanayi sitelerinin çoğu oradadır– ne yapabiliriz diye çalıştık. Bornova’da elimizde bir seçim bildirgemiz vardı. Büyükşehire geldiğimizde ister istemez bir tanıma, değerlendirme, kenti öğrenme, kentliliği tanıma, varlıklarımızı, zenginliklerimizi belirleme çalışmamız oldu. Tüm belediyelerimiz borçludur, tabii bu geçmişteki belediye başkanları niye borç aldı anlamına gelmemektedir, eleştiri anlamında değildir; ama bizim gerçekten öğlene kadar, hatta bazen 2’ye kadar falan müflis esnaf, işadamı gibi önce para konusunu halletmemiz gerekiyordu, ciddi bir borcumuz vardı. Şöyle söyleyeyim, borcumuzun aylık faizi 45 trilyon lira civarındaydı ama bizim aylık gelirimiz 30-35 trilyon lira civarındaydı. Bunu yeniden yapılandırmayla vs. ile aştık. Şu anda borcumuzun bu süreç içinde 1.804 trilyon’dan 454’ü silindi, faizler de silindi, geri kalanı da ödedikten sonra 600 trilyon gibi bir borcumuz kaldı. Ciddi bir borç ödedik.
İzmir’in vizyonu 1998 yılında bir arama konferansında belirlenmiş. Biz de o vizyona bakarak -değiştirmemize ihtiyaç yok- nasıl bir belediye, misyonu nedir ve belediyenin stratejik planı ne olmalıdır, belediye nasıl bir yol haritası çizmelidir ki bu vizyon doğrultusunda kenti kapsasın, hem ekonomik olarak hem sosyal, kültürel olarak, yani yaşam standardını yükseltebilsin... bunun çalışmasını yaptık. Tabii hedef sadece parasal kalkınma olamaz bir kentte, yaşam standardının yükseltilmesidir. Bunun üzerine 2 sene çalışarak bir stratejik plan yaptık, bu stratejik planda 500’e yakın proje var, bunu tüm sivil toplum örgütleriyle, odalarla, meslek odalarıyla, üniversitelerle, kentin tüm dinamikleriyle tartışarak yaptık. Bu startejik planın ne öncelik sıralamasına ne de projelerden herhangi birisinin gereksizliğine yönelik bir itiraz olmadı; "vizyonu yoktur, tutarlılığa sahip değildir" falan gibi sübjektif eleştiriler yerel yönetim başkanına olacaktır ama onların dışında somut eleştiri almadım.
Altyapı problemleri bitmiş 57 belediye bağlı bize toplam, bunun 19 tanesi ilçe, geri kalan 38 tanesi belde. 50 kilometre yarıçapa bakıyoruz ve buraların kanalizasyonu yok, içme suyu yok, dere ıslahları yapılmamış, arınma zaten yok, yok yok, yollar falan. Tabii paniklememek gerekiyor, biz de paniklemedik, kolları sıvadık, yapılabilecek işleri yaparken önemli bir şey yaptık, bu 50 kilometrelik alanın 1/25 bin’lik nazım imar planını yaptık. Çevre Bakanlığının yaptığı 1/100 bin’lik çevre düzeni planından önce yaptık, ciddi bir çalışmayla yaptık. Tabii nazım imar planını yapmak çok güzel bir şey de nazım imar planını –ben mecliste azınlıktayım, hocam kadar azınlıkta değilsem bile azınlıktayım– yapmak demek ilçe ve belediye başkanlarına kısıt getirmek demek. Tabii büyükşehir belediye başkanına daha çok kısıt getirmek demek; ama kentin imar anayasasını belirlemek, masaya koymak demek, kentin geleceğini ipotekten kurtarmak demek. Her belediye başkanı da bir şey istiyor tabii "Şurayı konuta aç, burayı sanayiye aç... Küçük sanayi bloklarım, üniversitem yok..." filan. Üniversiteden öte metropol eğitimidir falan desek de bu iş böyle. Bizim o plana, bir arkadaşımız da eleştirmek anlamında meclis üyelerimize ve belediye başkanlarımıza "Bu nazım plana oy vermeyin" diye eleştirel bir dosya göndermiş. Biz de İstanbul’dan gelen konuklarla yemekteyiz, dosya geldi, gece geç saatlerde okudum. Planı 3'e 4 oyla geçirebileceğimize inanıyorduk; o arkadaşın, tabii bir kişinin seçilmiş başkanlarına ve meclis üyelerine böyle bir yazı yazması onları bizim yanımıza çekti ve biz 2'ye 5 gibi bir oyla nazım imar planını geçirdik. O arkadaşımın eleştirel davranışını pozitife çevirerek o işten de kurtulmuş olduk. Şimdi ulaşım master planımızı bitiriyoruz, metropol kent içi bitti, yeni bağlanan yerler de bitmek üzere ve onu da bir kitap haline getireceğiz. Yol haritamız, stratejik planımız da belli, nazım planımız belli, ulaşım master planımız belli ve planda, programda ne yapacağımızı bilerek, sizi nereye götüreceğini bilerek bir şeye gidiyorsunuz. Ben de hocamın belirttiği gibi iktisatçıyım, işletme master’ım var. Stratejik plan hazırlandıktan, taslağı çıktıktan sonra 3 arkadaş oturduk bunları 2017 yılına kadar belediyenin finansman yapısını da değerlendirerek bir nakit akış tablosu içinde yatırımlarımızı belirledik ve buna göre sunduk. Yani hangi projemizin hangi tarihte başlayıp hangi tarihte biteceğini belirleyerek götürdük, öncelik sıralamasına göre. Tabii bunlar, bir çerçeveye oturtmak için yapılan şeyler.
Kentte en çok konuşulan bizim birinci problemimiz ulaşım, ulaşımda kent içinde yapılanın -adına "dal-çık" mı diyorlar "bat-çık" mı diyorlar, onlara- ben de karşıyım, kenti öldürüyor, çarşıları öldürüyor, yayaların rahatlıkla kentte dolaşmasını öldürüyorlar. Ankara’daki uygulama, eleştirmek için söylemiyorum, o her lambaya alt geçit veya üst geçit yapmak kenti perişan etmekten başka bir işe yaramıyor ve sonunda kentin bütün trafiğini kent merkezine yığıyor, lambalar kalkıyor ama trafik tamamen kilitleniyor. Biz İzmir çevre yolunun dışına, havaalanı istikametine 3 tane yaptık, yine çevre yolunun dışına Aliağa istikametine 4-5 tane planladık, 2 tane büyük ve önemli olanı açtık ve kenti rahatlattık, bir de Ankara asfaltı üzerinde yaptık. Yani kentin içerisine alt-üst geçitleri yapmayı sağlıklı bulmuyoruz. Ben o konuyu çok önemsiyorum kent açısından. Bunun üzerine Aliağa-Menderes projesi diye havaalanından sanayi bölgemiz Aliağa’ya bağlayan bizim 80 kilometrelik bir raylı sistem projemiz var, onu yapıyoruz. Onun müsaadesini sayın başbakan verdi ama bütün yatırımlarını İzmir Büyükşehir Belediyesi bütçesinden, kendi öz kaynaklarımızdan yapıyoruz. Çalışmasını da tabii Devlet Demiryolları’ndan, hatta Fransızların, İngilizlerin 1850’li yıllardan sonra yaptığı hatlar, ortak çalıştıracağız. Kentin ulaşımında, gelişmesinde çok büyük fayda sağlayacak.
Şehir içindeki fabrikaların, sağlıksız yapıların dönüşmesi, dönüşmesi için de kent dışına çıkması gerekiyor. Kent dışında bu alanları, bu mekânları yaratmamız gerekiyor, sanayi alanları, organize sanayi bölgelerini yaratmamız gerekiyor. Bunu yapabilmemiz için de ulaşım, yani belediye otobüsü fiyatına kentin dışına, o sanayicinin fabrikasına ancak onu raylı sistemle götürebilirsiniz, metroyla götürebilirsiniz, bu ulaşımı sağlamanız gerekiyor. Bizim şu anda 3-4 ay içinde devreye girecek –bütün çalışmaları bitti, ufak tefek rötuşları var– 80 kilometrelik raylı sistemimiz, banliyö sistemimiz devreye giriyor. Ayrıca 11,5 kilometrelik metromuz vardı, onu da 20 kilometreye çıkarıyoruz. Orada yüklenicilerden dolayı bazı şanssızlıklarımız oldu, onu da 2009’un sonuna kadar aşacağız. Bunun dışında kamulaştırma yaparak yeni arterler açıyoruz.
İzmir’de 200 bin’i aşkın sağlıksız konut var, bunların yaklaşık 100 bininin dönüştürülmesi gerekmektedir, diğer yaklaşık 100 bininin de rehabilite edilmesi gerekmektedir, yaklaşık olarak söylüyorum. Kent dönüşümünde çalışıyoruz, toplu konut idaresi 3.080 konut yaptı, 380’ini kendine ayırdı. Kadifekale bölgesindeki heyelan riski taşıyor. Heyelan bölgesine değer biçemedikleri için, proje sallanıp yuvarlandığı için biz o konutların bir kısmını 67 trilyon liraya, bir kısmını 74 trilyon liraya olmak üzere hepsini satın aldık, projeyi öyle götürüyoruz. Ayrıca belediyenin olanaklarıyla da belediyenin arsasına 578 konut yaptık. Bunları satmak için vs. için yapmıyoruz: İzmir gecekondu yönünden bütün kentlerimizden daha problemli bir kent. Çünkü bizim gecekondularımız ortalama 3 katlı, 3 aile oturuyor. Bunları dönüştürebilmemiz için, kent dönüşümünün de sosyal boyutunu da halledebilmemiz için mutlaka bir elimizde para kamulaştırmak istiyorsak, bir elimizde de ona sunmak için konut bulundurmak gerekmektedir. Tabii kent dönüşümünden bugün anlaşılan şey, gecekonduyu yıkalım, burası kentin merkezinde, deniz manzarası da var, körfeze bakıyor; buraya, benim şu kadar katım var, şu kadar kat da komşunun var, en az şu kadarı zaten yeşil alan, sosyal konut olarak ayırman lazım, müteahhidin karı da şu kadar, şu kadar da bilmem ne olsa 20 katlı bina yaparak kenti dönüştürmek değil; bu kentte cinayet işlemek anlamına geliyor. Çünkü yatay yerde yaşayan insanları birdenbire 20 katlı yerlere koyamazsınız, asansörünü çalıştıramazsınız vs. birçok problemleri bünyesinde taşır. Kent dönüşümü her kentin kendi özel koşullarına göre planlanmalı, programlanmalı, biz o şekilde çalışıyoruz. Gecekonduyu boyamak, çatı yapmak, sıva yapmak, belki güçlendirmek, bir kısmını da kamulaştırmak, o evleri yıkıp 8-10 katlı, 20 katlı bina yapmaktan çok daha iyidir diye düşünüyoruz. Çünkü Avrupa’da gelişmiş ülkeler bunu uyguladılar, o bir süreçti, onun bir hata olduğunu gördüler, şimdi binaların hepsi yıkılıyor yahut batakhaneler haline geldi. Bizim orada yaşanan yanlışlıkları bir daha yenilemememiz gerekiyor, örnek almamız, ders almamız gerektiğini düşünüyoruz. Tabii sosyal demokrat belediyeler mutlaka insan odaklı çalışmak zorundadır. İnsanın gelişimine, değişimine, çağa uymasına destek olmak zorundadır. Biz farklı projelerle yürüyoruz, bu farklı projelerden mesela bizim hastanemiz var, bir avantajımız var 100 yıllık bir hastanemiz var: Eşrefpaşa Hastanesi. Bu çok şey atıl durumdaydı, hastanemizin kapasitesini çalışmadığı için 100 misli kadar artırdık ve alet edevatların hepsini temin ettik. Şu anda İzmir’de en donanımlı hastanelerden bir tanesi oldu, yeni binalarla da kapasitesini artırdık, o hastane bizim elimiz, ayağımız. Yani sağlık taraması yapıyoruz, sağlık taraması yapıyorsunuz ama bir yerde tedavi etmeniz lazım. Hocam tabii rektör olduğu için üniversite hastanesinde işi hallediyordu, bizim öyle bir şansımız da yok. Bu hastane gerçekten metropol içinde, yoksul kesimde. Gidiyorsunuz hanımlarda, çocuklarda sağlık taraması yapıyorsunuz, 1.000 çocuk tarıyorsunuz içinden 20 tanesinde problem çıkıyor, o 20 tanesini alıp götürüp kendi olanaklarımızla tedavi edip sağlığına kavuşturup göndermeniz lazım. Sen hastasın deyip de çocuğun eline bir rapor vermenin herhangi bir yararı olduğuna inanmıyorum. Biz eğitime çok büyük önem veriyoruz; bütün okulların bahçe düzenlemesi, binaların boyanması, tuvaletlerin yenilenmesi, salonlarının sandalyesi, iç-dış badanaları vs. gibi bu sene 475 okulu onardık. Kültür evleri yapıyoruz, cemevleri yapıyoruz, kentte yaşayan bütün insanların ibadethanelerini; hem kiliseyi onarıyoruz, hem camiyi onarıyoruz, hem de havrayı onarıyoruz, hem cemevi yapıyoruz. Yani kentte yaşayan insanların kendi yaşantılarını, inançlarını, kültürlerini, folklorlarını, yaşam biçimlerini sürdürebilmesi için, o kültürü çocuklarına, geleceklerine, gelecek kuşaklara aktarabilmesi için donatı alanları, altyapılar hazırlıyoruz. Bunu da biz görev olarak görüyoruz.
Bir de bizim 3 tane önemli olduğuna inandığımız projemiz var, bunlardan bir tanesi abla-abi-kardeş projemiz. Biz 30 bin civarında üniversite öğrencisine burs veriyoruz, bu öğrencileri abla, abi yapıyoruz, kente yeni gelmiş yahut eskiden gelmiş ve kentte tutunmaya çalışan ailelerin 6. sınıf, 7. sınıf çocuklarına bunları rehber olarak gönderiyoruz. Bunlar ders çalışıyorlar, beraber oyun oynuyorlar, beraber tiyatroya gidiyorlar, beraber körfezde geziyorlar, müziğe gidiyorlar, yaş günü kutluyorlar vs. Bu projede ailelerden, özellikle kardeşlerin anne ve babalarından çok iyi geriye dönüş alıyoruz. Bir de kardeş ailelerimiz var, kentli olmuş emekli öğretmen, bankacı vs. kente tutunmuş doktor, neyse mesleği kente yeni gelmiş bir hanımefendiyi kardeş alıyoruz, buluşturuyoruz. Bunlardan bir tanesi kentli olan, kente yeni gelmiş yahut kente eski de gelse tutunmaya çalışan hanımı elinden tutup çocuğunu hastaneye götürüyor, tedavi ettiriyor, okuluna gidiyor, öğretmeniyle konuşuyor, alışverişe beraber götürüyor ve öbürü de Anadolu’nun herhangi bir köşesinden gelmiş, kendi bildiği el işi var, kasnak işi var onlarla paylaşıyor, yemekleri paylaşıyorlar vs.; bütün kentte yaşayan insanları birbirine kaynaştırmaya çalışıyor bu projeler. Tabii kenti kalkındırmak, başta da söylediğim gibi birey olmasını sağlamak, kentli olmasını sağlamak. Tabii bir sürü sosyal yardımı abartmadan, reklam yapmadan iaşesinden para yardımına kadar, sağlık yardımına kadar hepsini yapıyoruz ama rastgele insanlara kömür dağıtmıyoruz, erzak dağıtmıyoruz; ihtiyaç sahiplerini tespit ediyoruz, bu ihtiyaç sahiplerine dağıtıyoruz. İzmir’de şu anda ihtiyaç sahibi bizim tespit ettiğimiz aile sayısı 45 bin civarında, bu ailelere dağıtıyoruz.
Türkiye’nin en önemli sorunlarından bir tanesi şu anda işsizlik. Sanayi artık istihdam üretmiyor, sanayi tam tersi makinesini değiştirecek, yeni makine koyacak, daha az işçiyle daha hızlı teknolojiyle çalışan makineler kuracak. Hocamın biraz önce bahsettiği gibi yüksek teknoloji, yazılım vs. gibi şeyler bir katkı sağlayabilir ama İzmir gibi bir kentte esas istihdam yaratacak olan hizmet sektörü ve turizm sektörüdür, turizmin çeşitlendirilmesidir ve 12 aya yayılmasıdır, hedefin bu olması gerekir. Biz sanayinin gelişmesi için de, dökümcüleri bir yere toplayacak, şehrin içinden çıkaacak bir sanayi bölgesi belirledik döküm ihtisas sanayi, özel sanayi, otomotiv yan sanayi vs. Mesela ilk defa biz Kemalpaşa’da çiçekçilik organize bölgesi kurduk, çiçekçileri topluyoruz, 10 Kasım’da da resmi gazetede, tarımda da organize yapılabileceği ve organize teşvikinden yararlanabileceği gibi bir yasa değişikliği oldu. Ayrıca Kemalpaşa bölgesinde de hayvancılık organizenin kurulabilmesi gibi bir planlama yaptık, onların da kurulması ve gelişmesi için öncülük yapacağız. Biz ciddi bir tarım kenti olduk İzmir olarak, organik tarımı teşvik ediyoruz, anlaşmalı üretim yaptırıyoruz, toprak tahlilleri yapıyoruz. Mesela kentin bütün çiçek ihtiyacını Bayındır’daki çiçekçilik kooperatifinden alıyoruz, hem onları teşvik ediyoruz onlar da ne dikeceğini, nasıl dikeceğini biliyor, çeşitlendirmeye gidiyorlar. Ayrıca fidanı yine başka bir yerden alıyoruz. Bir de bizim Jeotermal A.Ş. var Özel İdare’nin. Bir hak doğdu bize, 1 Ocak 2005’te ortak olduk. Burada 3 senede Balçova jeotermalin kapasitesini 2 misline çıkardık. Seferihisar’da da çok ciddi elektrik üretimi de yapılabilecek 150 derece boyutunda termal kaynaklarımız vardı, bunları da harekete geçirdik. Onlar 10 senedir orada atıl duruyorlardı, kapatılmış kuyulardı. Orada şimdi elektrik üretimi, seracılık gibi ve tabii termal turizmi, sağlık turizmi gibi çalışmalarımız var.
Ayrıca tabii kente yatırım gelmesi için yeni alanlar yaratmanız, planlamanız gerekiyor ve oranın durumuna göre, özelliğine göre bizim rahmetli başkan zamanında başlayan 550 hektarlık bir liman arkası ve salhane dediğimiz körfezin en sonunu kuşatan bir bölgemiz var. Orada bir gökdelenler bölgesi belirledik, orada şimdi binalar çıkmaya başladı; kendi fonksiyonuna göre otel yapan var, işletme yapan var, alışveriş merkezi yapan var; kentte istihdam sağlayacak bir hizmet sektörünün gelişmesini sağlayacak.
Ayrıca biz bir Universiade (23. Dünya Üniversitelerarası Spor Oyunları) yaptık 2005’te, çok büyük bir organizasyon, onu başarıyla gerçekleştirdik. Sonra da bir EXPO yolculuğuna çıktık, çoğunuz duymuşsunuzdur. EXPO çalışmalarını yaparken kentin stratejik planını belirledik. İnciraltı bölgemiz var 470 hektar, körfezin kıyısında, yıllardır imar olmamış, her gelen bir imar hatası yapmış, her gelen bir rant peşinde koşmuş ve orası kalmış. Şimdi hedefimiz orayı kentin bütün dinamikleriyle beraber Turizm Bakanlığıyla beraber –orası turizm bölgesi– kentin hepsini şey yapabileceği, yeşili koruyacak bir planla orayı sağlık merkezi, termal otellerin olduğu, hastanelerin olduğu bir sağlık merkezi haline getirmek. EXPO’yu yapma amacımız da zaten orayı bir sağlık merkezi yapmaktı. Bir de biz Türkiye’de ilk defa 171 bin hektar İzmir yarımadasında -ki burada Seferihisar, Güzelbahçe, Urla, Karaburun, Çeşme gibi ilçelerimiz var- bir kalkınma projesine çıktık. Bunu gerçekleştiriyoruz, şimdi kitap halinde yayınlıyoruz. AKP, insanlar evlerinden çıkmazsa, insanlar tiyatroya, konsere vs. gitmezse iktidarını sürdürebilme şansını yakalıyor ve güçleniyor; ama insanlar eğer birey olursa, insanlar yaşamı kentle paylaşırlarsa onların iktidarı sürdürme şansı azalıyor. Biz bir devletiz, sosyal devlet ayağına baktığımız zaman bugün farklı fonlarla vs. harcanan paraları ne kadarsa 500 lira veremiyorsan, 300 lira veremiyorsan 150 liraya bunu T.C. vatandaşı olduğu için, bu ülkede doğup bu ülkede yaşadığı için, işsiz kaldığında buna bir ulufe gibi, bir sadaka gibi vermekten öte ona T.C. vatandaşı olmasının gereği olarak bir işsizlik maaşı veya bir yoksulluk maaşı şeklinde verebilirsiniz ve siyasi malzeme yapmazsınız ve insanın onuruyla oynamazsınız. Krizler yaşanabilir, kentler fakirleşebilir, ülkeler fakirleşebilir ama onların duyguları, düşünceleri varsa, bilinçleri varsa, onurları varsa, ulusal bilinçleri varsa o toplumlar yarın ekonomik olarak da ayağa kalkabilirler, kalkınabilirler ama yoksa, onur yoksa, ulusal bilinç yoksa o zaman nereye gideceğimiz belli olmayan bir yola girmiş oluruz. Bizim sosyal demokrat veya demokratik solun yapması gereken şey mutlaka ve mutlaka bütün bu işlerin, kalkınmanın vs. görevleri yanında insanlarımızın kentlilik bilincini ve birey olmasını ön plana çıkaracak ve gerçekleştirecek projelere çok büyük önem vermemiz gerekmektedir. Biz bu bilinçle çalışıyoruz, 2009 seçimlerinde umuyorum CHP, DSP, sayın hocam başarılı bir sınavdan geçeriz çünkü belediyeleri, yerel yönetimleri almadan, yerel yönetimlerde başarılı olmadan sosyal demokratların iktidara gelmesi mümkün olmayacağına inanıyorum. Yerel yönetimlerde biz ne yaptığımızı, nasıl düşündüğümüzü, kenti kirletmeden, kenti rant aracı yapmadan, doğayı koruyarak, çevreyi koruyarak, insanı koruyarak kentlerin nasıl gelişebileceğini, yaşam standardının nasıl gerçekleşebileceğini örnekleriyle gösterip yapabilirliğimizi –bir hocamız söylemişti sosyal demokratlar iş yapamaz diye– göstermeliyiz. Ben sayın hocamızın bu konuda 10 senedir çok büyük ve önemli bir örnek verdiğine, belki de birincil örneği oluşturduğuna inanıyorum. Ben de 5 yıldır İzmir’de, daha büyük bir metropol kentte bu anlamda örnek olmaya çalışıyorum. Sorularınız olursa yanıtlarım. Söyleyeceğim daha birçok şey var ama bu kadar çerçeveyi çizmek yeterlidir diye düşünüyorum. Hepinize teşekkür ediyorum beni dinlediğiniz için, saygılar sunuyorum.
Korel Göymen:
Değerli başkana da çok çok teşekkür ederiz. Hemen hemen kent yaşamını ilgilendiren bütün boyutlara değindiler fakat benim özellikle dikkatimi çeken 3 boyut vardı: Her iki sayın başkan da insana yatırım yapmanın ne kadar önemli olduğunu çeşitli örneklerle sergilediler. Tabii şunu da hatırlamak lazım, Avrupa’daki yerel yönetimlerde belediyelerin yasal görev alanları çok geniş, sağlık, eğitim, güvenlik gibi, hatta onları kapsıyor. Sayın başkanların verdikleri başarılı örneklerin bir kısmı eğitimden, bir kısmı sağlıktan, yani görevleri olmadığı halde son derece ihtiyaç duyulan bir alanda çok ciddi boşlukları doldurma gayreti içinde olmuşlar ve bunu başarmışlar.
Tabii aramızdaki aday ve aday adayları için üzerinde durulacak bir şeyi sayın başkanlarımız alanı zaten gösterdiler, o da kültür alanı, kentle bütünleşme konusu, kültür yoluyla, kültürel politikalar yoluyla kentle bütünleşme, farklı alt kültürlerin bir arada bulunduğu kentsel mekânlarda ortak mekânlar yaratarak, ortak imkânlar yaratarak bireylerin kendilerini geliştirmelerinin objektif koşullarını hazırlamak, fırsatlarını hazırlamak, aynı zamanda da yeni bir kentli kültür sentezinin oluşmasının fırsatlarını yaratmak. Bunun da güzel örneklerini duyduk, işittik. Tabii diğer bir alan yerel kalkınma ile ilgili, yerel kalkınmada yeni belediye yasasında, büyükşehir belediye yasasında yerel kalkınmaya belediyelerin belirli bir şekilde katkı yapmalarını öngören geniş, ayrıntıları çok da iyi açıklanmamış olan maddeler var. Fakat her iki sayın başkanın da Eskişehir ve İzmir’de bunun ötesine giderek bir yerel büyüme koalisyonunun önderliğini yaptıkları anlaşılıyor. Bundan sonra bu alanı sosyal demokrat, sol belediye başkanları açısından da mutlaka ihmal edilmemesi gereken bir alan olarak nitelendiriyorum. Son olarak tabii sosyal demokrasinin evrensel ilkeleri bize önemli ipuçları veriyor, yani özgürlük, özgür birey, kendini geliştirebilen birey, tebaa niteliği ve özellikleri taşımayan birey, aktif birey, eşitlik, en azından mutlak eşitlik olmasa da fırsat eşitliği, özellikle bu eşit imkâna sahip olmayan kesimleri öncelikli hedef kitleler olarak belirlemek; kadınlar, çocuklar, engelliler... Çok önemli bir görev alanı da burada ortaya çıkıyor fırsat eşitliğinin objektif koşullarını hazırlamak bakımından.
Üçüncü olarak tabii dayanışma, dayanışma ilkesi çerçevesinde bunu yoksulluk ve yoksunluk konularıyla da ilintisini kurarsak son zamanlarda tartışılmaya başlayan, biraz evvel Ayşe Buğra’yı gördüm galiba burada, Çağlar Keyder’le birlikte gayet güzel yurttaşlık hakkı, hemşehrilik hakkı gibi şimdi bazı adayların da dile getirmeye başladıkları, en son sayın başkanın değindiği yurttaş olmaktan, hemşehri olmaktan kaynaklanan birtakım hakların yoksulluk ve yoksunluğu gidermek için sağlanması konusu sosyal demokrat adayların mutlaka üzerinde durmaları gereken diğer bir önemli alan. Barışçılık, üretkenlik... tabii üretkenlik derken burada şimdi yepyeni bir dünya koşulu var, çok paydaşlı bir kentten bahsediyoruz. Sayın başkan bunun güzel örneklerini verdiler. Kentte belediye yalnız değil artık, kamu yalnız değil, eskiden olduğu gibi tek başına iş yapma alışkanlığına sahip bile olsa, eğilimine sahip bile olsa bunun artık objektif koşulları yok, belki sayın başkanın vurguladığı gibi başka paydaşlarla birlikte iş yapmanın güçlükleri vardır, ideolojik farklılıklar vardır, öncelik farklılıkları vardır ama burada da Fuat Keyman’ın biraz evvel değindiği gibi temsili demokrasiden, müzakereci demokrasiye geçmenin de bir fırsatı var aynı zamanda. Yani bir anlamda kentsel alanlar belirli konuların müzakere edildiği, başka kesimlerle paylaşıldığı alanlar. Bundan da yalnız somut sonuçların çıkması değil aynı zamanda yeni bir demokrasi tipinin, yeni bir katılımcılık türünün ortaya çıkmasının da fırsatları olabilir. Son olarak iki sayın başkan planlama olgusuna değindiler; yeni bir planlama anlayışı var, çok paydaşlı bir ortamdayız, İzmir muhtemelen müzakereci demokrasinin yeni örneklerini vermek zorunda çünkü Türkiye’de ilk bölgesel kalkınma ajanslarından biri İzmir’de kuruldu. İzmir’de zaten Ege Vakfı aracılığıyla bir katılımcılık birikimi vardı, fakat şimdi çok paydaşlı bir ortamda, 100 kesimden oluşan, 100 ortaktan, paydaştan oluşan bir kalkınma kurulu içinde çeşitli müzakerelerin, pazarlıkların yapılması söz konusu; yeni bir planlama anlayışı. Sosyal demokratların şu fırsatı olabilir, 50’li 60’lı yıllarda olmayan bir fırsat. 50’li 60’lı yıllarda kaçınılmaz olarak planlama gelişmeleri takip etmek zorunda kaldı, sonradan yetişmeye çalıştı. Acaba bugünün koşullarında planı yaşamın önüne geçirme imkânı, fırsatı var mı? Aynı zamanda katılımcılığın bir aracı olarak da kullanılabilir mi? Çünkü her iki sayın başkanın değindikleri stratejik planlama bildiğiniz gibi nüfusu 50 binin üzerinde olan bütün belediyeler için ve diğer kamu kuruluşları için 2 seneden beri –3. seneye giriyor– zorunlu.
3 sorunun cevabı aranıyor, eğer bunu kentte oturan çeşitli kesimler birlikte otururlar, yeni bir kent eylem planı, yeni bir stratejik planı katılımcı bir anlayış içinde hazırladıkları takdirde acaba yeni fırsatlar doğabilir mi? 3 sorunun cevabı aranıyor, Eskişehir olarak, İzmir olarak şu anda neredeyiz? Çevrede neredeyiz, ulaşımda neredeyiz, diğer konularda neredeyiz, nerede olmak istiyoruz? Geliştirmemiz gereken yeni bir misyonla ve yeni bir vizyonla ortaya çıkmamız gereken alanlar var mı? Bunlar nedir? Üçüncü olarak da oraya nasıl varırız? Bu sorunun cevaplarını bir uzmana havale ederek veya bir üniversiteye havale ederek çözmek var veya bunu bir katılımcılık fırsatı olarak görüp geniş kesimlerin katılmasıyla aynı zamanda da bir müzakereci demokrasinin de örneğini sunarak hazırlama seçeneği var. Sayın başkanlar bize bunları da hatırlattı sunuşlarında. Gelmiş olan galiba şu anda iki tane kâğıt elime tutuşturuldu; bir tanesi sayın Büyükerşen’e buyrun.
Yılmaz Büyükerşen:
Soru şöyle: “İstanbul ve Ankara’yı alalım derken İzmir ve Eskişehir’i kaybetmeyelim, bu konuda herkese sorumluluk ve görev düşmektedir. Bir kez daha anımsatmak istiyorum.” İlhan Bakır diye bir arkadaş yazmış.
Korel Göymen:
Her iki sayın başkana da bir soru ben sorayım mı? Merkezi hükümetin farklı bir partinin elinde olduğu bir dönemde hizmet veriyorsunuz. Bunun acaba ne gibi yansımaları oluyor günlük çalışmalarınızda, bir de bunu rica edebilir miyiz?
Aziz Kocaoğlu:
Tabii. Bir kere Ankara’yı İstanbul’u almak, diğer vilayetleri istemek CHP’nin ve DSP’nin en doğal hakkı ve almak için çalışmak da en doğal hakkı. Siyaset olduğu ya da sayım diye yapılması yahut gerilemeyeyim diye yapılması; siyaset ilerlemek için yapılır, kenti yönetmek için yapılır, ülkeyi yönetmek için yapılır. Eğer genel başkan, başbakan, diğer yöneticiler, bakanlar, belediye yerel yönetim politikacı olmak isteyenler de belediye başkanı olmayacaksa o zaman siyaset yapmanın ne anlamı var? Hedefin bu olması gerekir ve bunun için çalışıp projeler üretmek gerekir, zaten parti programları, vs. zenginleştirmek gerekir. Biz İzmir’de bunu –Eskişehir’de hocamın adına konuşmayayım ama bu bir temenni olarak– seçimi kaybedeceğimize inanmıyoruz, zaten çalışmalar yapıyoruz.
Ben 3 tane projeyi söyleyeceğim: Bir 425 dönüm içinde ve 350 rezerv alan bırakarak bir doğal yaşam parkı yaptık. Ramazan Bayramı'ndan 3 gün önce açtık, Ramazan Bayramı tatili de uzun sürdü, 15 gün içinde 500 bin vatandaş ziyaret etti doğal yaşam parkını; korkunç bir olay, yollar kilitlendi vs. Sonra bizim hemen limanın arkasında kentin en önemli arazilerinden birinde havagazı fabrikamız var, yani değerini bugün ölçemezsiniz. Biz havagazı fabrikamızı aslına uygun olarak restore ettik, oraya bir gençlik merkezi, müzeler, atölyeler, resim atölyeleri vs. yaptık. Bir de troleybüs garajı diye yine Güzelyalı’da 23 dönüm bir alanımız var. Bu alanda da Türkiye’nin en nitelikli salonu Ahmet Adnan Saygun Konser Salonu-Sanat Merkezi’ni yaptık. Bu sanat merkezinin bize şöyle böyle maliyeti 50 trilyon lira. Her bakımdan mükemmel bir salon ve İzmir’in kültür-sanat kenti olma hedefine ulaşması için bunu yaptık. Yine 24 dönümlük –ben çiftçi çocuğu olduğum için hep dönüm olarak kullanıyorum, 1.000’le çarpıp metrekareye çevirmek lazım– alana şu anda bir opera binası planlıyoruz. Bugün AKP iktidarı olan belediyelerde bu 3 tane şey yok, başka bir kentte olsaydı buraya mutlaka bir gökdelen, bir alışveriş merkezi vs. gelecekti, farklılığımız bu diye düşünüyorum. Biz çalışmak zorundayız, üretmek zorundayız, örnek olmak zorundayız, çok az sayıda sosyal demokrat belediye var. Bunu da yapmak için canhıraş çalışıyoruz geceli gündüzlü, hata yapmamaya çalışıyoruz, örnek olmaya çalışıyoruz. Kentin tüm dinamiklerinden, tüm bilim adamlarından yararlanıyoruz.
Korel Göymen:
Sayın başkan, her iki başkana da sorulan bir soru var; siz de hazır mikrofon elinizdeyken: “Toplumsal cinsiyet konusunda ve cinsler arası eşitlik ve fırsat eşitliği konusunda politikalarınız ve yaklaşımlarınız nedir? Özellikle bütçeleme konusunda. Çünkü bu bütçeye temeldir, bütçelemede toplumsal cinsiyete duyarlılık bütçelerinizde var mı?"
Aziz Kocaoğlu:
Efendim bunun olmaması ve belediyenin bu konuya eğilmemesi diye bir şey söz konusu değil; bu konuda son derece duyarlıyız ve eşitlik demeyeyim ben, kadına pozitif ayrımcılık yapmak zorundayız çünkü çok hakkını yedik, yani toplum çok hakkını yedi, pozitif ayrımcılık yapacak boyutta hem bütçede hem yönetimde hem de kadın sorunlarıyla ilgili destek projeleriyle ayrımcılık yapmaya kadar gidip gerçekleştirmemiz gerekeceğine inanıyorum ve bu şekilde çalışıyoruz.
Korel Göymen:
Bir soru daha var her iki başkana: “Kadın ve gençlerin yönetim kademelerinde yer almaları için ne gibi teşvik edici metotlar uyguluyorsunuz?” Gerçi bunu cevaplaması gerekenlerin bir kısmı burada değiller ama en azından sizler kendi uygulamalarınızda ne dereceye kadar kadın ve gençlerin yönetim kademelerinde yer almaları için çaba gösteriyorsunuz?
Aziz Kocaoğlu:
Belediyemizde genel sekreter, genel sekreter yardımcısı, genel müdürler, genel müdür muavinleri ve daire başkanları, bu kadro yaklaşık 100 kişilik üst düzey kadromuzdur ve 500 civarında müdürle çalışıyoruz ama bu kadro içinde hanım sayısı 100’ün üzerinde. Bizim ESHOT kurumumuzun genel müdürü hanım, Periş terminali sorumlusu genel sekreterimiz hanım, mali işlerden sorumlu genel sekreterimiz hanım, sağlık daire başkanımız vs. Mesela İZSU’da en kritik yerlerde, yani şantiye alanlarında yatırım daire başkanından tutun işletme daire başkanına kadar hepsi hanım, etüt proje daire başkanına kadar. Bizim bu konuda şeyimiz yok ama meclisimiz çok zayıf, genç, hanım ve meslek sahibi yönünden meclisimiz çok zayıf. İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin koskoca 3,5 milyonluk kentin meclisi çok zayıf. Biz kesinlikle bu mecliste yetkimiz çerçevesinde, yetkimizi de aşmaya çalışarak hem genç, hem konunun uzmanı, meslek sahibi, birikim sahibi insanları, hem de kadınları özellikle verdireceğiz, hem mücadele edeceğiz bunu yapmak için hem de zaman zaman yetkimizi de aşacağız. Bilmiyorum anlatabildim mi?
Korel Göymen:
Çok teşekürler sayın başkan. Buyursunlar.
Yılmaz Büyükerşen:
Sayın başkan önce bir iki noktayı hatırlatıp ondan sonra sorulara geçeyim. Eskişehir’in bir de operası var, demin söylemedim galiba. Türkiye’de biliyorsunuz Ankara, İstanbul, İzmir, Mersin ve Antalya’da 5 operası var devletin, Kültür Bakanlığının. Bu şehirlerdeki yurttaşlar yalnız kendi operalarını seyredebilme imkânına sahipken bizim belediye olarak yaptığımız opera binası nedeniyle dönüşümlü olarak, devamlı olarak bu operalar Eskişehir’e gelmekte ve Eskişehirliler 5 operayı birden seyredebilmektedir. Ayrıca yine bizim kurduğumuz tiyatroların dışında üniversitelerin ayda bir oyunlar oynayan tiyatrosu ve –belki daha sık oynamaya başladı şimdi– onların da ayrı bir senfoni orkestrası vardır. Yani Eskişehir 2 senfoni orkestrası olan ve 5 tiyatrosu olan bir kent haline gelmiştir 500-600 bin nüfuslu bir şehir olarak. Ayrıca özürlüler için Türkiye Özürlü Dernekleri Federasyonu Eskişehir’i özürlüler için en çok yaşanabilir şehir olarak ilan etmiştir. Bu yüzden de giderek özürlü sayısı, özürlü göçmen Eskişehir’e çok fazla miktarda geliyor. Şehirde bütün yollar ve trotuarlar onlar düşünülerek, görmeyenler için, işitmeyenler, ortopedik özürlülere göre yapılmıştır. Belediyenin ayrı bir servisi vardır, ayakları ile yürüme imkânına sahip olmayan engellilere mutlaka akülü, motorlu tekerlekli sandalyeler vermektedir. Ayrıca bunlara lokaller açmaktadır. Normal insanlarla bir araya gelmelerini sağlamakta, bunlara destek olmaktadır. İmar yönetmeliğinde yaptığımız değişiklikle yeni yapılacak bütün binalardan topluma yönelik olan, kamuya açık olan, sinema, lokanta, aklınıza ne gelirse, hatta okullar mutlak surette engelliler düşünülerek projelendirilmektedir, projelendirilmeyenlere ruhsat verilmemektedir, ruhsat verilenlerde de gereken yapılmıyorsa, nedir gereken, mutlaka özürlülere ilişkin tuvalet, okulsa mutlaka özürlülerin su içebileceği alçak lavabolar, yine aynı şekilde asansörler, eski binalardan topluma yönelik üst katlarda faaliyet gösterecek birtakım işletmeler ruhsat alacaksa en azından müsaitse merdiven korkuluğunda yürüyen sandalyeler otomatik veya bir asansör, sakat asansörü yapmak mecburiyetindedir. Bunu yapmayanlara ruhsat verilemez, iskân ruhsatı verilemez bir de, eğer yoksa kontrolde kullanım belgesi verilemez. Başlangıçta ilk 5 sene bunu gayet güzel uyguladık fakat 2004’ten sonra 1 sene daha uygulandı, sonra ruhsat veren ve ruhsatlardan sorumlu olan belediyeler hatır-gönül işleriyle ruhsat verme alışkanlıkları oldukları için bunu uygulamamaya başladılar. Allah kısmet eder eğer mecliste bu 29 Mart seçimlerinde çoğunluğu elde edersek onları da tekrar eski haline getireceğiz diye söylüyorum. Ayrıca müzelerden bahsetmek istiyorum, Eskişehir’de müzeciliği şehircilik açısından son derece önemli görüyoruz. Çağdaş Sanatlar Müzesi Türkiye’de tektir, Eskişehir’dedir. Kent tarihi müzeleri hazırlanmak üzere, arkeoloji müzesini bir sermaye sahibine, Eti bisküvilerine aktarttık, binası yapılamıyordu, yepyeni bir bina yapıyor arkeolojik eserlerin sergilenmesi için. Çok zengin arkeolojik kazılar var ve arkeolojik buluntular çok fazla. Kadınlar konusunda da, mesela bütçede kadın eşitliği veya kadın cinselliği ile erkek cinselliği konusunda münhasıran, bariz şekilde bütçede bir madde olmaz, yani bu tarif edilmez, ancak hizmet alımları vardır, ücretler vardır, transferler vardır, cari harcamalar vardır. Biz avukatlar tuttuk, bir de kadın sorunları merkezi açtık, evde kocasından veya aile fertlerinden şiddet gören hanımlar, terk edilip giden hanımlar, çeşitli sorunları olan hanımlar bu büroya müracaat ediyorlar, bunların davalarını yine bayan olan avukatlar takip ediyorlar. Ayrıca bayanların özellikle kırsal kesimden gelen ve varoşlardaki kadınların çeşitli nisai sorunları oluyor, bunlar muhafazakâr aileler oldukları için gidip de bir erkek nisaiyeciye muayene ettirmek gibi eşlerinin şeyleri yok, yani bunu başka türlü yorumluyorlar, başka şekilde. Onlara doğrudan doğruya hitap eden bayan nisaiyecilerle onların muayeneleri yapılıyor, mamografileri çekiliyor, göğüs taramaları yapılıyor. Bunlar ücretsiz olarak özellikle varoşlarda belediyemizin uyguladığı politikalardandır. Dolayısıyla bunlar için yaptığımız harcamalar cari harcamalar içinde, aslında bütçesel olarak o konuya ayrılan fonlar olarak anlaşılmak lazım gelir. Onun dışında, Eskişehir’in iki tane festivali var, bir tanesi Uluslararası Eskişehir Festivali’dir, bu sene 15.sini idrak edeceğiz. Vaktiyle Zeytinoğlu Eğitim Kültür Bilim Vakfı tarafından yürütülüyordu ama o vakıf eliyle yürütme imkânı kalmayınca vakıf destek oluyor, tescili ona aittir, büyükşehir belediyesi olarak 10 seneden beridir biz üstlenmiş vaziyetteyiz, Kentsel Gelişim Vakfı diye bir vakıf kurarak devam ettiriyoruz. İstanbul Kültür ve Sanat Festivali’nden sonra –program kalitesi itibariyle– gelen bir festivaldir. Her sene muntazaman yapılır ve İstanbul dahil pek çok şehirden de festivali izlemeye gelenler olur. İkincisi de Uluslararası Çocuk Tiyatroları Festivali’dir. Bu tiyatrolar hem sahnede, salonlarda hem de sokaklarda icra edilir. Bahar aylarında çok hareketlilik getirir Eskişehir’e; civar vilayetlerden, komşu vilayetlerden onu izlemeye okullar da geliyorlar, öğretmenleri getiriyor. Bu sene ilk defa kışın yapacağız, bakalım nasıl olacak? Bu kış Fransa katılıyor, her sene bir ülke Uluslararası Kültür Festivalimize konuktur, çocuk festivali ise çeşitli ülkelerden gelen çocuklardan kurulu tiyatro topluluklarının oyunlarıdır. Bunlar da yine bizim kültürel faaliyetler içinde olanlardır. En önemlisi, ben sayın Kocaoğlu İzmir Büyükşehir Belediyesi bütçesi katrilyon mu dedin ben anlamadım?
Aziz Kocaoğlu:
Evet, 3,5 katrilyon.
Yılmaz Büyükerşen:
Yanlış mı duydum acaba dedim, neden? Tabii 4 milyonluk bir kent İzmir Büyükşehir Belediyesi ama bizimki de 600 bin nüfuslu bir şehir.
Aziz Kocaoğlu:
Hazine’den gelen pay değil.
Yılmaz Büyükerşen:
Hayır, hazineden gelen pay değil, bir de o geliyor. Belediye bütçesi gelirleri olarak.
Aziz Kocaoğlu:
Gelirleri, giderleri hepsi toplam ciro diyelim 3,5 trilyon.
Yılmaz Büyükerşen:
Benim belediye bütçem de, eski lira ile söylüyorum 200 trilyon, benim kurduğum Eskişehir’deki Anadolu Üniversitesi ve Osmangazi üniversitelerinin bütçeleri benim bütçemden büyük. Buradan nereye gelmek istiyorum?
Aziz Kocaoğlu:
Hazineden gelen parayı söylüyorsanız, bana da hazineden gelen para da 800 trilyon.
Yılmaz Büyükerşen:
Hayır bu bütçemin tamamı, yani şu bütçemiz var ya, geliri, gideri diye söylenen son rakamlar, tamam benimki bu kadar. Sizin ki de katrilyon olarak, doğaldır.
Aziz Kocaoğlu:
Hazine’den gelen pay, yani bana Ankara’dan gelen para 800 trilyon.
Yılmaz Büyükerşen:
Ankara’dan gelenle benim öz kaynaklarla bütçem bu. Bu yaptığınız işler nasıl oluyor derseniz, bu yaptığımız işler, ben soranlara diyorum ki “Eskişehir, kendin pişir kendin yedir”. İstihdama yardımcı olmak üzere benim her konuda, belediyenin ihtiyacı olan her konuda fabrikam var, fabrikalarım var, KOBİ’lerim var, yani 0 sermayesi belediyeye ait olan, bunun da altını çizerek özellikle belirteyim. Sermayeleri de çok küçüktür, kuruluş sermayeleri de çok küçüktür ama üniversitedeki arkadaşlarımdan aldığım destekle de bunu çok güzel çevirebilmekteyim. Çok büyük kâr etmemektedirler, kâr aslında ucuza hizmetler mal etmek suretiyle bana sağladıkları bir kârdır. Yani bir bakıma fiktif kâr olarak da bakmak lazım buna, nesnel kârlardır. Dahası var, tersanemiz bile var; Porsuk’ta gezen Amsterdam tipi botlar Eskişehir’de yapılmakta, belediye atölyelerinde, tersanesinde yapılmaktadır, Venedik tipi gondollar yapılmaktadır. Şimdi de Hollanda’ya ve nehri olan aynı tipte botları kullanan şehirlere ihracat ilişkileri içinde yazışmalar yapmaktadır arkadaşlarımız, oradan belki de ayrı bir gelir elde edeceğiz. Kentsel mobilyaların tamamını belediye kendisi üretmektedir, o çok güzel dizaynlı kentsel mobilyalar da belediyenindir ancak kişiler gibi şehirlerin de kendi kimliğinin olması gerektiğine inandığım için, bunları yapıp dışarıya satmamaktadır talep olduğu halde. Tescil ettirmektedir, patentini almaktadır başkalarının yapmasına da engel olabilmek için. Yani bazı kentsel mobilyaları gördüğünüz zaman "Aaa! bu Eskişehir mobilyaları," diyebilmelisiniz, resimlerden tanıyabilmelisiniz diye düşünüyorum. Şehirlerin kendi kimliğini koruması fevkalade önemli çünkü şehirlerin de insanlar gibi başkalarından farklı olmak, beğenilmek ihtiyacı içinde olduğuna inananlardan biriyim. Yaptığımız işler biraz da bu espri içinde yapılmaya çalışılıyor.
Sosyal adaleti nasıl sağlıyoruz? Mesela bir araştırma yaptık, gördük ki varoşlardaki çocukların, ilkokul ve ortaokul çocuklarının çok önemli bir bölümü denizi ya televizyonda görmüşler ya gazetelerde veya sinemalarda görmüşler. Denizi gidip de o iyot kokusunu almamışlar, ayaklarını sokmamışlar, elleriyle dokunmamışlar ve yüzmek denilen son derece yaşamsal bir beceriden de mahrumlar ve hayat boyu da mahrum olacaklar. Onların içinde belki sahil şeritlerinde akrabaları olup da yaz tatillerinde oraya gidenler varsa, çocuklarını götürürlerse görenler ancak onlar, onlar da yüzme bilmiyor. Düşündük, taşındık ne yapılabilir? Belki biraz fantezi gibi gelecek ama ben hiç fantezi gözüyle bakmadım ve geçen dönem karar vermiştik ancak bu sene uygulayabildik; 350 metrelik plaj yaptık. Çok büyük parklar yapıyoruz, 350-400 dönüm büyüklüğünde parklar. Geçenlerde gördüm İstanbul belediyesinde TOKİ-Disneyland kurmak için trilyonlar yahut da milyar Euro'lardan, dolarlardan bahsediyor. Biz başladık, gelirseniz Eskişehir’de göreceksiniz, faaliyete geçmek üzere. Eksikleri var, tamamlanıyor ve her yıl sürekli olarak yeni temalar ona ilave edilecek. Onun yanında bir bilim deney parkı meydana getiriyoruz; küre şeklinde bir yapısı var, dikdörtgen şeklinde yapıları var, yanına bir tabiat tarihi müzesi, bir akvaryum, onun yanına bir hayvanat bahçesi projelendirildi. Bu bilim deney parkı binası çıktı, bitmek üzere, eğer Maliye Bakanımız hazineden gelecek olan, merkezi hükümetten gelecek ödeneklerimizi seçim arifesi diye kesmeseydi bitirmiş olacaktık. Biz bunu 5 sene önce planlamıştık, yeni uygulamaya başladık, kamulaştırma işleri falan ancak bitti, çok büyük bir park orası da. Fakat o sırada gördük ki Mayıs ayında TÜBİTAK bilim parkları, bilim merkezleri yapmak üzere müsabaka açtı, bütün belediyeleri, valileri çağırdı, belki beraberdik. Şartlar hazırlamış, tespit etmiş: "Şu kadar dönümden aşağı olmayacak bir arazi, bunun finansmanına nasıl katılacaklar, sanayi odaları, ticaret odaları katılımcı olacaklar mı, sürdürülebilirleri var mı, hangi deney setlerini sergilerini yapmak istiyorlar" gibi bir sürü sorular. Bütün şehirler atladı üstüne, kala kala 3 şehir kaldı; Kayseri, Konya, Eskişehir. Biz hazırdık, öylesine sevindik ki 13 milyon Euro bu sene de onun donanımı için verecek, projemizi vs. hepsini gönderdik. Kayseri çekildi Konya’nın lehine, Konya’nın bir ilçesine arazisi yok, projesi yok 13 milyon Euro oraya verildi, hiçbir şey yok daha ortada, en azından 3 seneden önce gerçekleştiremezler. TÜBİTAK’tan sorumlu sayın devlet bakanımıza –ilahiyatçıdır, çok da severim, bilgisine, dini bilgilerine de son derece güvendiğim hocalarımızdan biridir– mektup yazdım. “Sayın Hocam, binası bitmek üzere olan, tesisleri bitmek üzere olan, şehir merkezinde sizin istediğiniz ölçülerden çok daha büyük arazi üzerinde, genişlemeye müsait bir proje dururken kalkıp da projesi olmayan, arazisi olmayan –alelacele organize sanayi bölgesine vermişler, halbuki organize sanayi bölgesinde değil şehir merkezinde olması idi şartlardan birisi– eğer böyle oraya verilmesini ‘vicdanen’ ve ‘dinen’ adil olarak görüyorsanız teselli bulacağız,” dedim.
Korel Göymen:
Cevap geldi mi?
Yılmaz Büyükerşen:
Sonradan cevap gönderdi, cevap uzunca bir süre gazeteye falan intikal ettikten sonra da “bir dahakine size olur, biraz daha çalışın” falan filan diye bir şeyler. Sebep, gerekçe de şu: TÜBİTAK’a da sorduk -TÜBİTAK’ın başkanı hanımefendi de aslında Eskişehirlidir, o da bizim ayıbımız tabii-, bu sürdürülebilirliği sağlamak için bilim müzesinde çalışacak personelin maaşlarını ticaret ve sanayi odaları tarafından taahhüt edilmesi lazımmış. Yahu ben onlara bırakmıyorum ki, ben kendim belediye olarak taahhüt ediyorum, kadrolarını filan ben üstleneceğim, hangisi daha sürdürülebilir? Yarın öbür gün ‘bütçemde yok’ ya da ‘yeteri kadar gelirim yok’ derse ticaret odası, sanayi odası vazgeçerse ne olacak? Bunun soruları boşta. Şimdi buradan nereye geçiyorum, buradan mevcut hükümetin sosyal demokrat belediye başkanlarının olduğu belediyelere karşı olan tutumuna. Ben 1999’da seçildiğimde belediye meclis üyelerini rahmetli Ecevit bana bırakmıştı, ben de inanmamıştım. “Sen yap gönder, Yüksek Seçim Kurulu’na vereceğim” demişti. Ben de oturdum, inanmaya inanmaya, hatta şöyle oldu, bana büyükşehir belediye başkanlığını teklif ettiği zaman ben kendisine “efendim şimdi öyle particileri koyarsınız ki aday olarak meclislere, ben bir de bu yaştan sonra onlarla boğuşamam. Ben öğretim üyeliğinde çarpan katsayısı daha yüksek bir katsayıyla çalışıyorum, çok adam yetiştiriyoruz, daha faydalıyım. Mecliste bir el kaldırarak ne olacak, belediye başkanlığında da bunun için uğraşmam” dedim. “Öyleyse sen hazırla, hem ilçe belediyelerini, hem il genel meclisini, hem büyükşehir belediye meclisini,” dedi. Ben “Efendim uğraşamam,” derken tabir-i amiyanesiyle beni bağışlayın, kayış atmak, tekrar vazgeçmek yapmasın, üzerime gelmesin diye söylemiştim ama yaptı “sen hazırla” deyince de bağlandık kaldık ve bu havuzun içerisine atladık böylece. 1999-2004 hem il genel meclisi, hem ilçe belediyeleri, hem büyükşehir belediyesinin tamamı demokratik sol partili üyelerdendi ve yarıya yakını bayandı, üyelerin büyük bir bölümü de benim öğrencilerimdi. Bütün Eskişehir’de uyguladığım ve halen uygulamakta olduğum kentsel gelişim projeleri o meclislerden geçen projelerdir. Peki 2004’te ne oldu? Eskişehir 2 büyük ilçeden oluşur, onları kaybettik, dolayısıyla büyükşehir belediyesine ve onların meclislerine seçilenlerden en çok oy alanlar çıktılar geldiler ve ben azınlıkta bir belediye başkanı olarak 5 senedir uğraşmaktayım. Meclisteki görüntü şu, ben tek başıma iktidarım sanki, iktidar onlarda, meclis çoğunlukları onlarda, onlar kendilerini muhalefet gibi hissediyorlar; ne gelirse "Hayır", ne gelirse "İstemezük" ve 5 senede Eskişehir için düşündüğüm daha 3-4 tane -6 tanedir aslında- çok büyük proje vardı ki geçiremedim bu meclislerden. Peki neyle vakit geçirdin derseniz, 5 senedir o meclisin aldığı kararların büyük çoğunluğunu mahkemeye vermekle geçiriyorum, idare mahkemesine götürüyorum. İade ediyorum meclise, ısrar ediyorlar, onun üzerine benim için bir açık kapı kalıyor, idare mahkemesine gitmek. Yalnız kanunda öyle bir boşluk var ki sevgili meslektaşım Aziz Bey de bilir; belediye meclisinde diyorum ki aldıkları karar, çünkü imar komisyonları da onların elinde, bütçe komisyonlarında da onlar, her tarafta bütün komisyonlarda onlar çoğunluktalar, “Bakın bu aldığınız karar bu şehrin ve bu şehirde yaşayanların, sadece bugün yaşayanların değil gelecek kuşakların da aleyhine olan bir karardır. Gerekçeleri şunlar, şunlar. Lütfen bunu yeniden gözden geçirin gerekçelerin ışığında” diyorum, veriyorum. Komisyona havale, komisyondan aynı ısrar kararı, meclise geliyor, meclisten aynı ısrar kararı geçiyor. Geçince ben acele yürütmeyi durdurma kararı da dahil olmak üzere mahkemeye başvuruyorum, idare mahkemesine. Fakat idare mahkemesinin yürütmeyi durdurma kararı almak veya nihai karara bağlayabilmek için sürece ihtiyacı var. Bilirkişiler tayin edecek, onlara soracak. Mecliste kararın çıktığı günden mahkemenin o kararı verinceye kadarki süreç içinde maalesef aldıkları kararlar geçerli yanlış da olsa. Hemen alelacele yağmalanıyor arazilerin bir kısmı, benzin istasyonları, rantlar kendilerine göre mevzi planı olarak geliyor, mevzi planı olarak geçiriyorlar, onu da mahkemeye veriyorum ama yine o neticeleninceye kadar burada binalar kalkıyor, çıkıyor, gidiyor.
Aziz Kocaoğlu:
Hocam bir şey tavsiye edebilir miyim?
Yılmaz Büyükerşen:
Alayım tavsiyeni de. Dahası var, merkezi hükümet gelirlerinden, Türkiye’de toplanan vergilerden ve bizim şehirde toplanan vergilerden bana verilmesi lazım gelen paylar bana düzgün geliyordu eskiden ama son 1 senedir, Maliye Bakanı Eskişehir’den milletvekili olduğundan bu yana son 1 senedir yalnız memur ve işçi maaşlarına yetecek kadar para göndermekle beni projelerin ihalesini alan firmalara hak edişlerini ödeyememek, müşkül durumda bırakmak için ne lazımsa ellerinden gelene devam ediyorlar. Burada sorulardan bir tanesi, ortaya çıkan rant bölgelerinin veya rantın sosyal fayda yahut kamu yararı açısından kontrolünü nasıl sağladınız? Kontrol mahkemeye gitmek suretiyle sağlanıyor. Eskiden "şerefiye" diye bir kanun vardı, bir belediye bir yol açar, bir park yapar, bir rant yaratırsa onun civarındaki gayrimenkul sahipleri kişisel hiçbir katkıları olmadan bir değer artışına uğruyorsa onlardan vergi alınırdı ve o diğer kesimlere, yani varoşlarda onlar için de rant yaratabilecek yeni yatırımlar için kullanılabilirdi. Bu güzel şeyler kalktı.
Korel Göymen:
Sizin bir söyleyeceğiniz vardı?
Aziz Kocaoğlu:
Vazgeçtim.
Yılmaz Büyükerşen:
Aş ve iş aynı gizli şekilde akşamları evlere, evden çıkamayan yatalak hastası olan, sosyal güvencesi olmayanlar yemek verilmekte, ilaç yardımı yapılmakta, hatta giysi yardımları yapılmaktadır. Ancak bunlar belediye bütçesinde büyük; meclis üyeleri benim bu tür harcamaları yapacak ödeneklerimi kestikleri için, yaptırmadıkları için ben hayır sahiplerine başvuruyorum ama benim hayır sahiplerim iktidar partisinin uyguladığı gibi sponsorlar değil. Çünkü inanıyorum ki şimdi rüşvetin adı "sponsorluk" oldu. Kadın ve gençlerin yönetim kademelerinde yer alması, bende de genelde kadındır belediyede çalışanlar ve son derece memnunum. Erkek arkadaşlarım kusura bakmasınlar çok ciddi, çok titiz, görevlerine çok bağlı kişiler olarak görüyorum, aslında belediye başkanıyken değil rektörken de genellikle bayanları hizmetlerimde başarılı görür, terfi ettirirdim. Performansı nasıl tespit ediliyor diyor arkadaşlar burada; performans bütçesi var, her sene performans bütçesi uygulanıyor ve belediye meclisine geliyor, tartışılıyor. Orada not alıyorsunuz.
Korel Göymen:
Çok teşekkür ederiz sayın başkanlar, sizlere de çok teşekkür ederiz.
Aziz Kocaoğlu:
Hocamın söylediklerinin hepsi bizde 6’ya katlanarak var, hocam anlattığı için ben bu kadarla yetineyim.
Korel Göymen:
Sizlere de çok teşekkür ederiz çünkü saat 14:00’ten 19:00’a kadar bakıyorum salonda hemen hemen hiç eksilme olmadan izlediniz. Çok başarılı bu toplantı için TÜSES sayın başkanını ve yönetim kurulunu kutluyorum. Son bir istek var buradan, tabii Gülöksüz ailesine de bundan sonrası için en iyi dileklerimizi sunarken zaten izleyicilerden biri herhalde bunu hesaba katarak şöyle bir öneride bulunuyor, aynen okuyorum “CHP ya da sosyal demokratlar neden Yiğit Gülöksüz’ü İstanbul’dan belediye başkan adayı olarak göstermiyor? Bir seçmen”
Aziz Kocaoğlu:
Kerametlerinden sual olunmaz!
Mehmet Ural:
Ben önce konuşmacılara, hepinize çok teşekkür ederek toplantıyı kapatmak istiyorum; ama kapatmadan önce bana verilen zevkli bir görev var; Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Enver Yücel her iki başkanımıza da kendi adına birer hediye vermemi istedi. Dolayısıyla ben Enver Yücel Bey'in hediyelerini iki başkanımıza teslim ediyorum ve teşekkür ediyorum kendisine. Tabii şu anda seçimlere gidiyorlar, sayın başkanlara başarı dileklerimizin yanında Kapital Medya’nın siyasi iletişim ve seçim kampanyalarıyla ilgili 3 kitabını hediye ediyoruz.
Korel Göymen:
Ooo, bu iş garantiye bağlandı!