Başlama / BitişTarihi:
27.11.2004 / 06.03.2005
Yer:
Türkiye’de Siyaset Yapma Kültürünün Dönüştürülmesi Atölye Çalışması ( 6 Mart 2005)
Türkiye’de Siyaset Yapma Kültürünün Dönüştürülmesi Atölye Çalışması ( 7 Ocak 2005)
Türkiye’de Siyaset Yapma Kültürünün Dönüştürülmesi Atölye Çalışması (27 Kasım 2004)
SUNUM
İlhan Tekeli
TARTIŞMALAR
Fuat Keyman
Burhan Şenatalar
Erdal İnönü
Zafer Üskül
Ali Yaşar Sarıbay
Ayşe Ayata
Sencer Ayata
Hasan Bülent Kahraman
İlter Turan
Hasan Cemal
Seyfettin Gürsel
Yiğit Gülöksüz
Hüseyin Ergün
Altan Öymen
Erol Katırcıoğlu
Sevgi Akman
Murat Yalçınkan
DEĞERLENDİRME
İlhan Tekeli
Atila Candır (Sosyal Demokrasi Derneği)
Burhan Şenatalar
Mehmet Ural:
Bu toplantı, Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı’nın (TÜSES), Demokratik Değişim Derneği (DDD), Sosyal Demokrasi Derneği (SDD) ve Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) ile Haziran 2004 ile Mart 2007 tarihleri arasında ortak düzenlediği, henüz başında olduğumuz “Türkiye'de Siyaset Kültürünü ve Pratiğini Değiştirmek” konulu dizi atölye çalışmalarının bir parçası. Bu konudaki işbirlikleri için her üç kuruluşumuza ve ana fikrin oluşması, çalışmaların sürdürülmesindeki büyük katkısı için İlhan Tekeli'ye TÜSES adına teşekkürlerimi sunuyorum. Şimdi söz sayın İlhan Tekeli'de, buyrun.
İLHAN TEKELİ
Bu benim üçüncü konuşmam oluyor. Bu yeni bir siyaset arayışı içinde eski partilere ve eski siyasetçilere benzemeyen bir siyaset nasıl kurulabilir egzersizine başladığımızda, sırf o mantık hâkimdi. Ama son günlerde gazetelerde yer alan muhalefet var mı yok mu, nasıl olur, olmaz mı diye bir tartışma var. Bu, gündeme oldukça oturdu. Ve o zaman karşıma bir soru çıktı. Acaba, bu soru yani muhalefet arayışı ne zaman nasıl ortaya çıkıyor? Benim yaptığım önerme bu arayışların içinde nerede duruyor? Bunlara bir netlik kazandırmak gerekli. Ve, son günlerde gazetelerde çıkan şeylere de bakınca, şöyle bir soru sordum kendime: Acaba bir siyaset tasarlama süreci nasıl başlar?
Demek ki yeni bir muhalefet arayışı olsun, yeni bir parti arayışı olsun, temelde bir siyaset tasarımı sorunuyla karşı karşıyayız. Onun için yeni yazdığım parçanın başına şöyle bir başlık koydum: "Siyaseti tasarlamaya, programdan mı süreçten mi başlamalı?" Bu ikilemin bu son günlerde gazetelerde çıkan yazılar sonrasında bence çok gerekli olduğunu, bu ayrımın çok gerekli ve yaratıcı olduğunu, yeni öneriler geliştirmeye açık olduğunu görmeye başladım.
Aslında Türkiye’nin muhalefet üretememe sorununu ilk defa yaşamıyoruz. ANAP’ın benzer bir durumda, AKP’ye benzer bir durumda tek parti halinde iktidara geldiği yılları da ben çok net hatırlıyorum. “Bunlara muhalefet üretilemiyor” diye bir kaygı vardı. Ve bu çok uzun süre o dönem tartışıldı. Bu iki deneye, bugünkü deneye ve o zamanki deneye baktığımızda, sanıyorum bunun arkasında iki tane neden yatıyor. Bu nedenlerden bir tanesi, tek başına güçlü olarak iktidarda bulunan bir parti bulunması; ikincisi de dünyanın içine girdiği bu küreselleşmenin ortaya çıkardığı yeni kurumsal düzenlemelerin sıkıştırması ile yakından ilişkili. Ama, daha sonra iktidar parçalandığı zaman, koalisyon partilerine devredildiği zaman iktidar, Türkiye böyle bir sorunu gündeminden kaldırdı. İktidar partilerinin kendi aralarındaki çatışmalar, onların yarattığı gerilim, gündemi doldurmaya yetti.
Şimdi, ben de bu egzersiz halinde yeni bir siyaset önerisi, yeni bir siyaset pratiği geliştirdiğim zaman şöyle bir soruyu da yanıtlamam gerekiyor. Acaba bu yeni muhalefet arayışlarının bir parçası mı benim önerdiğim? Galiba, bu sorumun yanıtının bir tarafı evet, bir tarafı hayır. Evet, çünkü eğer bunu birisi uygular ve pratiğe geçirirse tabii bir muhalefet üretmiş olacak, ciddi olarak bir seçenek ortaya koymuş olacak. Ama bir anlamda da hayır. Bugünkü muhalefet arayışlarından farklı bir yöne işaret ediyor. Yani bugünkü tartışmanın olduğu muhalefet arayışlarının siyasete ilişkin kabullerinin dışında kabullerden yola çıkıyor. Onun için bir farklılık var. Ve, bu soru içinde düşünmeyi sürdürdüğümde, en kritik noktanın bu yeni düşünceyi veya muhalefeti başlatmakta, bu tasarımı yapmakta bir çıkış noktasından geldiğini fark ettim ve iki tane çıkış noktası var: Bir tanesi, ona program merkezli arayış diyorum, diğerine de süreç merkezli arayış diyorum. Ve bir anlamda benim önerim, bu ikinci kanala oturuyor. Yani süreç merkezli bir arayış. Halbuki, hâkim olan eğilim program merkezli arayışlar. Onun için belki benim önerimin kendi içeriğine girmeden önce, bu iki yaklaşımın, program merkezli bir siyasi tasarım üretmekle süreç merkezli bir siyasi tasarım üretmenin farkları, yararları üstünde tartışma yapmakta yarar var. Çünkü, bu tartışma Türkiye’nin siyaset arayışları gündeminde çok fazla yer almış değil. Benim yaptığım, söyleyeceklerim bu konuda bir başlangıç, bu bakımdan bir başlangıç olarak görülebilir. Çok geliştirilmeye muhtaç tabii.
Şimdi Türkiye’de böyle bir muhalefet arayışı yahut bir yeni siyasi parti kurma arayışı gündeme geldiği zaman, tartışmalar bizi er ya da geç bir program merkezli tartışmaya itiyor. Şimdi program merkezli derken, program sözcüğünü ve kavramını oldukça geniş bir şekilde kullanıyorum. Yani burada kullandığım program bir kategoriyi içeriyor. Yani bunun içinde ne oluyor; bir ideolojik seçmenin niteliği olabilir, bir uygulama programının ayrıntıları olabilir, hatta tek bir soruya getirilmiş çözüm olabilir. Yani bir program dediğimizde şunu kastetmek istiyorum bir anlamda; kodlanmış bilgilerden yararlanarak entelektüel yöntemlerle uygulama öncesi belirlenmiş doğruların, siyaseti yönlendirmesine işaret etmek istiyor bu program merkezli yaklaşım.
Program merkezli yaklaşıma baktığımda iki tane farklı yol etrafında bu tartışmaların geliştiğini görüyoruz. Bunlardan birisi şu: Doğrudan bir ideoloji seçmeden, o ideolojik seçmeyi tabii toplumun koşullarına uydurma çabaları vardır, ama temelde başka bir ideolojik seçme yaparak yola çıkılmaktadır, bu program merkezli yaklaşımlarda. İkincisi ise böyle bir ideoloji seçmenin serbest olarak yapılamayacağını kabul ederek, dünyanın ve Türkiye’nin kurumsal yapılarının özelliklerini ve onun sınırlamalarını kabul ederek o sınırlar içinde bir program oluşturmaya dönük iki farklı arayış görüyoruz. Ama, eğer çok basitleştirirsek, bu yaklaşımlardan birincisi, yani bir ideolojik çizgiyi seçmekle başladığımızda neler yapıyoruz? Önce biraz toplum vizyonu ortaya koyuyoruz. Ve o ideolojinin toplumun hangi katmanlarının çıkarlarına hizmet edeceğini öngörmeye çalışıyoruz. Ve bir anlamda toplumun hangi kesimlerinin böyle bir ideolojiden yarar sağlayacağını belirliyoruz ve bu yolla o harekete bir potansiyel taban çiziyoruz. Ve, temel belirleyici aslında başlangıçta ideolojik çizginin doğru olarak seçilmesinde görünüyor. Bundan daha önemlisi, önemli bir varsayımı var: Bu ideolojik çizgiyi seçtiğinizde, bu ideolojik çizgiye toplumdaki sadakatin, aidiyetlerin nasıl doğacağının deterministik olarak belirlenebileceğini kabul ediyoruz. Ve burada hem deterministik olarak belirleneceğini kabul ediyoruz, o tek başına yetmiyor, sistemin de kapalı olduğunu varsaymamız gerekiyor ki o sonuçlar doğabilsin. Aslında bu yaklaşım denebilir ki, kendi içinde tutarlıdır. Siyasal bilim kuramının genel çizgileriyle de tutarlıdır -çıkar ve güç merkezli bir yaklaşımı benimsemiş olmaktadır-, siyasal teorinin de bunda bir problemi çok fazla yoktur. Ama siyasetin esas mihenk taşı pratikteki başarısıdır. Pratiğin bu yaklaşımı her zaman haklı çıkardığını söylemek zordur. Özellikle Türkiye’deki sol siyaset açısından bakarsak, her kurulan parti bunu başarmak için kurulmuştur ve başarılı olmamıştır.
Şimdi o zaman ciddi bir soruyla karşı karşıyayız, Türkiye’de ilginç bir başka sonuç, Türkiye pratiğinde seçim sandıklarında başarı kazanan partilerin belki önemli özelliklerinden biri kendi ideolojik çizgilerini hep bulanık tutmak, kendi desteklerini başka tür insan ilişkilerini ön plana çıkararak sağlamak olduğunu da düşünebiliriz.
Ama şimdi karşımıza şöyle bir soru çıkıyor, eğer pratikte böyle bir başarısızlık varsa, niye biz yeni siyasi parti kuruluş çıkışlarını yine aynı teorik varsayımlar üstünden yürütüyoruz? Bu soruyu yanıtlamak lazım. Çünkü bir teorinin, başarısızlık sonunda hayatta kalmaması gerekir. Oysa, teori başarısızlık sonunda hayatta kalıyor. Bunun sebebini ben düşündüm; söyleyeceğim birkaç sebep var, ama herhalde başka sebepler de olabilir. Esas bu teori, post-rasyonalizasyonda kullanılıyor. Önceden yol gösteremiyor, ama olayları açıklamakta post-rasyonalizasyonda kullanılıyor. Yani, başarısızlıkları açıklayabiliyor, başarıları açıklayabiliyor ama kendisi başarının tasarımına yol göstermekte yetersiz kalıyor. Ve bir anlamda bizim sol siyasal yazınımız, bir anlamda bu post-rasyonalizasyonun ve başta eleştirisini yaptığım kuramın örnekleriyle dolu.
Tabii ikinci önemli bir neden şöyle görülebilir. Özellikle sol kesime bakabilirsek, Marksist kuramın tarihten gelen prestiji karşısında farklı ontolojik kabullere dayanan bir sosyal değişme programına solun açıkça sahip çıkamaması da burada önemli bazı sorunlar yaratmaktadır. Ama bu ontoloji nasıl kurulabilir, ona girmeyeceğim. Tabii bu birinci yaklaşımın yani bir ideolojiden yola çıkarak bir tasarım geliştirme yaklaşımının daha çok ulus devletler dünyası için geçerli olduğu da söylenebilir. Niye geçerlidir? Ulus devletler dünyasında temsili demokrasinin mantıksal temelleri henüz aşılmamıştır. Öte yandan, ulus devletlerin kurumsal yapısı, toplumsal düzeni yönlendirmekte kullanabilecekleri araçlarını, kurumsal araçlarını henüz kaybetmemiştir. Ve onun için de bu kendine göre bir tutarlılık taşımıştır.
Ama, burada karşımıza gelen önemli bir deneyim var. Özellikle belirli bir süre önce Avrupa sosyal demokrat partileri iktidara geldiklerinde çok kısa bir süre sonra ekonomik başarısızlığa uğramışlar ve programlarını değiştirmek durumunda kalmışlardır. İşte o karşımıza ikinci yola başvurmayı getirmektedir. Program merkezli düşüncede ikinci yola başvurmak şöyle bir yaklaşım: Dünyanın büyük ölçüde bağımlılığını yitirmiş ekonomik ve siyasal ilişkilerini veri kabul ederek sınırlı düzenlemelerle yetinen programlar geliştirmektir. Tabii bu analizde, belirli bir ideolojik çizgi benimsendiği için belirli esneklikler yaratılarak, biraz heyecan yaratmaya olanak verecek bazı öneriler bulunmaya çalışılmaktadır. Ama Türkiye siyasetinde son on, on beş yıldır muhalefet partilerinin, muhalefet yapmamakla suçlanmaları bir rastlantı değildir. Bu seçenekler yelpazesinin çok daralmış olmasıyla yakından ilişkilidir. Dünyanın kuvveti, Türkiye’nin kurumsal yapısının belirleyiciliği o kadar artmıştır ki bir program merkezli seçim için alan çok kısıtlı kalmıştır ve o seçimi de öncelikle iktidarda olan yapmaktadır. İktidarda olan yapınca, ötekine de söyleyecek pek bir şey kalmamaktadır. Ve tabii bu da sonunda bir muhalefet krizi yaratmaktadır. Bir parti kurarak, topluma yeni mesajlar vererek heyecanlar yaratmak isteyenler tabii ki bu ikinci yolu tercih etmeyeceklerdir. Bu yolla bir heyecan fırtınası estirme olanağı bulunmamaktadır. Onun için program merkezli düşüncede hâkim olan unsur, belirli bir ideolojik çizgiden yola çıkıp, daha esnek, insanlara heyecan verici öneriler yapabilmektir. Bu yolu izlediğimiz zaman da tabii heyecan yaratabilirsiniz, daha esnek bir şeyler söylersiniz ama iktidara geldiğinizde de başarı şansınız çok sınırlanır.
Demek ki bir anlamda program merkezli düşüncenin ikisi de er veya geç bazı başarısızlık ihtimalleriyle karşı karşıyadır. Ben de değişik zamanlarda sosyal demokrat hareket içindeki programlar üzerinde çalıştım, açıklamalar yapmaya çalıştım. Hep bu ikilemin iç huzursuzluğunu taşıdım. Onun için Pera Palas toplantılarında daha çok sezgisel olarak bu huzursuzluklardan, kaygılardan yola çıkarak bir öneri geliştirdim. Bu öneri bir anlamda iç huzursuzluğu aşma kaygısını taşıyordu. Ve ona paralel olarak da böyle bir süreç işlemeye başladı. Bu süreç işlerken, bu yaptığım şeyin post-rasyonalizasyonu gerekti. Onun için bu ikili ayırımı, program merkezli arayış, süreç merkezli arayış ayrımını yapmayı yararlı buldum. Benim önerim, bu ikinci kanalda.
Süreç merkezli bir yeni siyaset tasarımı yapabilir miyiz ve bu süreç merkezli siyaset tasarımının başarı şansı nedir? Şimdi, Pera Palas toplantılarında önerdiğim modelde şöyle bir kaygım vardı, onu aşmaya çalışıyordum: Programa göre yapılan bir model önerisi, siyaseti toplumun iç yaratıcılığına büyük ölçüde kapatıyordu ve bunu baştan belirlemiş oluyordu. Kanımca, başarılı olmak için yeni yolun ayrıntılı olarak dıştan belirlenmemesi gerekiyordu. Yapılacak olanın tanımlanması az belirlenmiş sınırlı sayıda noktalardan çıkarak geliştirilmeliydi. Bu yeni yol gücünü çok belirlenmişlikten değil, bu az belirlenmişlikten almalıydı. Az belirlenmiş çıkış noktaları yaşam içinde insanların içinde bulundukları çevre koşullarına uyumunu sağlamaya, toplumdaki insan ilişkileri içinde gelişen yeni anlayışları karşılamak için yeni üretimler yapabilmeye ve yeni açılımlara açık bir ortam ortaya çıkaracaktı. Bir anlamda toplumun iç yaratıcılığının harekete geçirilmesine olanak veren bir çerçeve kurulmalıydı. Bu tür işleyiş içinde atılan küçük adımlar birikerek büyük değişmelerin ortaya çıkabilmesinin önünü açabilecekti. Birinci ve ikinci yaklaşımda aşılmaz görünen engeller geride kalacaktı. Böyle bir beklenti ile bir öneri geliştirdim.
Şimdi program merkezli ve süreç merkezli ikilem içinde baktığımda, bunun süreç merkezli olduğunu ve sürecin şimdi anlattığım özellikleri ifade etmek için kullanıldığını söylemem gerek. Tabii bu yaklaşımı süreç merkezli diye tanımladığımızda bir tehlike var; yalnız parti içi süreçler olarak yorumlama tehlikesi. Tabii bu süreç değil midir, süreçtir. Böyle bir şey olmaz mı, olabilir. Ama burada kastedilen süreç, daha geniş kapsamlı bir süreçtir ve tüm siyasal alanı yeni bir oluşuma götürmeyi amaçlamaktadır. Tabii böyle bir çıkışta, süreç tasarımını merkeze aldığımızda toplum için iyi olanın dıştan verilmesi söz konusu olmayacağı için ortaya çıkanın iyi olduğunu kabul etmek ve ona razı olmak gerekmektedir. Bu üzerinde dikkatle tartışmamız gereken bir şey. Eğer buna razı değilsek, bu yola girmemek gerek. Acaba, program merkezli bir siyasal parti pratiğinin hâkim olduğu bir ortamda, siyasetçilerin aklından şu sorduğum soruyu çıkarmak olanaklı mıdır? “Onlar denetimlerin elinden gitmesine razı olacaklar mıdır?” Bu siyasi alışkanlık, ciddi bir engel, aşılması, insanların kendi kendini ikna etmesi gereken bir soru ortaya çıkarmaktadır. Önce, bu sorunun bir illüzyondan kaynakladığı söylenebilir. Bu illüzyon, siyasal programlara dayanılarak geliştirilen eylemlerin sonuçlarının denetlenebileceği ve bunun deterministik olarak belirleneceği kabulünden kaynaklanmaktadır. Oysa bu varsayımın geçerli olmadığını biliyoruz. Her eylemin hesaplanamayan sonuçları hesaplanan sonuçlarından daha önemli hale gelmektedir. Tabii ayrıca, bu inanç, yani her şeyin deterministik olarak denetlenebileceği inancı, iç yaratıcılığa açık fırsatları doğru değerlendiren yaklaşımların performanslarının önceden hesaplanana göre çok daha yüksek olması olasılığını da hesap dışı bırakmıştır.
Şu ana kadar yaptığım analiz, araçsal bir mantıkla yapılmış bir analizdir. Ama, süreçsel konumun savunmasında daha önemli çıkış noktası, demokratik meşruiyet açısından iki öneriyi sorguladığımızda ortaya çıkmaktadır. Program merkezli bir siyaset tartışması ancak temsili demokrasi içinde anlamlıdır. Temsili demokrasi anlayışının uzantısında gelmektedir. Ve, biliyoruz ki temsili demokrasi bir kriz yaşıyor. Oysa, herkese açık, katılımcı bir sürecin sonucunu demokratik açıdan sorgulamak önemli bir meşruiyet sorunuyla karşı karşıya kalacaktır. Süreç sonucunda ortaya çıkacak olan hakkında duyulan kuşku büyük ölçüde demokrasi hakkında duyulan kuşkuyla eşanlamlı hale gelecektir. Eğer, süreç tasarımı şeffaflık, dışlayıcı olmamak, karşılıklı öğrenme sürecine açık olmak ve benzeri ölçütleri yerine getiriyorsa, bu süreçler bizi temsili demokrasi pratiklerinin götürdüğü toplumlara göre daha özgürlükçü, daha eşitlikçi bir noktaya götürebilir. Böyle bir yeni siyaset tasarımının süreç merkezli olmasının önemli üstünlükleri olduğu söylenebilir. Toplum içinde güven gelişecek, iki yüzlü siyasal pratiklere yer kalmayacak, siyasal alan içinde varlığını ve saygınlığını korumak, sadakat ve kayırmacılık endeksli olmaktan çıkarak yaratıcılık ve başarıya endeksli hale gelebilecektir.
Tabii şöyle bir şey, esas tartışmaya geçmeden bir şey daha söylemek istiyorum ki benim önerim bunun üstüne oturacak. Şimdi, Türkiye’de bugünkü tartışmamızda ve şimdiye kadar yaptığımız tartışmada süreç merkezli bir tartışma yapmıyoruz, program merkezli bir tartışma yapıyoruz. Yahut hâkim olan o, yahut kıyısından köşesinden gene süreç oluyordur, ama esas hâkim olan o. Bu sadece geçmişin alışkanlıklarıyla açıklanabilir mi? Kanımca açıklanamaz. Bunun bir nedeni, tüm eleştirilerine ve krizlerine rağmen temsili demokrasinin varlığını koruması. O oldukça bu ortadan kalkamaz. İkinci önemli nedeni de bir çeşit program merkezli önerilerin önerende yarattığı bir güç birliğidir. Bu nedenle, Pera Palas toplantıları için geliştirdiğim öneride sürece dönük bir siyaset tasarımı yapılırken, temsili demokrasinin varlığının süreceğini kabul eden bir yaklaşım da göz önünde tutulmuştur. Yani, yapacağım önerinin yahut önermenin öğelerine baktığımız zaman bu ikisinin arasındaki dengeyi hesap etme kaygısı da kalmaktadır.
Şimdi esas öneriye geçiyorum, ben kendi önerimi bu metni yazdıktan sonra biraz daha iyi içselleştirdim gibime geliyor. Çünkü bu süreç tasarımı, program merkezli tasarım ve süreç merkezli tasarım ayırımı birçok şeyi netleştiriyor. Birçok sorunun sorulmasını da, yanıtlanmasını da kolaylaştırıyor.
Şimdi size dağıtılmış olan, bütün kişilerde olan bir metin var. Ben o metnin başlangıcında olan; dünyada temsili demokrasi ne tür sorunlar yaşıyor, Türkiye’de demokrasi pratiğinin problemleri nelerdir falan gibi konuları atlayarak yaptığım önerinin temel çıkış noktalarını ve bunun siyasi pratikle ilişkilerini ortaya koymaya çalışacağım.
Ben gene üç tane önermeden meydana gelen bir öneri geliştirmiştim. Zaten metin okunduğu için çok fazla onun ayrıntısına girmeyeceğim. Şimdi genelde bizim bakış açımızla, Türkiye’deki siyasi bakış açısından siyaset en kısa sürede iktidara gelmek için ve partiler eliyle yapılan ve temel başarısı aldığı oyla ölçülen bir faaliyettir. Ve, bütün partiler kurulduklarında işte en kısa zamanda bu başarıyı gösterip, iktidara gelmeye çalışıyorlar. Halbuki, dünyanın yaşadığı demokrasi krizini incelerken gördüğümüz üzere, bu yaklaşımla dünyanın yaşamakta olduğu dönüşüm arasında önemli bir tutarsızlık vardır. Ve bu uyumsuzlukları gidermek için tabii insan aklı çalışarak çözümler bulmaktadır. Bu çözümlerden bir kısmı, katiyen var olan parti yapısını ve bu en kısa zamanda iktidara gelme amacını sorgulamadan, mevcut siyaset yozlaşmıştır, yeni partiler iyi değildir, yahut şurası bozuktur vs.den yola çıkarak, bir çeşit restorasyon önerileri geliştirmektedir. Halbuki ikinci bir yol, siyasetin amacını ve partilerin işlevini yeniden tanımlamaktadır. Bu yolla daha köktenci ve yenilikçi değişme önerileri getirmek kabildir.
Ben böyle bir yolu izleyerek, başta da belirttiğim gibi belki bunu geliştirirken o bilinçte değildim ama şimdi gördüğüm -daha süreç esaslı- üç önerme yapıyorum. Bunlardan birinci önerme şu: Bir ülkede yahut yerellikte -yani bir bölgesel birim diyebiliriz-, siyaset, o topluluğun iç dinamiğini harekete geçirerek o toplumda değişmeyi gerçekleştirebilmek amacıyla yapılır. Bu aslında öyle çok program önermesine de benzemeyen yumuşak bir cümle. Ama bu cümle içinde çok zengin açılımlar barındırıyor. Bakın, bunun içinde iktidara gelmek için yapılır diye bir ifade yok. İç dinamiği yaratmak için yapılır deniyor. İktidara gelmeden de bugün iç dinamik yaratma iddiasına soyunabilirsiniz. Bugün çok aktörlü sivil toplumlara açık, çoğulcu demokrasi anlayışları içinde bu olanaklıdır. Ve sizi her an çözüm üretmeye mahkûm eden bir önermedir. Biz iktidara geldikten sonra yaparız, şimdi üfürelim, uçuralım türü bir şey yapamazsınız, bunda iki yüzlülük olamaz.
Şimdi aslında bu önermeyi ben durup dururken çıkarmadım. Türk siyasetinde yaşanmakta olan bir olay esinledi. AB ile müzakereler sırasında yaşananlar esinledi. Türk siyasetçileri çok rahat, diyorlar ki bizim iç dinamiğimizle değişmiyor bu, dıştan biraz estiriyorlar falan, biz de değişiyoruz, eh iyi. O zaman ciddi olarak bir soru çıkıyor: Senin varlığının nedeni ne? Sen bir kof iktidar olmak için mi siyaset yapıyorsun, kayırmacı olmak için mi, prestij elde etmek için mi siyaset yapıyorsun? Eğer bir siyaset iç dinamik yaratmıyorsa niçin yapılır? İç dinamik yaratmayan bir siyasetin anlamı olabilir mi? Bu bence çok önemli bir çıkış noktası. Yeni bir parti tasarımında ve amacını kurmakta çok önemli bir çıkış noktası olarak görünüyor.
Burada kritik laf iç dinamik. İç dinamik, ilk yazdığım açıklamalarda yoktur, şimdiki açıklamalar biraz bunu geliştirmiş durumda. İç dinamik üç farklı düzeyde anlaşılabilir: Birinci düzey ülke düzeyi, bir iç dinamik çoğu kez yeni kurumsal düzenlemeler geliştirmek anlamına gelebilir. Bir anlamda İngilizce ile formüle ederseniz bir çeşit “institutional responsibility” diye düşünülebilir, yani kurumsal duyarlılık diye düşünülebilir. Eğer siyaset böyle bir kapasiteye sahipse, toplumu eski yapıyı dönüştürememekten doğan kronik sorunlarla yaşamaktan kurtaracaktır. Eğer bir siyasetin bu kapasitesi yoksa o toplumda sürekli olarak kronik hastalıklar yürür.
İkinci şey, yerellik düzeyindedir. Yerellik düzeyinde gündelik yaşamın sorunlarının çözümünü merkezden beklemeden, kendi aralarında bir araya gelerek sivil girişimler veya STK’lar veya başka bir şeyler oluşturarak çözme becerisi gösterilebilir. Tabii birey düzeyine inersek, kaderine razı olan bir ruh halinden çıkarak, talihini kendi yaratan bir ruh haline girmek, yani bir aktif yurttaş haline dönüşmektir. Bu durumda bireyin iç dünyasında olan bir dinamik söz konusu olacaktır. Bu onurlu yaşam, dıştan verilen bir hak olduğu kadar içte yaratılması gereken bir bilinç olduğunun farkına varılmasıyla gerçekleşecektir. Tabii bir yanlış anlamaya yol açmamak için şunu da yapmak istiyorum. Bugünkü dünyada iç dinamik dediğimde kapıları pencereleri kapayalım, içeride bir şey yapalım demek değil, tabii dış dünya ile etkileşerek, dış dünyanın düşünce ve sanat ve bütün maceralarının katılımcı bir aktörü olarak yer almak ve bunun dinamiklerini, buradan kaynaklanan dinamiklerini yürütebilmek diye düşünmek gerekir.
Tabii burada önemli bir mesele, siyasetin uygulama için iktidar olmayı beklememesi. Her an -tabii bu da bir başka konu- bu platformlarda siyaset yapmanın niteliği değişiyor, bu değişik platformlarda siyaset yapmada bir çatışma yaratmak, o çatışmaya taraftar toplayarak, oy kazanarak vs. toplumda bir müzakereci süreci yaşatmak söz konusu. Bu müzakereci süreçte oydaşmalara varmak, yalnız güç sorunu değil, aynı zamanda yaratıcılık sorunu. Ve siyasetçiden beklenen bir yaratıcılık potansiyelidir. Yaratıcılıkla aşmak, yaratıcı olmak. Bu tür bir bakış açısı, bu tür bir iddiayı taşımak, iç dinamiği oluşturmak ve iktidara gelmeden bunu oluşturmak sorusu da, günümüzün iktidar anlayışı, siyasetteki iktidar anlayışıyla da tutarlı. Artık bir güce dayanan, zorlamaya dayanan, zor tekelini kullanmaya dayanan bir iktidar değil, toplumun her noktasında üretilen oydaşmaların ortaya çıkardığı bir iktidar anlayışı gibi çağdaş bir anlayışla da yakından ilgili olmaktadır.
Tabii bu sanıyorum birinci önerme için yeter. İkinci önerme şu: Günümüz demokrasisinin gereksinmelerini karşılayabilmek için partiler kolektif bilinçsel sorumluluğa sahip bir öğrenen kurum olarak örgütlenmelidir. Bu partiler, pratikleri sırasında sürekli olarak üretecekleri yeni bilgileri kolektif olarak yeniden yapılandıracaklar. Şimdi bu, partiye ilginç bir bakış açısı getiriyor. Eski parti pratiklerinde parti nedir? Parti bir bilendir; o bilen, toplumu yönlendirmektedir. Burada parti öğrenendir. Ve, bilgiyi üretendir. Bu iki bakış açısı çok farklı bir bakış açısı. Birinci bakış açısı toplumda üsttenci, bir çeşit topluma yabancılaşmaya çok açık bir bakış açısıyken, bu, topluma gömülü bir siyaset. Onun dışında bırakılamaz. Ve tabii öğrenen bir şey. Tabii buradaki esin kaynağı, benim esin kaynağım, literatürdeki bazı şeyler. Biliyorsunuz, öğrenen firmalardan bahsediliyor, öğrenen bölgelerden bahsediliyor, öğrenen örgütlerden bahsediliyor. Bu yeni bir anlayış, artık öğrenme, kodlanmış bir bilginin bir yere nakledilmesi, onların öğrenilmesi şeklinde değil; buradaki öğrenme üretim süreci içinde yeni bir şeyin üretilmesi, yeni bir buluşun üretilmesi halinde. Firma ne yapıyor? Firma bir mal üretiyor, o malın yanında yeni bilgi üretiyor. Eğer öğrenen bir partiden söz ediyorsak, öğrenen parti de bir faaliyeti olacak, o faaliyetin yanında bir şeyler üretecek. O faaliyet ne olabilir? O faaliyet şu olabilir:
Her yerellikte o yerelliğin sorunlarını tartışan, onlara bir parti çerçevesinde değil, o yerelliğe gömülü olarak yaklaşan bir faaliyet olabilir. Burada iki tür bilgi üretilmektedir. Bilginin biri, o sorunların kendisinin çözümünün bilgisidir. Ama parti için belki daha önemli olan bir bilgi, knowhow da üretilmektedir. O bilgi ise güvenin nasıl sağlanacağının bilgisidir. Toplumda her başarıyla bir güven biriktirilmektedir. Ve güvenin yeni bilgisi oluşturulmaktadır. O bilginin biriktirilmesine dayanan bir parti düşünün. Bu parti nasıl bir partidir? Sürekli olarak çeşitli bilgiler üreten, o bilgilerini merkeze getiren, bir anlamda yarışabilirlik, yani mevcut partilerin yarışabilmesi mümkün olmayan bir bilgi üretim sürecinin içine oturmaktadır. Hem ürettiği bilginin çeşitliliğinde, toplumun her tarafındaki şeyi görebilecek şekilde bilgi üretmektedir, hem de öteki partilerin esas sorunu olan güvensizlik, siyasete güvenmeme karşısında yeni bir güven oluşturma modeliteleri, yöntemleri ortaya koyabilecektir.
Böyle bir dinamikle ele alış. Bir şey daha söyleyeyim, tabii yalnız yerelliklerin bilgisiyle bir siyasi parti yürümez. Yani, merkezin yani partinin değişik düzeylerinde ama benzer biçimde, o düzeyler için anlamlı bilgi üretebilen, sorunlar çözebilen ve o düzeyler için güven oluşturan mekanizmaların olacağını düşünmek gerekir. O düzeyler boş değildir, o düzeylerde aynı mantıkla kurulmak durumundadır. Belki bu düzeylerdeki sosyal ilişkinin biçimiyle bu yerellik düzeyindeki sosyal ilişkinin biçimi de farklı olmak durumundadır realist olarak. Mesela bu üst düzeylerdeki ilişkilerle alttaki ilişkileri bir sıkı network olarak düşünürken, üstteki ilişkileri de zayıf ilişkilerin gücü denilen model türü yaklaşımlar düşünülebilir. Tabii bu rafine edilebilecek bir başlangıç noktası.
İki önermeyi işledik. Üçüncü önerme şu: Denilebilir ki bu iki önerme, kendi başına yeter, bunun siyasi partiye falan da ihtiyacı yoktur, bir hareket olarak gelişebilir. Niye üçüncü önerme gerekiyor? Tabii bu şunun için gerekiyor: Birinci gruptaki konuşmamın sonunda söylediğim bir süreç, burada bir öğrenmeye dayanan bir süreç var. Bu sürece ek olarak temsili demokrasinin varlığını koruyacağı gerçeğini de kabul ettiğimizde karşımıza bir sorun çıkıyor.
Yerelliklerde iktidara soyunmadan birçok şeyler yapalım, başarı biriktirelim, o bizi bir hareket düzeyinden bir parti düzeyine çevirecek bir noktaya götürsün. Ama, temsili demokrasi pratiği içinde partileşerek iktidara gelme amacını da dışlamayalım diyor. Niye diyor, çünkü o noktaya geldiğinde yapabileceklerin artacak. Yani daha büyük, yani daha kuruluş aşamasında küçük küçük örgütlenmeye başladığında çok küçük sorunlarda başarı sağladığında bir başarı biriktirirken güçlendikçe siyasal iktidardan pay almaya başladıkça iddianın çapı, büyüklüğü, gerçekleşebilirliği artacaktır. Onun için bu üçüncü önerme diyor ki, böyle toplumda kimseyi dışlamadan öğrenme süreçlerini harekete geçiren insanlar için onurlu bir yaşam geliştirmeyi esas alan, oluşturduğu yerel güven ağlarını harekete geçiren bir partinin seçim süreçleri içinde başarı şansı siyaseti salt oy sağlamak için fırsatçı bir eğilimle yapanlardan daha yüksek olacaktır. Daha önemlisi, iktidara geldiğinde de daha başarılı olacaktır. Çünkü problem çözerek gelmiştir iktidara.
Genellikle geçmişin partileri kamu alanında varlıklarını diğerlerinin yapamadığı üzerinden sürdürmektedirler. Bir çatışmalı siyasal kamu alanı ahlakı vardır. Halbuki bu, farklı bir kamu alanı oyuncusu olarak görülebilir. Kamu alanı, çatışmaların kışkırtıldığı bir alan değil, yaratıcılık becerilerinin yarıştığı bir alan haline dönüştürülebilir ve böyle bir alan tabii güven artırmakta önemli rol oynar.
Aslında önermelerimin tümünü yaptım. Fakat, şöyle sorular çıktı. İşte bu toplantılarda çıkan sorulara yanıt olarak da pratiğe uygulamaya çalışıldığında ne tür sorunlar çıkabilir, arkadaşların sorduğu sorular var, onların bir kaçını da ele alıp toparlamaya çalışacağım.
Şimdi, toplantılarda bana sorulan soruları üç kümede toplayabilirim. Birisi şu, böyle bir anlayış Türkiye’de uygulanabilir mi? Bu konuda yeterli ipuçları var mıdır? Türkiye’de kimler böyle bir sürecin katılımcısı olabilir?
İkincisi, böyle bir modelin uygulanmasında nasıl bir süreç izlenebilir? Hangi zaman perspektifi içinde iktidarda söz sahibi olmak gerekir?
Üçüncüsü ise, daha çok siyasi pratik içinde bulunanlardan geliyor. Bu biraz uzun yol, bunun kestirmesi bulanamaz mı? Kestirmesi var mıdır?
Kanımca Türkiye’de katılımcı pratikler konusunda oldukça büyük kuşku var. Bu kuşku da genellikle şundan oluyor: En klasik örneği, apartman yönetimlerinde bile işlemiyor bu, bu katılımcılık ne olacak, işlemez gibi. Burada şöyle bir yanılgı var, biz zannediyoruz ki bu iktidar perspektifli bir bakış açısı. Hadi katılın deyince herkes katılacak sanıyoruz. Yani bir çeşit iktidarı bölüşme. Halbuki, aslında katılım böyle insanların pat diye katıldığı empatik bir anlayışa sahip olarak iyice planlaması gereken bir süreçtir. Eğer sizin empatiniz yoksa süreci çok iyi tasarlayamazsınız. Bu süreç tasarlanmalıdır. Otomatikman olacak bir şey değildir. Özellikle bizde katılım diye yapılan süreçler, angarya yüklemenin başka yoludur. Angarya yüklemenin başka yoluna kimse katılım diye katılmaz. Onun için katılım konusunda böyle şeyler var. Ama daha önemlisi, tabii şöyle bir ülkede yaşıyoruz: Bu kayırmacı siyaset pratiklerinin hâkim olduğu bir ülkede ve ulus devlet anlayışının görev açısından homojenleştirilmiş vatandaşlar dünyasında bir pasif yurttaş ortaya çıkıyor. Ama, biz aktif yurttaş yok diye aktif yurttaşların olduğu bir Türkiye haline gelmekten vaz mı geçeceğiz? Biz bundan vazgeçemeyiz. Kaldı ki bu işe başlamamız için yeterli birikim olduğunu düşünüyorum. Çünkü birçok sivil toplum kuruluşu kuruluyor. Birçok hareket gelişiyor. Onun için bu işe başlamanın böyle bir siyasal projeyi savunmanın gerektiğini düşünüyorum.
İkinci olarak böyle bir hareket nasıl pratiğe gelişir? Böyle bir harekete zaman perspektifi içinde yaklaşmak gerekir. Önce bu, güvensizlikleri de aşacak bir hareket olarak ortaya çıkmalı. Bu hareket kendi başarısı içinde bir siyasi partiye dönüşmelidir. Ve, bunun perspektifinin diyelim ki birinci seçimde başarı arayışından çok ikinci seçimde başarı arayışını hedef almak doğru olur diye düşünüyorum. Tabii böyle bir hareketin genellikle siyasi partilerin ortaya çıkmasında, Türkiye’de o program merkezli modelde şöyle bir şey var: Bir lider var, onun etrafında oluşmuş bir grup, bir program var vs. böyle giden bir yol var. Ama bu sözünü ettiğim hareketin liderinin başlangıçta ortaya çıkması gerektiğini düşünmüyorum. Bu bir misyoner hareketi gibi bile düşünülebilir. Hareket kendi içinde başarılarıyla liderini yarattığı zaman belki partiye dönüşecektir. Onun başarı birikimiyle olabilir.
Üçüncü soru, tabii bunun nasıl kısaltılabileceği. En genel çizgileriyle ortaya çıkacak hareketin süresi nasıl kısalacak? Tabii bunun kendi mantığı içindeki cevabı: Ne kadar hızlı başarı biriktirebilirse. Başarı biriktiremezse, zaten partileşmesinin bir anlamı yoktur. Peki bu kısa sürede partileşme baskısını yaratanlar nelerdir? Geçmişte siyasi partiler içindeki siyasetçilerdir, bunlar daha böyle bir şeye bakıyorlar, tabii bu ciddi olarak şöyle bir soru ortaya çıkarıyor. Acaba, eski siyasetçilerle bu kurulabilir mi? Bence, kurulamaz demek, doğru değildir. Ama, her eski siyasetçiyle de kurulmaz. Yani burada şöyle bir şey var. Biliyoruz ki, birçok kimse eski siyasetin tıkandığını görmüştür, partilerinden ayrılmıştır, yeni arayışlar içindedir vs. Belki onlar daha bilinçli olarak böyle bir hareketin başlatılmasında kendi deneylerinden ve geçmişteki siyasi başarısızlıklardan yararlanabilirler. Onun için onlara kapalı olmamalıdır diye düşünüyorum.
İki tane de kimlik sorusu ortaya çıkıyor. Bu kimlik sorularından birisi kimlikle siyaset yapmayla ilgili notlar. Onlara fazla girmeyeceğim, Fuat Keyman’ın bu konuda yazdığı bir not var, onu herhalde Fuat benden daha iyi bir şekilde anlatacaktır. Ama şuna girmek istiyorum: Bu siyasal hareketin ve partinin kimliğinin ne olacağı konusu sık sık gündeme geliyor. Yani bu bir sosyal demokrat parti mi olacaktır, yoksa başka bir şey mi olacaktır, diğer partilerle ilişkisi ne olacaktır gibi partinin kendisiyle ilgili bir kimlik sorunu var.
Burada birkaç tutum önerilebilir. Birkaç türde düşünülebilir. Birinci türde düşünme daha çok pragmatik bir düşüncedir. Bu pragmatik düşünme şöyle bir düşünmeden yola çıkabilir. Diyebilir ki pragmatik düşünme “yahu burada Türkiye’de sol denilen yelpaze oldukça küçülmüş bir yelpazedir. Baştan bu yelpazeye işaret etmek, bu küçülmeyi kabul etmek demektir”. Onun için hele baştaki tartışmaları hatırlarsanız, netlikler mi siyasette başarıya götürüyor, belirsizlikler mi sorusunu düşünürsek, denilebilir ki burada böyle bir yelpaze içinde bir yer seçmiyor. Pragmatik olarak, tabii şu söylenebilir. Tabii bunun içinde yer alan, böyle bir sürecin içinde yer alanlar özgürlükten yanadır, eşitlikten yanadır, insanların onurlu yaşam hakkından yanadır. Her medeni, sosyal demokrat bundan yanadır, bunun arasında bir özdeşlik vardır denebilir. Ama, bu tartışmalar biraz pragmatist tartışmalar.
Şimdi gelelim öbür tarafa, daha esaslı bir tartışma şöyle yapılabilir. Kimlik sorunu gizil olarak içinde program merkezli bir siyaseti de içerir. Kaçınılmaz olarak program merkezli bir siyaseti içerir. Eğer siz süreç merkezli bir yönü seçtiyseniz, o zaman diyebilirsiniz ki “ben süreç merkezli siyaseti seçtim ve bu tek eksenli iklime hapsolmak istemiyorum." Bu teorik bir konudur. Bu pragmatik bir iddia değildir, teorik bir iddiadır. Ve şunu getirmektedir. Bu iki eksenli ele alış ve siyasi partilerin ideolojisini seçmesi, bu iki eksenlinin içinde bir yer olarak seçmesi çok ekonomik, ekonomi eksenli bir program, çok ekonomi eksenli bir kimlik olarak düşünülebilir ve günümüz siyasetinde bu ekonomi eksenli noktalardaki seçmelerin oldukça sınırlanmış olduğu düşünülebilir. O zaman farklılıklar eğer diğer boyutlarda yaratılacaksa, kadın haklarında yaratılacaksa, insan haklarında yaratılacaksa, neyse, o zaman o farklılık yarattığın eksenleri gizleyen, onları gizli plana iten bu eksen üstünde yer seçmek çok anlamlı olmayabilir. Özellikle de eğer siz bir süreç iddiasını taşıyorsanız, şu iddiayı taşıyorsunuz: Ben süreç içinde insanları değiştireceğim. Bunlar, pasif yurttaştan aktif yurttaşa dönüşecek. Ve eğer benim problematiğim ve Türkiye’deki temel problematiğim aktif yurttaşlıksa o zaman bunu öteki eksen üzerinden tartışmak belki doğru olmayabilir. Yani bir anlamda o eksenler üstünde yer seçen hareket, düşünce şunu kabul ediyor: Toplumun içinde böyle bir dağılım var, ideolojik dağılım. Herkes biraz ortaya gelelim, biraz daha gelelim, şuradan bir pay alalım diye hesap yapıyor. O hesabın aracı o.
Ama bizim önerdiğimiz model diyor ki, bu dağılımdan bana ne, ben bu dağılımı değiştireceğim. Ve bu yeni süreç içinde yeni aidiyetler olacak. Tabii bu da farklı bir bakış açısı. Ben bunları oldukça provokatif olarak söylüyorum ki tartışılsın. Sanıyorum bu kadar.
TARTIŞMA
Tartışmaya Katılanlar
Başkan???
Fuat Keyman
Burhan Şenatalar
Erdal İnönü
Zafer Üskül
Ali Yaşar Sarıbay
Ayşe Ayata
Sencer Ayata
Hasan Bülent Kahraman
İlter Turan
Hasan Cemal
Seyfettin Gürsel
Yiğit Gülöksüz
Hüseyin Ergün
Altan Öymen
Erol Katırcıoğlu
Sevgi Akman
Murat Yalçınkan
MODERATÖR???
Ufuk açıcı bir çalışmayla karşı karşıya olduğumuz kuşkusuz. Burada kendi kendime düşündüm, tek bir boyuta indirgesem tartışmaları, ne olur diye. Burada gördüğüm kadarıyla yeni bir yapı, yeni bir yaklaşım önerilmiyor, yeni bir insan yaratılması öneriliyor. Çünkü bütün bu temsili demokrasiden söylemsel demokrasiye geçiş, bireylerin bir paydaşlık mantığına kavuşması, bütün bunlar yalnız bireyler nezdinde son derece önemli değişiklikler gerektirmiyor, aynı zamanda toplumdaki bütün diğer kurumların da bununla uyumlu olması demeyeceğim ama bir ölçüde hatta büyük ölçüde kendilerini değiştirmelerine bağlı. Çünkü bu söylemsel demokrasi ve paydaşlık mantığı içinde yer alması söz konusu olan toplumdaki diğer kesimlerin, diyelim bir özel sektörün, kendini belki bir kurumla yönetişim mantığına veya onun bir türevine kavuşturması gerekiyor. Aynı şekilde yönetişim mantığının belki eksiklerinin aksaklıklarının giderilmesi ile yepyeni bir yaklaşım içine girmesini gerektiriyor.
Aynı şekilde, STK’ların bu kadar ağırlıklı olarak siyasette yer alması düşüncesi yeni değil. Ama yeni biçimlerinin de herhalde ciddi sınırlılıkları var. Bir yandan da STK’ların yeni bir küresel sivil toplum yaratılmasındaki önemli rolleri biraz da bana göre abartılarak geliştiriliyor. Ama öbür taraftan da STK’ların dünyada da Türkiye’de de çok nitelik, biçim değiştirdiğini, bizim karşı karşıya olduğumuz birtakım kurumların ve siyaset yapma, topluma katılma biçimlerinin uzantıları, temsilcileri olarak aynı zamanda toplumda yer aldıklarını görüyoruz. Yani kimi STK’ların tanımındaki bu göreceli özerklik, göreceli otonomi kavramının çok ötesinde ya uluslararası kuruluşların ya kuzeyli STK’ların ya diğerlerinin hatta zaman zaman merkezi hükümetin temsilcisi niteliğiyle toplumda yer aldıklarını, faaliyet gösterdiklerini düşünüyorum.
Son bir nokta, özellikle bildirideki çok önemli bir boyut olan, gerek öğrenen kurumlar yaratılmasının, gerek partinin bilgi toplama, sistematize etme, yeniden üretme ve böylece çözüm üretir hale gelmesinin ve bu olayın da yerelden başlayarak merkeze doğru hareket etmesinin, tabii ki yine bildiride daha doğrusu makalede ileri sürülen Türkiye’deki yaygın alışkanlıklarla, kayırmacılık ve diğer alışkanlıklarla çelişir nitelikte olduğu görünüyor. Bir de STK’larla ilgili, kurumlar arası ilişkilerle ilgili olarak da bütün yapılan araştırmalarda şu faktör öne çıkıyor; yani bireylerin birbirine güvenmedikleri, bireylerin birbirine güvenlerinin daha ziyade birinci kimlikleri üzerine, kısmen olduğu zaman bile birinci kimlikleri üzerine olduğu, kurumların birbirlerine güvenmedikleri, kurumlar arasında bir ilişkilenme, anlaşma (associability) mantığının çok sınırlı olduğu.
Bir de birkaç yıldan beri gerek yerel yönetimler düzeyinde gerek AB Altıncı Çerçeve ve diğer projelerin, yani bir projecilik mantığının Türkiye’de nispeten yaygınlaştığı bir ortamda da ne gibi engellerle karşı karşıya kalındığı. Yani burada benim görebildiğim kadarıyla önerilen şey -diğer şeylerin yanı sıra - yeni bir insan yaratılması. İş bu noktaya gelince de acaba bu uzun sürebilecek olan, uzun erekli olabilecek bir hedefin, birinci seçimde olmasa bile ikinci seçime kadar bir siyasal hareket haline dönüşmesi, bunun partileşmesi, aynı zamanda kazançlarını çoğaltacak bir iktidara ortak olma veya iktidara gelme amacıyla bağdaşık olup olmayacağı belirtildi. Benim şu ana kadar görebildiğim kadarıyla bu önermelerden sizin de belirttiğiniz gibi bir düşünce topluluğu, grubu, bir think-tank ve bununla ilgili çok güzel projeler çıkabilir, çok yararlı projeler çıkabilir. Ama bu toplumda yaygın kesimler nezdinde bir heyecan yaratacak, mevcut şeyleri kısmen kıracak, yeni bir hedef verecek bir siyasal hareketi ikinci seçim dönemine kadar çıkarmak mümkün müdür değil midir, tartışacağımız noktalar arasında.
Gördüğünüz gibi burada oturmanın bazı avantajları var. Öğleden sonranın bir bölümünde burada olmayacak olmanın getirdiği rahatlıkla, aniden bunlar ağzımdan fırlamış oldu.
Fuat Keyman:
İlhan Tekeli’nin yazmış olduğu metin üzerine ben de bir metin yazmıştım "Küreselleşme, karmaşık toplum, katılımcı demokrasi ekseninde yeni bir parti modeli. İlhan Tekeli’ye katılmak" adıyla. Esasında 10-15 dakika konuşmayı düşündüm ama vaktimiz olmayacağı için bu metni dört nokta içinde özetlemek istiyorum.
Bunlardan bir tanesi şu: İlhan Tekeli’nin program merkezli ve süreç merkezli ayrışması üzerine benim yazdığım metin süreç merkezli olanın daha önemli olduğu üzerineydi. Bir kademe daha ileri götürürsek esasında bu ayrışmanın da tali olması gerektiğini ve süreç merkezli bir siyaset anlayışının bugünün toplumuna özgü programı yaratacağını da söylememiz gerekiyor. O anlamda her ne kadar analitik bir ayrım yapsak bile süreç merkezli bir siyaset modeli ve parti modeli daha iyi bir program üretebilir. Bu değineceğim noktalardan ilki İlhan Tekeli’nin anlayışına ve vurguladığı noktanın önemine katılmamla ilgili. Fakat ben bunu başka bir modelden gelerek yaptım. Bu da siyaset bilimi ve karşılaştırmalı politikalardaki siyasal alanla ilgili bir şey. Bu alanlara baktığımız zaman, siyaset bilimi ve karşılaştırmalı siyasete, siyasal alan dediğimiz şeyin üç olgudan oluştuğunu görüyoruz. Bunlardan birisi siyaset, bu aktörler arası etkileşimi tanımlıyor. Ve normalde modern zamanlarda siyaset içindeki aktörler ağırlıklı ve merkezi olarak siyasi partiler ve devlet seçkinleri oluyor. İkincisi; İngilizce politics denen fakat Türkçede pek fazla karşılığı olmayan, ama yönetim biçimi diyebileceğimiz aktörler arası müzakere ve etkileşimin genel çerçevesini belirleyen normlarla ilgili, düzenleyici ve kurucu normlarla ilgili. Bu da genel olarak anayasa, siyasi partiler gibi yapıyı anlamlandırıyor. Üçüncüsü de; bu ilişkilerin çıktısı, bu da siyasa dediğimiz şey. O yüzden modern toplumlarda ve temsili demokrasiler de siyasal alan dediğimiz şey, siyasi aktörlerin arasındaki etkileşimin belli bir norm içinde yapılması ve bunun çıktısı olarak siyasal partiler arasındaki etkileşimin, rekabetin temelinin siyasa olması. Ki AB tarım politikası, eğitim politikası gibi bazen politikaya dönüyor. Türkiye’ye baktığımızda temel sorunun bu olduğunu görüyoruz. Siyasette siyasi aktörler siyasa temelinde rekabete girmiyorlar, daha çok politika dediğimiz alanda giriyorlar.
Bugün baktığımızda hem siyasetin aktörlerinin çoğullaştığını görüyoruz -böyle bir dünyada yaşıyoruz- hem yönetim şekli dediğimiz düzenleyici ve kurucu normların ekseninin artık ulusal değil, ağırlıklı olarak küresel ve bölgesel normlarla düzenlendiğini görüyoruz. Bu anlamda siyaset alanının mekânı ulusal yapıdan küresel, bölgesel, ulusal ve yerel etkileşim ağına geçiyor. Örneğin, bugün belki anlam veremiyoruz ama Türkiye’de AB’nin muhalefet olduğunu söylemek, AB’nin bir iç akıl olduğunu söylemek mümkün. Çünkü AB hem bir aktör olarak var Türkiye siyaseti içinde, hem de AB normları dediğimiz şey, bizim hükümet yönetim biçiminde belirlediğimiz anayasanın içine girmiş durumda. O yüzden de yönetim biçimi de sadece ulusal değil, ulus-üstü normlar tarafından düzenleniyor. Ve siyasaya, yani çıktıya baktığımız zaman, ekonomi politikası, tarım politikası, burada da zaten artık ulusal düzeyde hareket edemediğimizi görüyoruz. Bugün tarım politikası, bugün eğitim politikası, bugünün demokratikleşme politikası sadece ulusal düzeyde değil, küresel, bölgesel ve yerel etkileşim ağında olmak durumunda. Böyle bir yapıya baktığımız zaman yani siyaset yapan aktörlerin siyasal partilerin gerisinde, ulus-üstü AB, IMF gibi, ulus-altı Uluslararası Af Örgütü gibi, sivil toplum örgütleri, vatandaş inisiyatiflerini içeren bir çoğulculuğa gittiği, yönetim şeklinin sadece ulusal normlar, kurucu ve düzenleyici normlar değil, ulus-üstü normlar tarafından da belirlendiği bir mekân değişikliği ve çıktıların yani siyasaların da sadece ulusal olamayacağı, yerel, bölgesel ve küresel eksende olduğu bir yapıda, bir siyasal alanda İlhan Tekeli’nin dediği gibi yeni bir parti modeline, yeni bir siyasal anlayışa gerek var. Çünkü bugünkü varlığıyla, yapılan siyasetin üzerine oturmuş olduğu taban ve anlayış kaymakta, farklı bir yere doğru gitmekte. O yüzden, bu süreç bu anlamda önemli.
İkinci nokta, peki bu söylediklerim ütopik mi, havada mı kalıyor? Hayır, bunu getiren üç tane önemli faktörün olduğunu düşünüyorum. Üç tane önemli tarihsel gelişim olduğunu söylüyorum.
Bunlardan bir tanesi küreselleşme süreci dediğimiz şey. Küreselleşme sürecinin ulusal toplumlarda yaratmış olduğu etkiler, sorunlar ve dönüşümler. O yüzden bugünkü siyaset sadece ulus-içi sorunlara dönük değil, aynı zamanda küreselleşmenin etkilerine de yanıt vermek durumunda olan bir siyaset. Küreselleşmeyi dışlayarak siyaset yapmak bugün mümkün değil. O yüzden de Avrupa’daki sol ve sosyal demokrasinin yeniden yapılanmasında gördüğümüz gibi küreselleşmeye ne tür bir yanıt verileceği de siyaset yapmanın temelinde olan bir şey.
İkincisi, benim modernite krizi ve karmaşık toplum dediğim olgu. Bugünkü toplumlar modern olmakla birlikte, temsili demokrasi olmakla birlikte karmaşık toplumlardır. Artık siyaset sol sağ ekseninde yapılan bir siyaset değil. Siyasetin aktörleri çoğulcu, siyasetin kurucu ve düzenleyici normları küresel ve yerel. Ve bu anlamda bugün literatürde kullanılan belki de karmaşık toplum kavramını Türkiye’de düşünmek durumundayız. Ve İlhan Tekeli’nin yapmış olduğu çalışmayı şu soru etrafında düşünebiliriz. Karmaşık toplumların yönetiminde temel mekanizma, anlayış ne olacak? Bu yapılan çalışmalarda örneğin endüstri toplumu basit olarak perceptive (anlama kabiliyeti olan) olarak düşünülürken, bugünkü toplumlar reflective (derin düşünen) model olarak düşünülüyor. Endüstri toplumları üretim-tüketim ekseninde olan toplumlar olarak düşünülürken, bugünkü toplumlar bilgi toplumları olarak düşünülüyor. O yüzden bugün karşımızda karmaşık bir toplum yapısı var, ikinci kavramım da bu.
Üçüncü kavramım da birinci ve ikinciye paralel olarak, yani küreselleşme süreçleri, modernite krizleri ve karmaşık toplum bağlamında temsili demokrasilerden katılımcı demokrasiye geçiş noktası. Katılımcı demokrasi bugün sadece iyi bir şey değil, sadece toplumdaki gelişim, toplumdaki değişim, yönetimde meşruiyet alanında arayacağımız bir şey değil. O anlamda bir karmaşık, katılımcı demokrasiden konuşurken sadece meşruiyet alanında, sadece iyi olandan, yani normatif olandan konuşmuyoruz. Bilakis bugün katılımcı demokrasi toplumun iyi yönetim modeli, toplumun etkili yönetim modeli, toplumun hızlı yönetim modeli. İyi, etkili ve hızlı yönetim karmaşık toplumun ve küreselleşme sürecinin siyaset anlayışının özünü teşkil ediyor. Burada tabii iki tane tartışmayı yapmak durumundayız. Türkiye’de bu ufak ufak yapılıyor: Bir tanesi temsili demokrasi ile katılımcı demokrasi birbirlerini karşıtlayan modeller midir? Yani katılımcı demokrasi tek başına kendi içinde anlamı olan bir model midir, yoksa katılımcı demokrasi temsili demokrasinin bugünkü karmaşıklığa, bugünkü küreselleşmeye yanıt verecek şekilde yeniden düzenlenmesi midir? Ben ikinciyi tercih edenlerdenim. Ve katılımcı demokrasinin temsili demokrasinin yeni bir yapılanma biçimi olduğunu düşünüyorum.
Bu anlamda İlhan Tekeli’nin önermiş olduğu öğrenmeye ve bilgi üretmeye dayalı modelini şu şekilde tanımlayabiliriz. Küreselleşen, karmaşıklaşan ve temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş döneminde olan bir toplumun yönetimindeki temel anlayış böyle bir anlayış olması gerekir. Bunu götürecek, yaşama katacak olan parti de böyle bir partidir.
Üçüncü ve dördüncü noktalar şununla ilgili: Peki böyle bir parti kurduğumuz zaman bu partiyi nasıl liberal ve kimlik temelli sağ partilerden ayrıştıracağız? Bu partinin ayrıştırma noktası ne olacak? Yani, İlhan Tekeli’nin yapmış olduğu modeli kurduk ve bu modelle gidiyoruz. Bu anlamda kendimizi nasıl diğer partilerden, diğer oluşumlardan ayrıştıracağız? Çünkü böyle bir model liberal de olabilir, kimlik temelli de. Nasıl sosyal demokratik ve bir sol nitelik vereceğiz? Benim buradaki önerim şudur: Bu partinin ayrışma noktası, toplumlardaki sosyal adalet sorunlarını çözmeye dönük bir şekilde toplumu demokratikleştirme amacını gütmesindedir. Böyle bir partinin, liberal ve kimlik temelli partilerden ayrışma noktası, sosyal adalet alanıdır. Sosyal adalet alanı üzerine eğilerek, sosyal adalet alanındaki sorunları çözerek toplumun demokratikleşmesini hedeflemek olacaktır.
Fakat buradaki önerim biraz daha derin. Çok kısa bir noktayla söyleyeyim, ondan sonra belki tartışmalarda açıklarım. Modern toplumlarda sosyal demokratik partilerin ve sol partilerin de sosyal adalet sorununa eğildiğini görüyoruz. Fakat modern, endüstriyel ve basit modernite ile olan toplumlarda yani 70’lere ve 80’lere gelen döneme kadar sosyal adalet sorunu gelir dağılımı, refah dağılımı ile ilgili olan bir sorun idi. Dağılım adaletinden konuşuyorduk, sosyal adaletten konuşmak dağılım adaletinden konuşmak anlamına geliyordu. Fakat bugünün karmaşık toplumlarında, bugünkü küreselleşme sürecinden etkilenen, küreselleşmenin artık bir iç aktör olduğu toplumlarda sosyal adalet de karmaşıklaşıyor. Sosyal adalet de karmaşık bir alan ve sadece dağılım adaleti, yani işsizlik ve yoksulluğa çözüm bulmayı değil, iki tane önemli noktayı daha içeriyor. Bunlardan bir tanesi tanınma adaleti, yani toplumdaki kimliklerin kendilerini ifade etmeleriyle ilgili adaletli olan mekanizmayı bulmak. Buna tanınma adaleti, tanınma politikası da deniyor. Ve bu Türkiye’de çok net olarak hem Kürt Sorunu'nda, hem İslam sorununda, hem kadın sorununda karşımıza çıkıyor. O yüzden de ikinci alanın tanınma alanı ve tanınma adaletini yaratan bir şekilde olması gerekir. Yani böyle bir partinin Kürt sorununu ben çözerim demesi, böyle bir partinin türban sorununu ben çözerim demesi gerekir.
Üçüncü alan da siyasal katılım adaletsizliği gibi siyasi katılım alanıdır. Ve bu Türkiye’de direkt olarak hem kadınlar temelinde hem gençler temelinde etkili oluyor ve düşünülüyor. Bu anlamda siyasal katılım sadece siyaset bilimi içinde düşünülecek, sadece kotalar koymayla çözülecek bir alandan ziyade çok temel bir adalet alanını kapsıyor. Ve böyle bir partinin siyasi katılım sorunlarını çözmesi iddiasında olması gerekiyor. Bu anlamda sosyal adalet yoluyla demokratikleştirme, o toplumda dağılım adaleti, tanınma adaleti ve siyasal katılım adaletini sağlama temelinde olması gerekiyor, böyle bir iddiası olması gerekiyor bu partinin.
Peki öyle olduğu zaman, son nokta olarak, böyle bir farkı sosyal adalet alanına eğilerek, toplumu demokratikleştirmeyi hedeflediğiniz zaman toplumsal öznelerle ne şekilde bir ilişkiye gireceksiniz? Yani böyle bir partiyi toplum nasıl kabullenecektir? Hangi temelde kabullenecektir? Benim kendi terminolojimde, böyle bir parti toplumla nasıl organik bir bağ kuracaktır? Çünkü böyle bir parti kurduğumuz zaman sadece “bu parti iyidir, toplum tarafından kabul edilir”e düşmememiz gerekir. Böyle bir partinin toplum tarafından algılanması, içselleştirilmesi gerekecek. Bu içselleştirme mekanizması ne olmalıdır? Ben burada, İlhan Tekeli’ye şu katkıda bulunmak istiyorum. Ve bu süreçte şöyle bir tartışma yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu toplumla organik bağ kurma meselesi, toplumsal farkı ve bu farkı içselleştirmesi birey temelinde olamaz. Çünkü biliyoruz ki bugünün toplumunda bireyler somut olarak da hareket ettiği zaman kimlikle hareket etmektedir. Yani ben bireyim ama Kürt’üm, ben bireyim ama İslamiyim, ben bireyim ama kadınım gibi. O yüzden de birey olarak yaparsak, bu insanların kültürel kimlik kodlarını dışlamış olacağız. O yüzden bu parti içselleştirilemez. Aynı şekilde bugün AKP örneğinde gördüğümüz gibi, milliyetçilikte gördüğümüz gibi bu parti kimlik temelinde örgütlenmiş durumda. Çünkü kimlik temelinde içselleştirdiği zaman tek bir kimliğe ağırlık verecektir, İslami olacaktır, bu sefer milliyetçiliği ve başka etkenleri dışlayacaktır. Bu yüzden bu partideki toplumla organik bağ kurmayı kimlik ve bireyin dışında tutmamız gerekiyor. Benim buna alternatifim çok kültürlü anayasal vatandaşlıktır. Yani Türkiye’deki vatandaşlık rejimini kökten değiştirmeye dönük, evet İlhan Tekeli’nin de söylediği gibi pasif bireyleri aktif birey haline getireceğiz, fakat aktif birey haline getirirken de hakları olan ve toplumla hakları temelinde ve sorumlulukları temelinde bir bağlılık kuran. Yani aktif vatandaş sadece yeterli değil, aynı zamanda bu vatandaşın anayasaya ve çok kültürlülüğe kendisini bağlaması, sadakat göstermesi gerekiyor. O yüzden de benim kendi modelimde, karmaşık toplumları düşündüğümüz zaman, sosyal adalet bu partinin diğer partilerden ayrıştırma noktasıdır. Çok kültürlü anayasal vatandaşlık da bu partinin toplumla organik bağ kurma mekanizmasıdır.
Burhan Şenatalar:
Benim üzerinde durmak istediğim soru, İlhan’ın bir nebze yanıtladığı bir soru. Bu hareketin kimliği, sosyal demokrasi içinde mi dışında mı, soldan bağımsız mı, solla ilişkili mi, ilişkiliyse nasıl?
Bununla ilgili olarak da İlhan’ın en azından yazılı metinde ve burada dile getirdiği birkaç nokta vardı, onların hepsini önemsiyorum. Ona rağmen, bu soru hâlâ üzerinde tartışılmaya değer bir soru olarak görünüyor. Biraz önce Fuat Keyman’ın sunuşunda bu soruya başka bir yerden yaklaşıldı. Sosyal demokrat bir parti İlhan Tekeli’nin sunduğu perspektifi içselleştirdiği zaman diğer siyasal hareketlerden kendisini nasıl ayrıştıracak sorusuyla bir yere bağlandı. Bağlandığı yere ben çok yakın durduğumu düşünüyorum.
Ben başka bir yerden yola çıkmak istiyorum. Şimdi, katılımcı demokrasi diye sınırlayabilirsek veya yeni demokrasi yaklaşımı diye niteleyebilirsek İlhan Tekeli’nin ortaya koyduğu yaklaşımı, burada demokrasinin derinleşmesi, güçlenmesi, bir anlamda ete kemiğe bürünmesi, buna uygun yeni bir siyaset kültürü, buna uygun yeni bir siyaset yapma tarzı, buna uygun yeni örgütlenme anlayışları… Bu yaklaşım, bu perspektif ile sosyal demokrasinin ve diğer siyasal hareketlerin ilişkisi ne olabilir? Bu soruyu yine Bilgi Üniversitesi’nde yapılan bir toplantıda çok kısaca dile getirmiştik. Orada, bazı arkadaşların bakış açısı, buradaki perspektif, bütün siyasal hareketler için düşünülebilir, buradaki perspektif bütün siyasal hareketleri yatay olarak kesebilir, şeklindeydi. Ben bu görüşte değilim. Ben burada ele alınan alabildiğine katılımcı ve insanları aktifleştiren, yurttaşları aktifleştiren yaklaşımın hangi siyasal hareketlerle bütünleşebileceğine, gerek o siyasal hareketlerin teorik temelleri gerek bugüne kadar ki performanslarına bakarak, bu soruya sosyal demokrasi lehinde bir yanıt verilebilir diye düşünüyorum. Mesela ilk aklıma gelecek siyasal akımlar olarak liberalizmden, özellikle bugünkü somutlanma biçimi neoliberalizmden böyle bir perspektife ulaşılmasını ben mümkün görmüyorum. Aynı şekilde ortodoks Marksizmden böyle bir perspektife ulaşılması mümkün değil. Birincil özelliği milliyetçilik olan, Türkiye’de örneklerini bildiğimiz, partileşmiş örneklerini bildiğimiz bir siyasal yaklaşımdan da buraya ulaşılmasını pek mümkün görmüyorum. Din odaklı, birincil özelliği din ağırlıklı olan siyasal yaklaşımlardan da buraya ulaşılmasını mümkün görmüyorum.
Dolayısıyla, bu katılımcı demokrasi yaklaşımı, benim kafamda bazı yazarların post-liberal demokrasi dediği, bazılarının radikal demokrasi dediği yaklaşımlarla aynı kümeye giriyor. Bu yaklaşımların bütün siyasal hareketleri, siyasal akımları yatay kesmesi mümkün değil diye düşünüyorum. Dolayısıyla, bütün siyasal akımlar, bu yeni demokrasi yaklaşımını içselleştiremez, onunla anlamlı, gerçekçi, üretken ve verimli bir biçimde bütünleşemez. Kimler için düşündüğümü de hemen söyleyeyim bu aşamada. Sosyal demokratlar veya Almanya’daki Yeşiller türü partiler. Joschka Fischer’in altı yedi yıl önce yazdığı, yeni bir toplumsal sözleşme için başlıklı kitapta da savunulan sosyal ekolojik dayanışmacı model, aktif yurttaşın önemli bir rol aldığı modeldir. Aynı şekilde özellikle İngiliz İşçi Partisi'nden söz edemeyiz ama Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin aktifleştiren devlet, aktif yurttaş, kuvvetli sivil toplum temaları üzerinde epeyce bir süredir durduğunu hatırlayabiliriz. Dolayısıyla, siyasal hareketlerin burada dile getirilen perspektifle bütünleşip bütünleşemeyeceklerine ben şimdi iki açıdan biraz daha geniş yaklaşmak istiyorum. Bir açı daha düşünülebilirdi, o çok daha pratiğe dönük, somuta dönük, fazla gündelik bir yaklaşım olurdu.
Bildiğimiz siyasal hareketlerin, Türkiye’de veya Avrupa’da, Kuzey Amerika’da geçmişte oynadıkları roller, yani bizim burada konuştuğumuz perspektif doğrultusunda bu partilerin geçmişteki performanslarını değerlendirecek olursak, engelleyici rol oynamakla kolaylaştırıcı rol oynamak açısından farklılaşma gördüğümüzü düşünüyorum. Yani birçok ülkede sol diye bildiğimiz, sosyal demokrat diye bildiğimiz partiler burada konuştuğumuz perspektif açısından geçmişteki performansları ile pozitif karne alabilecek durumda. Muhafazakâr kanatta yer alanların ise aynı şekilde başarılı olmadıkları ileri sürülebilir. Ama bu nokta çok fazlasıyla somut olduğu için ona girmeyeceğim. İki noktadan birincisi ekonomik eşitsizlik ve piyasaya bakışımız. Kapitalist ekonominin işleyişi ile buradaki perspektifin bağlantısı, ilişkisi nedir? Yani, şunu söylemeye çalışıyorum, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçişte demokrasinin derinleşmesinde, yaygınlaşmasında, yeni bir siyaset kültürünün oluşturulmasında özgürlüklerin en gelişmişinde fiili olarak kullanılabilir olmasında ne gibi ekonomik sınırlarla karşı karşıyayız sorusu bence çok önemli. Piyasa ekonomisinin işleyişinin etkilerinin ve sınırlarının çok önem taşıdığını düşünüyorum. Ve bunlarla ilgili olarak özellikle ben sosyal demokrat bir perspektifin önem taşıdığını düşünüyorum.
Yani çok basitleştirecek olursam, ciddi kronik işsizliğin, ciddi yoksulluğun, ciddi eşitsizliğin, dolayısıyla yoksunluğun ve dışlanmanın piyasa ekonomisiyle bir ilişkisi olmadığını düşünmek olanaksız. Piyasanın aslında kendisi demokrasiden farklı bir mekanizma. Demokraside eşitlik kavramı içkin, piyasa mekanizmasında ise eşitsizlik kavramı içkin. Piyasa mekanizması kendiliğinden eşitsizliğe doğru götüren bir mekanizma değil. Dolayısıyla bu eşitsizlik sadece sınıfsal ve gelirle ilişkili değil, aynı zamanda birçok durumda cinsiyetle ve etnik kökenle ilgili olarak da karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla, bizim burada düşündüğümüz perspektifin kapitalizmin dinamikleriyle ve kapitalizmin doğasıyla bir şekilde birlikte ele alınması gerektiği kanısındayım. Ve ekonomik eşitsizlik ve sürekli olarak konsantrasyonun derinleşmesi ister istemez politik konsantrasyona katkıda bulunan bir süreç. Özellikle bazı katkı metinlerinde olan mesela siyasetin finansmanı konusu, bugün liberal demokrasinin bütün ülkelerde çok ciddi bir sorunu. Siyasete girmenin parayla bire bir ilişkisi bütün ülkelerde temsili demokrasinin ciddi bir sorunu. Dolayısıyla, üzerinde durulması gerekiyor diye düşünüyorum.
Ekonomik süreçlerin politika üzerindeki etkisi küreselleşme dolayısıyla daha da artmış durumda. Dolayısıyla, ekonomik süreçler, katılımcı demokrasi üzerinde bugün geçmişe göre belki daha fazla engelleyici rol oynuyor. Bu açıdan bakıldığında, Fuat Keyman’ın değindiği noktayı biraz daha açmaya yarayacak. Sosyal demokrasi geçmişten beri kapitalizmin bu olumsuz yönlerini, sınırlarını engellerini tanıdığı için, bunlara karşı daha fazla kafa yormuş politikalar üretmiş olduğu için sahiplendiği ve hakikaten asli sahibi olarak bilindiği temaları bundan sonra da sahiplenmek ve onlar üzerinde düşünmek, tartışmak, program oluşturmak zorunda. Örneğin -çok basitleştirerek söyleyeceğim- sosyal haklar, asgari ücret, en azından belli aşamalarda parasız eğitim, sağlık, yeniden dağıtıcı vergi politikası, ama daha önemlisi -günümüzde daha çok tartışılan- bir işletme düzeyinde ekonomik demokrasi teması ki katılımın çok önemli derecede sınırlandığı yerlerden biri, kapitalist işletmeler. İkincisi, temel yurttaşlık geliri tartışması. Bu da esas olarak katılımın gerçekleşebilmesi için insanların belli bir iş ve gelir sahibi olması, asgari bir eğitim almış olması ve dolayısıyla bunlarla ilgili olarak sosyal demokrasinin bir iddiası olduğunu düşünüyorum.
İkinci değinmek istediğim nokta, ekonomiyi tamamen bir kenara bırakarak, partilerin ve siyasal hareketlerin sahip çıktıkları, asli sahibi olarak kabul edilebildikleri değerler teması üzerinde durmak istiyorum. Bizim burada çok kullandığımız özgürlüğe verilen anlam, şüphesiz liberal gelenek açısından sınırlı bir anlam taşıyor. Sosyal demokratlar açısından farklı bir anlam taşıyor. Dolayısıyla özgürlük, somut yaşamda gerçekleşmesi açısından biraz evvel değindiğim eşitlikle ilgili ve ekonomik olanaklarla ilgili kaçınılmaz bir bağ gösteriyor diye düşünüyorum.
İkincisi, farklılığa bakış, hoşgörü, azınlıklara bakış, çok sesliliğe bakış; mesela milliyet esaslı bir siyaset için bunların anlamı farklı, din ağırlıklı bir siyaset için bunların anlamı farklı, sosyal demokrasi için farklı olduğunu düşünüyorum.
Üçüncü nokta barış, enternasyonalizm, milliyetçilik, ırkçılık, şovenizm, bu gibi kavramlarla ilgili olarak da siyasal yelpazenin farklı yerlerinde farklı anlamlar yüklendiğini düşünüyorum.
Dördüncü olarak devlete bakış, yurttaşa bakış, devletle yurttaş ilişkisine bakış. Aynı çerçevede sivil topluma bakış, yurttaşı yapabilir kılmak, özgürleştirmek, sivil toplumu güçlendirmek. Bu temalarla ilgili olarak da sol bir siyasetle muhafazakâr siyasetler arasında ciddi farklar olduğu kanısındayım.
Beşinci nokta, çevre duyarlılığı ve çevrenin ekonomiyle ilişkisine bakış, çevrenin piyasa mekanizmasıyla ilişkisine bakış.
Altıncı nokta, kadın hakları ve kadın-erkek eşitliği. Hasan arkadaşımın değineceği, Dünya Değerler Araştırması'ndan hareketle bir şey söylemek istiyorum. O araştırmanın esas sahibi diyelim, Engelhart tarafından ortaya konan bir görüş -ki tamamen katılıyorum-, günümüzde esas medeniyetler çatışması demokrasi teması etrafında değil, kadın hakları etrafında. Yani bu Dünya Değerler Araştırması'na baktığımızda, Müslüman ülkelerde demokrasi inancı, isteği vs. ile ilgili cevaplar Batı ülkelerinden çok köklü farklılıklar göstermiyor. Kadın konusuna geldiğiniz zaman muazzam fark göRÜNüyor. Boşanmaya bakış, kürtaja bakış, eşcinselliğe bakış konusunda muazzam bir uçurum var. Dolayısıyla Türkiye’de de bu konulara bakışta özellikle asli özelliği din olan, asli özelliği milliyet olan siyasal hareketlerle sosyal demokrasi arasında çok büyük bir fark var.
Yedinci nokta, hiyerarşiye, otoriteye ve disipline bakış. Yöneten-yönetilen ayrımına bakış. Yönetilen-yönetilen ayrımının yavaş yavaş çözülmesini hedeflemek veya hedeflememek. Merkeziyetçiliğe ve katılıma bakış.
Sekizinci nokta, biraz daha soyut, toplumsal değişime bakış, toplumun ve dünyanın değiştirilebilirliğine inanmak veya inanmamak.
Bütün bu saydığım şeyleri genişletmek veya artırmak mümkün şüphesiz. Ben şöyle bir noktada bulunuyorum. İlhan’ın söylediği, "bu hareketin baştan sosyal demokrat çerçeveye sıkışmaması daha iyi olur"; burada kuvvetli bir argüman var. Veya "zaman içinde kendi programını oluşturacak, ona izin verelim"; bunda da kuvvetli bir taraf var. Ama aynı zamanda şunu da düşünmek eğilimindeyim. Burada düşünülen perspektifle en iyi bütünleşebilecek bildiğimiz siyasal köken, geçmiş dünya görüşü sosyal demokrasi. Çünkü üzerinde çok durduğumuz hakiki özgürlüğün, kullanılabilir özgürlüğün aslında yeterince özgürlük ve adaletle birlikte gerçekleşmesi mümkün diye düşünüyorum.
Erdal İnönü:
Ben daha önce yazılı fikirlerimi bildirmemiştim, onun için biraz haksızlık yapıyorum, daha önce bildirenlere ama saat bir civarında ayrılmak zorundayım, onun için bana böyle bir ayrıcalık tanıdığı için sayın Başkan'a teşekkür ederim. Sayın TÜSES Başkanı'nı kutluyorum bir defa daha bizi bir araya getirdiği için. Sayın Tekeli’nin çok güzel analizi her zaman olduğu gibi bizi iyice aydınlatıyor, ondan sonraki konuşmalar da güzel fikirler söylendi. Şunlar için söylüyorum bunu, burada toplanan insanları, bu dile getirilen fikirleri görünce, bu fikirler elbette Türkiye’nin beklediği şeyler, bunlar bir şekilde gerçekleşmeli diye insan içinden geçiriyor ve gerçekleşmediğini görünce de çok üzülüyor. Ama anlamıyorum niye gerçekleşmiyor, çok doğru şeyler söyleniyor, çok da iyi niyetli ve gerçekçi.
Ben pratikten gelen bir iki yorum yapmak istiyorum her zaman olduğu gibi. Daha önce izin verirseniz, bana gönderilen yazıyı okurken, iki üç not almıştım, onu hemen söyleyivereyim; bunlar biraz mizah şeklinde ama umarım gerçekçi tarafı da var. Bir sayfasında diyor ki Sayın İlhan Tekeli, "ulusçuluk anlayışından bahsederken, kendisi iç dinamik yaratabilen bir ülke dünyanın değişme ve dönüşüm macerasına yaratıcılığıyla katkıda bulanabilen bir ülke haline gelecektir. Öyle bir ülke dünya ülkeleri arasında saygı görecektir, bu ülkenin yurttaşları da böyle bir ulusun üyesi olmanın doyumunu paylaşacaktır." Bunu okurken aklımdan geçen şu oldu, bu söyledikleriniz aynı zamanda kişilerin bir toplumda bağımsızlıklarını sağlamalarının, üstünlüklerini göstermelerinin de esas koşuludur. O da hiç kolay bir şey değildir. Aynı şekilde bir ulus içinde bunları yaparak dünyada kendine yer bulmak hiç kolay bir şey değildir, onu unutmamalı.
İkinci notum şu. Öğrenen parti olma meselesi. Şimdiki durumda partiden beklenen merkezdeki yapılarıyla en doğru olduğunu varsaydığı bir çözümü üretmesi ve bunu halka anlatarak halkın siyasal desteğini sağlamasıdır. Oysa yeni parti bir bilen ve bilgi veren değildir. Ben, siyasete ilk başladığımda üniversiteden gelen bir insan olarak böyle başlamıştım. Malatya’daki ilk konuşmamda çok bir şey söylemedim, orada toplanmış halka sordum, ne istiyorsunuz benden dedim, nedir sıkıntılarınız, kimse bir şey söylemedi, tekrar ettim, gene söylemediler. Ondan sonra basın danışmanımız bir kitap yazdı, İnönü Malatya’da en fena konuşmasını yaptı dedi, gerçekte öyleydi, çünkü halkın beklediği bu değildi. Bunun değiştiğini de sanmıyorum. Burada önemli bir zorluk var, onu da unutmayın.
Üçüncü nokta, bir parti bu şekilde örgütlenirse, Tekeli’nin dediği şekilde, o parti sürekli olarak kendisini diğer partilere üstün kılacak bir birikim ya da genelleştirilmiş potansiyel sağlıyor demektir, tabii bu halde partilerin nihai başarısı da bilgi birikimiyle gerçekleştirebilme becerisine bağlı olacaktır, ama başarılı olacaktır umudu var. Bu süreç, başarı sağlamak için yeterli değildir. Bunu hep görüyoruz. Çok iyi şeyler yapmış olan parti, seçimde kaybedebiliyor. Bu başka bir şey. Onu eleştiri olarak söylemek istiyorum, iyi niyetli bir eleştiri. Bu güzel analizde eksik olan bir taraf o. Toplumsal psikoloji, sosyal psikoloji tarafı yok burada. Onu her tarafına koymak gerekir. Onu da en iyi yapacak insanlar buradadır.
Şimdi başka bir şey söylemek istiyorum. Tekeli arkadaşımız çok güzel bir analiz yaptı ve fikirleri berraklaştırmak için ikiye ayırdı yaklaşımları. Program merkezli yaklaşım, süreç merkezli yaklaşım. Analiz yaparken bunu ayırmak çok güzel. Ama yeni bir hareket başlatmak istiyorsanız bence ikisini birden yapmak zorundasınız. Sadece süreç merkezli başlarsanız, bunu yapan arkadaşlarımız da var, hâlâ da yapıyorlar, bir türlü ilerlemiyor, zor bir şey vatandaşlarımızın meselelere sahip çıkarak, onları savunmaları, ortaya çıkmaları, bir parti genel merkezi arkalarında değilse bunu yapamıyorlar. Çünkü gerçekten ülkenin karşı karşıya olduğu meseleler az çok biliniyor, çözümler de az çok ufukta görünüyor ama bunları topluma kabul ettirmek, önemli bir mücadele konusu. Bunu bir yerde oturan, işi gücü olan vatandaşlardan bekleyemezsiniz. Siz bir yol gösterirseniz, onlar arkanızdan gelebilirler. Ama burada sorumluluğu alacak insanlar gerekli. O insanlar da kolay kolay çıkmıyor. Çıkması için uğraşmak gerekiyor kuşkusuz, ama bunu unutmayın demek istiyorum.
Özetle, bu iki yaklaşımı bir arada götürmek şart. Şimdi, temsili demokrasinin modasının geçmekte olduğu, katılımcı demokrasinin gelmekte olduğunu görüyoruz. Ama bu katılımcı olmak liderlerin, genel merkezlerin rolünü azaltmıyor. Gördüğümüz örneklerde var, işte İngiltere’de İrlanda sorununu çözüm yoluna getiren Blair’in davranışları oldu. Daha evvel o kadar konuşuldu, edildi ama bir lider çıkıp bunun sorumluluğunu aldığında, tabii ki partisinin arkasında olmasıyla, bir aşama sağlandı. Gene bir başka örnek, daha evvel De Gaul Cezayir meselesini kendi otoritesiyle ve yol göstermesiyle çözdü. Temsili demokrasi veya katılımcı demokrasi kitlelere zorlukları aşacak yolları gösterecek insanları ortadan kaldırmıyor. Onlardan burada bahsetmiyorsunuz, onlar kendi kendine ortaya çıkar. Tabii öyle çıkacak ama eğer iyice ayırırsanız bu süreçleri. Hiçbir zaman somut sonuçlar elde etme noktasına gelmeyebilir. Sayın Keyman’ın, sayın Şenatalar’ın söyledikleri sorunlar da öyle. Bunları çözecek güçlerin yerel olarak çıkmasını beklemek bence hayali olur. Onlar bütün toplumu ilgilendiren konular, onları çözecek insanlar da işte böyle yerlerde düşünerek taşınarak sorumluluğu alarak ortaya çıkan insanların partileri olacak, insanlara yol gösterecekler. Bu konuları, bu eksikleri bu güzel analize bir şekilde yerleştirmek gerekir ve tabii sonuç alacak yolları da düşünmek gerekir.
Tekrar edeyim, burada söylenen şeyler Türkiye’de yapılmamış değil. Yani, katılımcı yolu bulmak için söylenen şeyler, karşımda gördüğüm arkadaşlarım bunları yaptılar, hâlâ yapıyorlar. Ben siyasette iken yapmaya çalıştım, Anadolu Konuşuyor diye kitaplar yayımladık, onlar hep yerel insanların sorunlarını dile getirişiydi. Onların hepsinin başarısı genel merkezdeki seçimdeki başarısına bağlıydı, o olduğu ölçüde o gerçekleşti, o olmayınca da gerçekleşmedi. Onun için o tarafı burada eksik. Onu bir şeklide düşünüp yerleştirmek gerekir diye düşünüyorum. Hepinize başarılar dilerim.
Zafer Üskül:
İlhan Tekeli ne kadar ideolojik yaklaşımdan kaçarsa kaçsın, ne kadar program yapmaktan kaçarsa kaçsın, iş dönüp dolaşıp o noktalara geliyor. Şimdiye kadar yapılan konuşmalara bakınca neredeyse partinin programının bazı ana hatları bile burada söylendi, yazıldı, demek ki bu kaçınılmaz bir şey. İlhan Tekeli’ye şunu sormak istiyorum: Bir değişimi gerçekleştirmekten hep söz ediyoruz değil mi? Peki o değişimi biz hangi doğrultuda gerçekleştireceğiz? Bu soruya bir cevap aradığımız anda aslında dünya görüşümüzü ortaya koymuş olmuyor muyuz? Koymak zorunda değil miyiz? Yani ideolojik bir bakışı belirlemek zorunda değil miyiz? Dolayısıyla, ideolojik bir arayışla böyle hiçbir şeyi belirlemeden ortaya çıkarak gerçekleştirecek bir arayış arasında belki de o kadar da büyük bir fark olmaması gerekiyor. Bunların iç içe girmesi gerektiği kanaatini ben de taşıyorum. Program, aslında çıkış noktası bellidir. Buradaki insanlar bu çalışmalara katılıyorlarsa, belli bir bakış açısına sahip oldukları için bir aradadırlar. Tabii programın ayrıntıları süreç içinde belirlenebilir. Ama esas bellidir burada. Genel çizgi, genel doğrultu bellidir. Dolayısıyla bu "ideolojik seçmeden yola çıkmamalı" anlayışını herhalde biraz bir kenara bırakmakta yarar var diye düşünüyorum.
Biz, sonuç olarak bu çalışmayı bile bir programa bağlamadık mı? Program, tartışılacak konular belli olmasa da ortada. Bir yandan da bu çalışmanın bile bir tüzüğü yok mu? Bir başkan seçtik oturttuk. Yarın, hatta Mehmet Ural’ın yaptığı açıklamaya göre toplantının sonunda yarım saat bu çalışmaları nasıl sürdüreceğimizi konuşacağız. Yani bir tür tüzük belirleyeceğiz. Dolayısıyla, program çalışması, tüzük çalışması ve süreç, bunların hepsinin birbirinin içine girmesi gerekir gibi geliyor.
Ben ısrarla, Ural sözünü etti, bu işin finansmanı konusunda da bir karara varmak gerektiğini düşünüyorum. Bu toplantının bir de finansmanı var, bir destek bir yerlerden sağladık. Aslında buna ihtiyacımız olmayabilir, değişik katılımla bu toplantının finansmanını sağlayabilirdik. Ama iş bir adım daha ileriye gittiği anda çözümü bulmamız gerekiyor. Bulunacak çözüm, bence hareketin niteliğini de doğrudan etkileyebilecek bir çözüm olacaktır. Şöyle ya da böyle etkileyecektir, ama mutlaka etkileyecektir.
Aslında, iç dinamik yaratma konusunda İlhan’ın çok ısrarı var, çok doğru. Ama hiçbir siyasi parti iç dinamik yaratmıyor diyemeyiz. Bütün siyasi partiler iç dinamik yaratıyorlar, ama onların yarattıkları iç dinamik bizim yaratılması gerektiğini düşündüğümüz iç dinamik değil. Galiba sıkıntı biraz oradan kaynaklanıyor.
Öğrenme süreci de aynı şekilde. Bütün siyasi partilerde var, yok değil. Tabanda da var. Sadece o öğrenme sürecini belirleyen partilerin genel merkezleri değil, tabanda da gidiyorsunuz ilçe örgütüne orada başkalarının önü nasıl kesilir, delegeler nasıl ayarlanır vs. vs. konularda hızlı bir öğrenme süreci yaşanıyor. O da bir öğrenme sürecidir. Bizim özlediğimiz, istediğimiz öğrenme süreci bu değil elbette ama, o zaman bizim ihtiyacımız olan şey galiba belli bir dünya görüşünü gerçekleştirmek amacına yönelik olarak demokratik yöntemleri ve katılımcı yöntemleri uygulayarak belli bir programın yaşama geçirilmesini sağlayacak bir başka parti modelini yaratmak üzere çalışmaya devam etmek. Sonuçta, biz dünyayı değiştirmek istiyoruz, buradaki insanlar, tabii ki kendimiz için bunu istiyoruz. Ama sadece kendimiz için de istiyor değiliz, bütün bir toplum için de istiyoruz. Ama bu toplum burada yok. İşin neresinde onlar devreye girecek, bunun mekanizmalarını da şimdiden öngörmek gerekiyor. Bunu tabii ki ortalama insana bırakarak, hadi gel bu modeli sen oluştur diyecek halimiz yok. Tabii ki buralarda bu çalışmalar olacak, bu işin bir elitist yanı var. Ama dünyayı belli bir doğrultuda değiştirmek isteyince, belli doğrultuda dünya değiştiğinde bu değişimden yarar sağlayacak insanların da sürece katılmasının modelinin de önceden düşünülüp ortaya konulması gerekiyor.
Bütün bu İlhan’ın yazdıklarını okuduktan ve bugün anlattıklarını dinledikten sonra kafam biraz karıştı, çok fazla soru oluştu kafamda, ama bundan sonra yapılacak konuşmalarla daha bir netliğe doğru gidebileceğiz sanıyorum. Saat bir oldu, süremiz de doldu galiba.
Ali Yaşar Sarıbay:
Kısaca bahsedeyim, İlhan Bey’in yazılı metnini okuyup, yazılı bir metin yollamıştım ama burada yaptığı konuşmaları da dikkate alarak ana hatları çerçevesinde bir şeyler söylemek istiyorum.
İlhan Tekeli’nin yaptığı şey belki de bir sivil toplum kuruluşunu veya sivil toplum hareketini tanımlama çerçevesinde mütalaa edilebilir. Ama burada da toplumu total olarak kapsayan, kucaklayan bir anlayış ister istemez gündeme geliyor. Çünkü kendisi de böyle ifade etti, yeni bir insan yaratmak son derece bizi baştan felç edebilecek bir anlayış şeklinde tezahür edebilir. Çünkü biz aynı zamanda çoğulcu, kompleks, farklılaşmış bir toplumdan ve dünyadan bahsediyoruz. Ama Türkiye'deki gibi parti parçayı toplumla özdeş görme, her kesimde yaygın bir anlayış olduğundan dolayı, İlhan Bey'in meramı bu değil ama iyi huylu bir totalitarizm anlayışına yol açabilecek bir formülasyondur.
Şimdi ikinci husus, satır aralarında yönetilenlere layık olmayan yöneticiler teşhisi var gibi. Yani biz yönetilenleri spot altına almıyoruz, oysa baktığımızda kısmen buna sayın İnönü değinmişti, yapılan araştırmalar, biraz eski ama 70’lerde mesela Profesör Özbudun’un parti patronajı konusunda yaptığı bir araştırma var. Ve bu partiler, orta sağ, orta sol ve bugünkü gibi belki süreç merkezli bir parti olarak çıktığını iddia etmiş olan tip, üçü de patronaj siyasetini benimsemiş, buna yönelik talepleri karşılamaya uğraşan partiler. Mübeccel Hanım'ın daha geniş çalışmalarından bahsetmek istemiyorum, o da böyle bir anlayışın varlığını söylüyor. Sayın İnönü halka ne istiyorsunuz dediği zaman bunun cevabı var, şu meselemi halledin, çocuğuma iş bulun, askerlik konusunda bana yardım edin, ruhsat çıkarmamda bana yardımcı olun gibi somut talepleri var ve bu patronaj ile ilgili bir şeydir. Ve partilerin, yöneticilerin en iyilerinin bile eli kolu bağlıdır bu talepler karşısında.
Başka bir husus, daha çok neye karşı olmalıyız şeklinde değil de, neye taraf olmalıyız şeklinde öneriler var, hocamızın yaptığı öneriler var. Bunun da yine yeni insan yaratmakla birleştirildiğinde sorunlu olduğunu düşünüyorum. Çünkü biz neye karşı olduğumuzdan hareket edersek, daha somut şeyler söyleyebiliriz. Ama neye taraf olduğumuz, burada da işaret edildi, tartışmalı kavramlar gündemde. Mesela adalet dediğiniz zaman sosyal demokrat bir kişiden John Rose’dan örnek vermek gerekirse, hakkaniyet olarak adaletten bahsetmektedir. Yani tek başına adalet kavramının sorunlu olduğunu iddia eder. Bunun açılımında bizim söyleyeceğimiz şeyler olması gerekir. Tabii iç dinamik dediğiniz zaman aslında dinamik olmayan bir toplum yok. Fakat bu iç dinamiğin kanalize olduğu yerler var. Bunun üzerinde durmalıyız. Gene başka bir hususa değiniyor hocamız, yeni bir milliyetçiliğin formüle edilmesi gerekir dediğimizde gene baştan ket vurmuş oluruz bazı şeylere. Çünkü bu da sonunda iyi milliyetçilik olacaktır. Problem şu o zaman: Çoğulcu, kompleks, farklılaşmış bir toplumun bir parçası olmak vardır ve benim görüşüm budur, rekabetçi bir anlayışla bu görüşü formüle etmek vardır. Fakat benim görüşüm dışında bu toplum çoğulcu, kompleks, farklılaşmış bir toplum olarak doğru düzgün bir hale getirilebilir demek vardır. Bu da totalleştirici bir anlayıştır. Şimdi biz bunun hangisinden yana olduğumuzdan hareket ederek yeni bir yönelim kazanabiliriz. Teşekkür ederim.
BAŞKAN:
Önce hem dört kuruluş adına bize bugün ev sahipliği ve ev sahipliğini de güzel bir yemekle sürdüren Bilgi Üniversitesi’ne Rektör Yardımcısı'nın şahsında teşekkürlerimizi sunuyoruz. Şu ana kadar sayın Hasan Kirmanoğlu, sayın Hasan Bülent Kahraman, sayın Erol Katırcıoğlu, sayın İlter Turan, sayın Hasan Cemal ve sayın Hüseyin Ergün’ün söz istedikleri iletildi. Önce, sayın Ayşe Ayata, buyurun.
Ayşe Ayata:
CHP 1970’lerde önemli bir siyasi aşama kaydederken, bugün İlhan Hoca'nın söylediği anlamda değil ama ciddi bir form değişikliğiyle birlikte, yani siyasete katılma formunu da değiştirerek, özellikle parti içinde değiştirerek bu başarıyı elde etti. Bunu önemli bir unsur sayıyorum. Buna bir şekilde dikkatinizi çekmek istiyorum.
Öbür taraftan, sahiden siyasette 60’larda kurulmuş olan siyasi katılma süreçleri, parti içi siyasi katılma süreçleri merkez sağda da merkez solda da çeşitli şekillerde devam ediyor. Bunun da kayırmacı politikalar çerçevesinde olduğu daha önceden birkaç kere söylendi. Seçmen karar verirken, önemli bir unsur olarak şunlara dikkat ediyor. Kim kazanacak, kim kaybedecek, kim kazanırsa ona doğru hareket edeyim ki kaynakları bana o getirecektir, böylelikle kaynaklardan kendime düşen payı alayım. AK Parti iktidara geldikten sonra bu soruyu göz önünde tutarak Tire’de merkez sağ üzerinde çalışmaya başladım. Tire ile ilgili ufak bir şey söyleyeyim. Tire bütün siyasi yaşamı boyunca merkez sağa oy vermiş olan bir ilçe, hep merkez sağa oy vermiş, başka bir yere oy vermemiş, gene büyük anlamda söylüyorum. Bu son seçimlerde AK Parti'ye oy vermişler. Yani “merkez sağ niye kaybediyor”u görmek için veya “AK Parti yeni bir katılım türü getiriyor mu”yu sormak için orada bir şey yaptım. Ve şunu gördüm ki, AK Parti patronaj sistemini konsolide etme sözü dışında hiçbir şey vermemiş. Yani yerel olarak baktığımız zaman AK Parti kendisini katılım sistemini değiştirmek veya biçimi, formu değiştirme yönünde bir şey yapmamış. Patronaj sistemini nasıl en iyi kendisinin konsolide edeceğine yönelik olarak yerelde hep bu mesajları vermiş. Sadece çok önemli bir şey karşımızda. Patronaj sistemi, kayırmacı siyaset konusunda AK Parti çok ciddi bir sıkıntı içinde, çok büyük bir sıkıntı yaşıyor, patronaj sistemini sürdürmek açısından. Ama AK Parti ile birlikte, patronaj sisteminde, kayırmacı sistemde de büyük bir kriz var. Yapısal uyum ve AB politikaları kayırmacı sistemde ciddi bir sıkıntı yaratmış durumda. Çünkü kayırmacı sistem ancak kaynakların çok büyük bir kısmının siyaset kanalıyla dağıtıldığı sistemlerde mümkün. Bu azaldıkça, yani siyasetin kaynaklar üzerindeki egemenliği azaldıkça kayırmacı sistemi yürütmekte son derece zor bir hale geliyor. Ufak bir şey, 17 Aralık günü ben Tire’deydim, bütün Türkiye gazeteleri AK Parti'nin başarısı başlığını attılar, ben Ankara’ya döndüğüm zaman, vallahi AK Parti'nin işi zor, balayı bitmiş dedim. Yani, hiç de yerelde aynı heyecanın görülmediği, çünkü bir şekilde onların da bir şeyi dağıtmadığı, yerine getiremediği konusunda bir şey var. Onun için ben başka bir açıdan da sürecin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yani süreç, siyasetin yapılma süreçleri sadece yeni bir arayıştan dolayı değil, aynı zamanda eskisinin de ciddi olarak bittiğini gördüğümüz için önemli geliyor bana. Yani eski katılma süreçlerinde de ayrıca bir kriz var, temsili demokrasinin içinde olduğu krizin dışında da bir kriz var.
Onun için de bence siyasetteki süreci ciddi olarak sorgulamamız lazım; açılım sağlamak da, siyasetin gerçekten yapılış formu üzerinde bir şekilde oynamak veya onunla onun çerçevesinde düşünmekten geçiyor, ben bu açıdan İlhan Hoca'ya çok ciddi olarak katılıyorum.
Şimdi birkaç soru sormak istiyorum, cevaplarını ben de çok iyi bilmiyorum. Süreçle oynamak çok önemli. Sadece bu süreci sürükleyecek toplumsal kesimlere ihtiyaç var. Bu toplumsal kesimler var mı? Yani süreçle oynayalım, doğru, ama süreci sürükleyecek toplumsal kesimler var mı? Benim bunun özellikle yerelde ne kadar mümkün olduğu konusunda soru işaretim var. Ama denenmesi gereken bir şey, mutlaka oluşturulmaya çalışılması gereken bir şey. Ama yeni bir süreç, yeni bir toplumsal kesimin motorluğuyla yürüyebilir, 80’ler öncesinde, yani 70’lerde mesela CHP böyle bir toplumsal kesimi de yakaladı. Demokrat Parti yakalamıştı, Adalet Partisi yakalamıştı, yeni formlar sürerken ANAP yakalamıştı, böyle bir toplumsal kesim var mı? Bunun üzerinde durmak lazım. Bu sürecin motoru olacak olan bir kesim.
Aktif yurttaş yok denildi. Doğru, aktif yurttaş dünyanın artık hiçbir yerinde bu anlamda yok. Bizim klasik siyaset biliminde beklediğimiz aktif yurttaş, dünyanın hiçbir yerinde bu anlamda yok. Onun için de aktif yurttaşın birimini çok iyi tarif etmek lazım. Nerede aktif olacak bu yurttaş? Bunun üzerinde düşünmek lazım. İlhan Hoca'ya çok katılıyorum, katılım ancak planlanarak oluşabilecek bir şey ve bu planlamanın içinde de bu birimi iyi tarif etmek lazım. Eskisi gibi siyasi partilerin uğraş alanlarının bu birimleri oluşturacağı kanısında da değilim. Yani, salt siyaset alanları insanlara cazip gelmiyor, aktif olmanın da yeri olmayabilir. Yani siyasi partilerin kendilerini ileriye yönelik olarak düşünürken, biraz daha farklı alanlarla nasıl eklemlenebilirim diye düşünmeleri gerekiyor. Sadece sivil toplum kuruluşları değil, başka kuruluşlar da olabilir bu. Okul aile birlikleri bile bunun güzel örneklerini oluşturabilir. Birazcık aktifliğin alanı üzerinde düşünmek lazım.
Şimdi öbür taraftan, sayın İnönü sahiden bence çok gerçek bir şeyi söyledi. Şimdi iktidar eksenli olmamak çok güzel de, iktidar eksenli olmadığınız zaman kaybetmenin tarifini de ilk günden yapıyor olabilirsiniz. Yani biz iktidar eksenli değiliz dediğiniz zaman, vallahi kardeşim bunlar zaten iktidar eksenli değilmiş, onun için biz iktidara eksenli birilerini bulalım ile hemen ilk dakikada karşılaşma ihtimali çok fazla. Bunun için de şunu sormak istiyorum, bunu mesela, sahiden medyaya şu soruyla hareket edebilir miyiz? Medya, böyle bir şeyle çıkıldığı zaman bunun lideri kim diye sormayacak mı? Çünkü bir lider kim sorusuna cevap veremediğiniz zaman hiçbir yer edinemiyorsunuz. Mesela bunun programı veya bunun örgütü nerede, kimdir bunlar sorusunu sormayacak mı? Bunlar üzerinde de bir şekilde durmak lazım. Çünkü iktidar eksenli veya hiç değilse hemen iktidar eksenli değiliz dediğiniz zaman bu kaybetmenin de gerekçesi olmamalı diye düşünüyorum.
BAŞKAN
Sayın Ayata’nın dile getirdiği soruların bir kısmını belki eşi de yanıtlayabilir diye düşünerek, buyurun Sencer Bey.
Sencer Ayata:
Çok teşekkür ederim, aile içinde bir paslaşma gibi oldu ama kusura bakmayın. Zaten dünya kadınlar günü falan, hepsini düşünerek önceliği Ayşe’ye verdim. Ayrıca TÜSES’e çok teşekkür ederim, birçok şeylerin yanı sıra Ankara’dan gelip de İstanbul’da bu kadar itibar ve imtiyaz görmek her zaman rastlanılan bir durum değil, Ankaralı olmak İstanbul’da biraz zordur.
Ben bir tek vurgu yapmak istiyorum: Çok zengin bir tartışma var, birçok açıdan yaklaşılabilir. Bir vurgu için söz aldım daha çok. Şimdi İlhan Hoca'nın sunuşunu dinledik, ondan sonra İlhan Hoca'nın sunuşuna yönelik olarak son derece güzel, içerik bakımından da zengin değerlendirmeler oldu. Şimdi, siyaset üzerinde düşündüğümüz zaman, siyasi parti üzerinde düşündüğümüz zaman bunun belli öğeleri var; siyasi ideoloji, siyasi program. Bunlar üzerinde düşünüyoruz, siyasi kültür üzerinde düşünüyoruz, siyasetin tabanı üzerinde düşünüyoruz, siyasetin örgütü üzerinde düşünüyoruz. İlhan Hoca'nın konuşmasında, kendisi aynı görüşü benimle paylaşmayabilir ama daha çok siyasi pratik üzerinde konuştuk. Benim kanım, siyasi pratik siyasette üzerinde çok konuşulmayan bir konu. Bence burada esas altı çizilmesi gereken nokta o.
Ben de bir iki kısa değerlendirme yapacağım, İlhan Hoca'nın içeriğine yönelik olarak. Ama içeriği ne olursa olsun bence İlhan Hoca'nınburada aldığı inisiyatif ve başlattığı tartışma konusu önemli. Onu kaybetmemek çok önemli. Bunu siyasette kaybetmenin önemli bazı zaafları olacağını düşünüyorum. Üç sene oldu yanlış hatırlamıyorsam, Pera’da benim de bir konuşma için geldiğimde, aynı noktayı dile getirmeye çalışmıştım. Şöyle çok kısaca özetleyeyim: Bakınız ben bir üniversitede çalışıyorum. Üniversitede yaklaşık 800 öğretim görevlisi, binlerce asistan. ODTÜ de bir stratejik plan yapma çabasında ve bilinç sahibi, kendisini örgütleyen, yenilemeye çalışan bir örgüt olarak üniversite “ben nasıl dünyada rekabetçi konuma gelirim” diye olağanüstü yarışa girmiş durumda. Şimdi başka örgütlere bakıyorsunuz, zaten firmalar dünyasında bunu görüyorsunuz. Ama diğer yanda bütünüyle -buna isterseniz küresel rekabet koşulları deyin- bu yarışa, bu iddiaya kendisini neredeyse kapamış, içindeki iktidar ilişkilerini ve güç yapılarını bütün bu değişim süreçlerine rağmen zorla devam ettirmeye çalışan siyaset yapıları. Şimdi bu parantez içine alınmış Türkiye’de, akademik dünya da üzerine çok gitmiyor, medya dünyası da üzerine gitmiyor. Özellikle siyasi partilerin içinde olanlar da bunun üzerine gitmiyorlar. Yani böyle bir olguyla karşı karşıyayız.
Şimdi şöyle toparlayayım, örneğin, liderlik sultası gibi klişe bir söz var. Sonra liderlik sultası denince bir literatür de gelişmiş, herkes bazı şeyleri alt alta sıralıyor, bundan neyi anladığını, bunun neden olumsuz olduğunu ifade ediyor. Birkaç şey daha var; benim gönlümde bütün üyelerin oy verdiği bir demokrat parti yatıyor gibi cümleler de var. Peki, onun dışında -bunların dışında tabii ki bunlara başka şeyler ekleyebiliriz- bütün saydığım farklı kurumlar ve yaklaşımlar siyasetin malzemesini nerede masaya yatırıyorlar, inceliyorlar? Burada büyük bir boşluk var Türkiye’de. Siyasetin İlhan Hoca'nın söylediği bu pratik üzerinde, bu siyasi pratik dünyası üzerinde somut olarak konuşmuyoruz. Olmuş bitmiş kabul edilmiş diyoruz ve geçiyoruz bunları. Belli olumsuzluklar olabilir bunlar, belli olumlu yönler olabilir.
Özet olarak şu vurguyu yapmak istiyorum. Sayın İnönü söyledi, sayın Üskül söyledi, birçok arkadaşımız dile getirdi. Tabii siyasi ideoloji üzerinde konuşulacak. Burhan söyledi, tabii program üzerinde konuşulacak, zaten yapılmakta. Çok büyük eksikler var. Konuşulmuş konuşulmuş tüketilmiş de değil, kesinlikle bunu ifade etmiyorum. Ama burada şunun altını çizmek istiyorum. Tabandan bir nebze söz ederken, örneğin seçmen tabanı bağlamında, ideolojiden, programdan, başkalarından söz ederken, bu siyasi pratik dünyası üzerinde konuşmuyoruz. Konuştuğumuz zaman da ne oluyor, parti dünyası içinde benim eskiden beri kullandığım bir özet vardır: Kim? Kiminle? Kaç kişiyle? Kiminle beraber? Kime karşı? Siyasi partilerin içinde hep bu konuşuluyor. Başka da bir şey de konuşulmaz zaten, bu konuşulur. Biraz da işte liderlik sultası, benzer söylemler; delegeler mi seçsin, kim seçsin? Orada bitiyor siyasi pratik üzerinde konuşma. Bunu açmak lazım. Bu konuyu çok derinlemesine götürmek lazım.
Bakın ben sadece bir örnek vereyim. Bu başka şeylere kesinlikle mani değil. Zaten birbirini tamamlayıcı biçimde iç içe geçirerek de yapmak lazım. Biraz polemik olacak ama liderlik sultasını hep konuşuyoruz. Benim bir gözlemim var, liderlik sultası, bir liderlik anlayışı dünyası içinde gerçekleşiyor. Müzmin genel başkan adayları var her partide. Ve bütün pratiklerini devamlı olarak biraz da geçmişteki deneyimlerden öğrenerek, ben eğer dişimi sıkar da dayanırsam bir gün sıra bana da gelir anlayışı. Şimdi bakınız, kim izledi, kim çalıştı liderlik stratejilerini? Liderlik stratejisi diye bir olgu var Türkiye’de, bütün siyasi partilerde. Yani ben kendim genel başkan oluncaya kadar partiye şu şu katkıları yapmam, kendi sıramı beklerim, bütün mesele benim liderlik sıramın geldiği an, geldiği noktadır.
Şimdi demek ki liderlik sultasının hemen yanında onunla birlikte giden bir liderlik yarışı anlayışı var. Bu bir kurum, bu neredeyse Türkiye’de siyasi partilerde kurumlaşmış bir olgu. Biz eğer bunu masaya yatırıp, nedir bu liderlik yarışı, nasıl bir anlam dünyası, nasıl bir siyasi ilişkiler dünyası içinde gerçekleşiyor sorusunu ortaya atmazsak, bunu incelemezsek, zannediyorum, liderlik sultası meselesini de kavrayamayız. Çok başka örnekler de verebilirim, en çok burada kayırmacılık konuşuldu.
Şimdi, kayırmacılık konusunda bu bir siyasi, pratik kayırmacılık. Tıpkı onun gibi nasıl bir kurumsallaşma içinde, hangi ortamlarda kayırmacılık kendisini yeniden üretiyor. Zaafları neler, nerelerde kırılgan olmaya başladı, kayırmacı siyasetin yerine hangi mekanizmalar konabilir? Eğer bunların üzerinde eski deyimle münhasıran kafa yormazsak, ayrıca bunları konuşmazsak, zannediyorum siyasi reformun değişimin yenilenmenin çok önemli bir ayağını ihmal etmiş oluruz, ben bunun önemli ölçüde yapılmadığı kanısındayım.
Şimdi İlhan Hoca, benim okuduğum kadarıyla üç önemli şey söyledi -başka şeylerin yanı sıra-, yaptığı program ve süreç ayırımı ki bence çok önemli. Bizzat onu siz bundan sonraki bir çalışmanızda -programcı siyasi yaklaşımı- hangi siyasi kültür ayakta tutuyor, dayanakları nelerdir, sürece dayalı siyasi kültür nasıl geliştirilebilir; bu soruyu sorup onun üzerine giderseniz çok iyi olur. Hep beraber tabii, ben özellikle burada size İlhan Hoca her şeyi çözer gibi bir özel güç atfetmek istemiyorum.
Şimdi, kısaca şunu söyleyeceğim. Bakın, İlhan Hoca iç dinamik demiş. Ben Pera’daki konuşmamda siyasi partilerin ve hareketlerin otonomisi yok dedim. Aslında, burada iç dinamik bir otonomi sorunudur. Şimdi otonomi sorununa çok örnek var, ben şöyle basit bir örnek vereyim. AB’nin evrensel kuralları var, Türkiye ona uymalı diyoruz. AB’nin kuralları ne kadar evrensel, ciddi sorguluyor muyuz? Yani şu anlamda, biz Kopenhag Kriterleri'ni atlatalım demiyorum, Maastricht Kriterleri bize göre değildir demiyorum. Soru o değil, ama bakınız birinci genişleme süreci, daha doğrusu ilk altılının kendisini oluşturma süreciyle daha sonraki onlu katılım birbirine benzedi mi? Farklı bir dinamik vardı. Güney Avrupa’daki diktatörlükleri sona erdirmek isteyip, Akdeniz’e açılmak isteyen AB’nin üç ülkeye yaklaşımı daha sonraki on Doğu Avrupa ülkesinin, Sovyet bloku ülkesinin absorbe edilmesine dayalı olan modele benziyor muydu? Elinden tuttular, birlikte maddi katkılar yaparak, Kopenhag Kriterleri, Maastricht Kriterleri olmadan aldılar onları. Daha sonra Doğu geçişine, dönüşüne yönelik olarak Maastricht ve Kopenhag kriterleri getirildi. Şimdi bakınız neden otonomi ve iç dinamik çok önemli? Bir müzakere sürecine gidiyoruz, hiç birbirimizi aldatmayalım. Türkiye’ye özgü, ulusal olmayabilir ama Türkiye’nin entegrasyon süreci tabii ki genişlemenin farklı bir noktasıdır, farklı bir süreç içerecektir, benzemeyecektir öbürlerine. Yani bu konularda son derece realist olmak lazım, onun için de otonomi sorusu, otonomi konusu, burada siyasi otonomi son derece önemli, İlhan Hoca bu örneği yerelden yaptı, ben istiyorsanız ulusal da olmayan, doğrudan bir örnek vereyim. Ve bunlar üzerine hassasiyetle düşünmeden, örneğin bu siyasi partilerin otonomi sorusunu ciddi olarak programatize etmeden bence çok bir yere varamayız. Bunun doğrudan doğruya içeriği yerel bir ulusallık olmayabilir, onu aşkın başka sorunlar da olabilir.
Yine ikincisi bilgi yoğunluğu. Şimdi, ben onu öyle tercüme ettim, neden, bütün çalıştığımız alanlarda çok net bir şekilde dünyanın gittiği yeri bir bilgi yoğunlaşma süreci olarak görüyoruz. Oysa biraz önce Ayşe değindi, başka arkadaşlarımız değindiler, 1960’larda kurulmuş olan ve bugün bütünüyle yozlaşmış olan bir siyasi parti modeli ve sistemi zorla kendini yeniden üretiyor, tıkandı bu. Yani artık sayısız platformda konuşulduğu gibi AKP ne kadar güzel yaptı, kılcal damarlarını daha da genişletti, daha da genişletti, bir evi günde dört kere ziyarete başladı. Biz niye yapmıyoruz, onlar şu menfaatleri taşıyorlar, biz neden iki mislini taşımıyoruz. Şimdi bu çıkmaz bir nokta. Bu siyasi parti modeliyle yani kılcal damarları daha da genişletelim, bu çıkmaz. Onun için İlhan Hoca çok haklı, yaratıcı olmak lazım. Öylesine etkin parti modeli oluşturmak gerekir ki, bu içinde bulunduğumuz eskimiş siyasi parti modelinin kısıtlılıklarını aşmak mümkün olsun. Bu ancak bilgi yoğun bir sistemle olur. Ben İlhan Hoca'nın söylediği üç noktaya kendimce tartışmayı zenginleştirmek için küçük katkılar yapmak istiyorum.
Bilgi yoğunluk, hepimizin bildiği gibi bir kere daha söylüyorum, bütün örgütlerin, bütün toplumların, her geçen gün daha çok gittikleri, daha fazla yöneldikleri bir nokta. O kadar da önemli ki bu yerel merkez dinamikleri, bir küçücük örnek vereyim. Erdal Bey çok güzel bir hikâye anlattı. Ben bir UNDP araştırması yapıyordum Diyarbakır’da. Herkesten önce araştırma başlamadan kendi paramla gittim. Yerel bilgiye duyduğum saygıdan dolayı. Bu bir istihdam yaratma projesiydi. Teker teker oradaki bu konuyu en iyi bildiğini düşündüğüm yedi, sekiz kişiyle konuştum. Geldim Ankara’da bürokrasiye anlatmaya çalıştım ki bizim muhatabımız olan GAP İdaresi'ne, orada kuvvetli yerel bilgi var, bu bilgiyi alalım kullanalım. Bunun için de oradaki insanları Ankara’ya davet edelim dedim. Haftalar geçti, aylar geçti o davet yapılmadı. Ekonomik meseleyle de hiç ilgisi yok. Ayrıca da bürokratlar yaşlandık diye sayıyorlar bizi, aman hocam, tabii yaparız hocam, ne demek hocam, hemen yaparız hocam diyorlar, ama yapılmadı. Bir gün ben orada bir anket çalışması yaptım, Diyarbakır’da. Onun sonuçlarını yazdım verdim, 50-60 sayfalık. Hocam dedi senin dediğin toplantıyı yapalım dedi, neden yapmadın şimdiye kadar dedim, hocam olur mu ben Diyarbakır’da adamın karşısına çıkıp, ona soru soracağım, ondan öğreniyor olacağım ve devlet olarak ben hiçbir şey bilmiyor olacağım. Üzüldüm buna, ama bakın Diyarbakır’a gittiğimiz zaman merdivenden yan yana inerken, orada bir Diyarbakırlı geldi dedi ki, ben de toplantıda sordum, siz ne düşünüyorsunuz diye. Bu nasıl devlet dedi, bu nasıl devlet, ne yapacağını bana soruyor dedi. Bunlar son derece önemli, üzerinde durulması gereken konular.
Son noktayı çok açmayacağım; siyasi ahlak. Bakınız, sol Türkiye’de biraz faydacı dünya görüşünün etkisiyle, biraz pragmatizmin etkisiyle ahlak alanından hemen hemen bütünüyle çekilmiş olduğu için, problemleri saptamadığı için ahlak konusu Türkiye’de çok büyük ölçüde din temelli değerler, din temelli kurallara dayalı olarak geliştiriliyor. Açınız herhangi bir yerel radyoyu her gün sabahtan akşama kadar en ince ayrıntılarıyla her konuda o gün o vatandaş, dindar insan ne yapmalı, doğru davranış nedir, bunun üzerinde duruyor. Oysa sosyal demokratlar, sol bu alandan çekileli, bunu ayrıca mesele yapmaktan çekileli o kadar uzun zaman geçti ki bence bu siyasi ahlak konusu meşruiyet vs. açısından da çok önemli.
Şöyle bağlayayım. Demek istediğim şu. Siyasetin bir malzemesi var, siyaset o malzeme üzerinden yapılıyor, şimdi bu malzeme üzerinde hiç konuşmazsak, hiç düşünmezsek, tekrar söylüyorum, siyaset yapmanın mutlaka en başat öğelerinden birisi siyasi ideolojidir. Bu vazgeçilmezdir. Program vazgeçilmezdir. Siyasetin ciddiyetini veren de budur zaten. Ama bu nasıl bir örgüt dünyası içinde olmalı? Ortalama siyaset yapan bireyin siyasi ve toplumsal özellikleri nelerdir, bunlar aralarında nasıl ilişki kurarlar, bu ilişkiler nasıl kuramsallaşır, bunların dış dünyayla olan ilişkileri nelerdir, en basit sorular, bunlar üzerinde konuşmazsak, bu siyaset eksik kalır. Bu vurguyu yapmak için de bakınız şunu söyleyeceğim: Örneğin Fuat Keyman’ın son derece güzel özetlediği, Burhan’ın son derece güzel özetlediği gibi, o kadar önemli değişim sorunları var ki, tam tersine bunlar birbirini dışlamaz. Eğer biz kayırmacılığın yerine nasıl bir örgüt modeli koyacağız sorusunu bu değişimleri hesaba katmadan, bunları onun malzemesi yaparak tartışmıyorsak, incelemiyorsak zaten bir yere gitmez, bunlar birbirini dışlayan şeyler değil. Ama yerel olarak örneğin o yerel örgüt temelinde ve bazında o değişim kimlerle, nasıl olacak, artık kendisini üretmekte tıkanan, durma noktasına gelmiş, donmuş, yozlaşmış ilişkilerin yerine neyi koyacağız sorusunun üzerine dinamik bir şekilde gitmeden bence çok bir yere varmayız, varamayız.
Onun için derim ki ben, bugünkü toplantı bir kopuştur. Yeni bir siyasi tasarım diye söylediniz; bu tasarımın içeriğini atlamayalım. İdeolojiyi konuşalım, programı konuşalım, tabanı, seçmeni hepsini konuşalım. Ama burada bir sayfa açılmıştır, o sayfayı kapatırsak bence çok iyi bir şey yapmış olmayız. Burada büyük eksiklik var, ben öyle görüyorum ki önümüzdeki dönem siyasette bu konuda İlhan Hoca çok yaratıcı dedi, yenilikçi olan, bu konuda ortaya yeni vaat ve anlayış ve modeller geliştiren siyasi akım Türkiye’de öne fırlayacaktır, diğerleri de onu izleyecektir, büyük bir avantaj kazandıracaktır, bunu derinleştirelim. Çok teşekkür ederim.
Hasan Bülent Kahraman:
Ben de öncelikle her zaman bütün çalışmalarını dikkatle izlediğim İlhan Tekeli hocamıza teşekkür ederek başlayayım. Daha önceki toplantılara katılmamıştım bu konudaki. Fakat metni okumuştum. Şimdi daha yenilemiş olarak ve İlhan Hoca'nın kendi önerdiği formüle uygun bir biçimde onu zenginleştirmiş olarak yaptığı bu sunuştan çok yararlandım. Ben son iki haftadır biraz da gazetedeki köşe yazılarının sistematiğine aykırı bir biçimde Türkiye’de ansızın patlayan, belli çevrelere göre ansızın patlayan bu muhalefet olgusu üzerinde yazıp duruyorum. Yani acaba Türkiye’deki muhalefet kavramı nedir, bu konuda ayrı bir çalışmam daha var, fakat köşe yazılarında öncelikle ele aldığım konu budur. Ve tabii ki şöyle söyleyelim, dünyanın sıfır noktasında konuşmuyoruz. Hepimiz içinde bulunduğumuz günün ortamın koşulların getirdiği bir bilinçle bu meselelere bakıyoruz. Dolayısıyla mesela biz İlhan Hoca ile birlikte bundan çok yıllar önce de buna benzer çalışmalar yapmıştık. Acaba o günden bugüne neler değişti, neler aynı kaldı diye.
Aynı şekilde Türkiye’deki muhalefet meselesine baktığımız zaman bunun 2005 yılının şu günü kazandığı yeni bir anlamı var. Bu anlam, doğrusunu isterseniz bana mutlaka ifade edilmesi gereken, üstünde düşünülmesi gereken ve çok çarpıcı bir olgu olarak görünüyor. Bu, şudur: Bence iki kavram Türkiye’de birbirine sıklıkla karıştırılıyor. Bunlardan bir tanesi muhalefet kavramı, diğeri seçenek kavramı. Seçenek daha siyaset içerikli ve gündelik siyaset temelli bir kavram. Mevcut bir iktidar var, bu olmadan olmaz. Ona bazen İlhan Hoca'nın sunuşunun başında söylediği gibi bir seçeneksizlik atfediliyor. Fakat bir süre sonra bunun kendi içinden doğurduğu bazı sakıncalar göz önüne alınarak bir seçenek aranmaya başlanıyor. Bu seçenek gerçekten çok çarpıcı bir kavram. Çünkü seçeneğin mevcut yapının dışına çıkılmak istenmemesi gibi bir yan anlamı var. O yapının, belli bir siyasal örgütte, belli bir siyasal kimlikte, şu veya bu nedenden ötürü kristalize olmuş yapısı; aynı kökten, aynı soydan gelen, aynı genetik yapıdan gelen fakat çeşitli biçimsel ve üslup özellikleri itibariyle ondan ayrılan bir başka yapıyla değiştirilmek isteniyor. Şimdi bu seçenek. Bir de benim görebildiğim kadarıyla Türkiye’de bir genel toplumsal muhalefet ihtiyacı var. Bu ihtiyaç, hiçbir zaman sistemin kendisi olarak ifade edilen bir kavram değil. Bence bu öncelikle üstünde durulması ve düşünülmesi gereken bir olgu. Yani çok yakın tarihe baktığımız zaman veya 50’den bugüne baktığımız zaman, muhalefet kavramı sistemin kendi ürettiği bir kavram değil. Şimdi İlhan Hoca'nın sunuşunu dinlerken ve daha önce de o metni okurken, hep şu soruyu kendi kendime sordum. Bir muhalefet yaratmak yani ilk başında sunuşunun söylediği gibi bir siyasal tasarımın hareket noktası ne olur, ben onu bir de şöyle söyleyeyim. İnsanlar niçin bir siyasal tasarım yapmaya başlarlar? Bu soruyu demin söylediğime uyguladığım zaman şöyle bir soru soruyorum: Bir toplumsal muhalefetin kaynağı nedir? Bunun birkaç tane cevabı var: Tarihsel olabilir, zihinsel olabilir-ki üstünde ayrıca durmamız gerekiyor-, bBir de tabii ki belli bir pragma etrafında olabilir. Toplumsal muhalefetlerin bence seçenek arayışlarından ve sistem tarafından kabul edilmeyişlerini tanımlayan ve onu bir sosyolojik olgu olarak aynı zamanda da bir bilgi sosyolojisi olgusu haline getiren temel öğe budur. Yani, bunun belli bir pragma ihtiyacından, bir pratik ihtiyacından kaynaklanıyor olması.
Şimdi, bu açıdan bakıldığı zaman, muhalefet denen hadise sistemik yapıyı ve kuruluşu değiştirmeyi öneren bir harekettir. Bu bence bütün bu tartışmaların üzerine oturtulması gereken en temel önerme olarak ele alınmalıdır. Bir muhalefet, -benim hiç âdetim değildir ama sürekliliği sağlamak için söyleyeyim, yarın yayımlanacak yazıma başlık koyarken söylediğim gibi- bir moda, bir muz veya bir fil değildir. Yani körlerin neresini tutarlarsa o şekilde tanımladıkları bir fil veya ne niyete yerseniz o niyete giden bir muz veya bir moda meselesi değildir. Muhalefet zararsız değildir, muhalefet tehlikesiz değildir. Muhalefet sistemik yapıyı değiştirmeyi öngören, ya radikal biçimde değiştirmeyi öngören, devrimlere kadar giden bir kolu itibariyle ya da o kadar olmasa bile gene de ona çok ciddi bir biçimde karşı çıkan bir harekettir. Her muhalefet seçenektir, ama her seçeneğin bir muhalefet olduğu katiyen söylenemez. Bu sınır şartlarına Türk siyasetinin kendi yapısı içinde ve kendi özgür koşulları içinde bizim ayrı ayrı açıklamalar getirmemiz gerekir. Birincisi bu.
İkincisi, böyle bir tanım yapıldığı zaman, kendimle tutarlı olmak adına söyleyeyim. Kendi tanımımın siyasal bir tasarım haline getirilmesinin acaba temel koşulu nedir sorusu ortaya gelir. Bu ise bence bir muhalefet ihtiyacının bir pratikten kaynaklanmasına rağmen, yani hayatı ve işlerin gidişini, onların sistemik bütününü değiştirme ihtiyacından kaynaklanmasına rağmen, bu muhalefetin özü ideolojiktir. İdeolojik olmayan bir muhalefet tasarımı yapılamaz.
İdeolojik muhalefet tasarımı modernleşme ihtiyacını, daha iyi yaşama ihtiyacını, daha çok para kazanma ihtiyacını, eğitim, sağlık sosyal güvenlik ihtiyacını ortadan kaldıran bir önerme değildir. Onlar tam tersine buna içkindir.
Fakat bununla birlikte şunu söylemek lazım. Herhangi bir muhalefet hareketine ideolojik bir öncelik atfettiğiniz zaman, karşınıza İlhan Hoca'nın bu sunuşunda ortaya koyduğu bir başka parametre gelir. Mutlaka ele alınması ve aşılması gereken bir diğer parametre ortaya çıkar, o da şudur: Toplumsal zihinsel kavrayış sistematiğinin dışında, ötesinde bir ideoloji önermesi olamaz. Yani ütopyalarla ideolojilerin arasındaki en önemli çelişki bile budur. Yani, insan kendi bildiğinin ötesinde bir sistem tasavvur edemez. Bilim kurgunun gelip tıkandığı nokta da budur. Bir başka dünya vs. oralarda tasarlanır ama onlar bizim bilgi kapasitelerimizin ve bilgi sınırlarımızın, epistemolojilerimizin ötesinde olamaz. Dolayısıyla bir ideoloji de ancak verili olandan hareket ederek kurulabilir. Zaten Marks’ın temel olarak getirdiği ideoloji tanımı da budur. Dünyanın eksik algılanmasıdır der Marks ideoloji için, onun karşısında da dünya görüşü vardır. Bu bize şunu getirir, Marks’ın adını anışım da boşuna değil, acaba bu ideolojik öncelikli muhalefet tasarımı bize pozitivist bir öncelik imkânı verecek mi? Biz derken de tasarımcıları pozitivizm anlayışı içinde toplumsal bilen özneler ve toplumsal öncülük yapacak olan özneler meşruiyetine kavuşturacak mı? Bence bugün İlhan Hoca'nın sunuşunda, mesela ona radikal bir biçimde başka bir noktadan yaklaşan Erdal Bey'in sunuşundaki gerilim ekseni budur. Yani bugün de bir muhalefet tasarımını ve siyaset modeli tasarımını, bir siyaset düzenlemesi önerisini bir pozitivist öncülük anlayışı ile yapacak mıyız? Bunun çeşitli düzeylerde tartışmasına hâlâ ihtiyacımız var. Çünkü katılımcı demokrasi elbette temsili demokrasinin yerini almaktadır. Elbette demokrasinin art arda sıralanabilecek yeni birçok modeli bunun dışında bir ihtiyaç dayatmaktadır bize. Ama bunun mekanizmasının sistemleştirilmesi bize hâlâ büyük bir külfet yüklemektedir. Neden? Çünkü gene bilgi sosyolojisinin getirdiği bir başka olgu burada zorunlu olduğu için. O da şudur, toplum kendi kendisine ideoloji üretemez. Toplum sadece pragma üretir. O nedenle, toplumun önerdiği ve hatta uyguladığı pragmanın getirdiği kısıtlamalara dönük bir muhalefet de burada siyasallaşma zorunda ve durumundadır. Yani, AKP iktidarının 300 bilmem kaç sandalye, yüzde 34 oy almasına rağmen, toplumsal meşruiyetini halk desteğiyle kazanmış olmasına rağmen doğruluğunu veya yanlışlığını tartışma hakkını size yükleyen budur, yükleyecek olan budur. Yani toplumun bir ideolojik eksenden değil daima bir pragmatik eksenden bunlara bakması size -yani bu tasarımı yapacak olanlara, bu zihinsel muhalefeti üretecek olanlara- onu eleştirme, yerine göre kınama yerine göre de değiştirme önerisini getirme meşruiyetini verir. Bu ise son noktaya bizi getiriyor, iktidar meselesi.
İktidarı bu koşullar altında acaba nereye odaklamak mümkün ve acaba iktidarın temel dayanağı olarak neyi almak mümkün? Bu İlhan Hoca'nın sunuşunda tabii ki katılım kavramında kendisini gösteren zenginliklerin bütünü. Ama bunun ne kadar açık uçlu, ne kadar kendine kapalı bir kavram olacağını da başka bir tartışmayı yaparak ortaya koymak lazım. O da şudur: Şimdi, demin söylediğim gibi ben hem ideolojik bir eksenden yola çıkarak veya bir noktadan yola çıkarak bu tanımın yapılmasını, hem de kendi ontolojik bütünlüğü içinde bu tanımın yapılmasını öneriyorum. O da tabii ki sosyal demokratik bir noktadan hareket etmeyi gerektirir. Ben İlhan Hoca'nın söylediklerini sosyal demokrat bir zihniyetle okuduğum zaman başka sonuçlara, başka bir ideolojik perspektifle okuduğum zaman başka sonuçlara varacağım. Sosyal demokratik bir açıdan buna baktığım zaman şöyle bir noktada bunu toparlayayım. O da şu: Bugün ekonomik öncelikle demokratik pratiğin veya ona da demokratik öncelik diyelim, birbiriyle ilk defa bu derecede gerilim yaşadığı bir dönemden geçiyoruz. Yani, bunun birbirini bütünleyen mahiyette olmasına dönük kabuller sürekli olarak gerek sosyal demokratik ideolojiyi gerekse liberal demokratik ideolojiyi bugüne kadar yoğun bir biçimde belirlemiş olmasına rağmen bugün -bugün dediğim zaman son 25 seneyi kastediyorum-, bu ikisinin gitgide birbirinden ayrıştığı bir noktada duruyoruz. Ve bizim de veya benim de kişisel olarak sosyal demokrat sıfatıyla veya kimliğiyle sormam gereken soru şudur: Ekonomik öncelik mi, demokratik öncelik mi? Şimdi, bu soruyu, bu çıkmazı, bu aporia’yı aşmanın bir tek yolu demokrasinin ekonomik pratikleri de kapsayacak şekilde tanımlanması ile ancak olabilir demektir. O nedenle, yani sosyal demokrasinin iki temel kavramı olan sosyal ve demokrasi ancak birbirinin içine geçirilir ve buradaki büyük çember olarak da demokrasi çemberi görülürse o vakit bu yeni muhalefet tasarımının sınırları ortaya çıkabilir.
Peki bu neyin üstüne oturacaktır? Bunun üstüne oturacağı sanıyorum, üç unsurdan söz edilebilir: Bir tanesi çoklu modernite anlayışıdır. Ben hâlâ bugün Türkiye’deki temel problemin, ihtiyacın, beklentinin çok yoğun bir biçimde modernleşme olduğu kanısındayım. Bu AB için de böyle, göç meselesi için de böyle, AKP’nin aldığı oy için de böyle. Dolayısıyla yeni bir siyasal tasarım, modernleşme kavramını yeniden tasarladığı ölçüde yenidir, fakat buradaki nirengi noktası veya kritik eşik modernitenin çoklu modernite olarak algılanmasıyla mümkündür.
İkincisi çoklu siyaset modeli önermesiyle ancak bu muhalefet gerçekleştirilebilir. Bu yapılmaksızın gene kendine kapalı bir model ortaya çıkacaktır. Vakit yok, bunu derinleştiremiyorum.
Üçüncüsü, şu tanımı yapıyorum. İdeoloji vurgusu, ama açık uçlu, fakat sabit merkezli bir ideoloji. Yeni bir siyaset tasarımının ideolojik boyutunu, temelini de açık uçlu fakat sabit merkezli bir ideoloji ancak kurabilir diyorum. Çünkü aksi takdirde bu siyaset modeli önermesi olmaz, bu sadece genel bir tasarım olabilir ki onun da sakıncalarını Ali Yaşar Hoca kendi sunuşunda belirtti. Çok teşekkürler.
İlter Turan:
Sayın Başkan, bu yüksek seviyede yapılan konuşmalar muvacehesinde benim konuşmamın biraz yavan kaçacağı endişesini taşıyorum. Şu soruyu merak ettim. Dışardan vatandaşlarımızı şuralara oturtursak ve bizim bu tartışmamızı dinleseler acaba nasıl bir tepki verirlerdi? Bunu şunun için yapıyorum. Yani biz tabii ki daha yüksek seviyede bir konuşma yapmak mecburiyetindeyiz. Ama bunun biraz realiteyle bağlantısını da kurmaya çalışmak lazım.
Sabahleyin İlhan Hoca'nın entelektüel katkılarını dinledim, kendisinin yapmış olduğu ayrımı somuta indirgemekte bazı güçlüklerle karşılaştığımı ifade etmek mecburiyetindeyim. Ama burada bu program ifadesinden kaçınmanın sağlam bir temeli olduğunu düşünüyorum. O da şu: Bizlerin istemesek de bağlı olarak geldiğimiz gelenek, aslında bildiğiniz gibi bir toplum projesi oluşturup, bunu beğense de beğenmese de toplumun boğazına tutmaktan geçiyor. Endişem şudur: Program lafına çok bağlı kaldığımız zaman bu anlayışın dışına çıkmak pek kolay olmayacaktır. Çünkü olayı bir siyasi hareket şeklinde düşündüğünüz zaman buradaki 50 kişinin entelektüel sofistikasyonunun yerini çok daha bilinen kalıplar alacaktır. Ve bu kişilere meram anlatmakta da büyük güçlükle karşılaşacaksınız. O bakımdan programdan kaçmak -süreç bunu karşılıyor mu bilmiyorum ama-, bazı ilkeler bazında bir temele gelmekte fayda var. Çünkü bu ilkelere duyulan ihtiyaç hem eylemlerimize yön vermek hem eylemlerimizi değerlendirmek için bir temel teşkil etmesi bakımından zannediyorum önem arz ediyor. Bir yandan da ilke bazında kalmak değişime ayak uydurmayı da nispeten kolaylaştıran bir ortam yaratabilecek.
Dolayısıyla, belki program yerine ilkeler ve bunların sosyal demokrat olması üzerinde ortak bir anlayış var. Burada da biraz ihtiyatlı olmanın yararına iletişim açısından işaret etmek isterim. Bugün Türk toplumunda sosyal demokrat ibaresinin çağrıştırdığı, bizim kast ettiğimiz şeyler değil. Yani onun için belki bir kamu iletişimcisine falan dayanarak meramımızı ve farklı şeyler söylemeye çalıştığımızı anlatmak için akıl almamız lazım. Şu anda çünkü sosyal demokrat diye bilinen çevremizdeki siyasal örgütlenmelere baktığımız zaman bizim bahsettiklerimizle bunlar arasında bir ilişki kurmak pek kolay görünmemekte.
Katılmacılık üzerinde çok duruldu. Ve bunun önemi üzerinde belki benim bir şey söylememe gerek yok ama bunun hangi kalıplar içinde ifadesini bulacağını belirlememiz lazım. Başka şekilde de dile getirildi. Sivil toplum kuruluşları kendi başına bir siyasi örgütlenme temelini oluşturmuyor. Siyasallara dönük talepleri olabilir vs. fakat bunları sonunda toparlayacak bir siyasal yapılaşmaya -parti dediğimiz- mutlaka ihtiyaç var ve galiba üzerinde daha fazla konuşmamız gereken de odur. Bu çerçevede parti bazında katılmacılığın nasıl gerçekleştirileceği konusunda bir miktar daha fazla durmak lazım. Yani nasıl bir örgütlenme modeli ve en azından üzerinde belki fazlasıyla durmamız gereken bir şey, katılma fırsatlarını artıracak mekanizmalar nasıl olmalıdır? Ve burada, özellikle merkezi idare yanında katılma fırsatlarını çoğaltan, yerel yönetimi güçlendiren ve dolayısıyla insanların da siyasi eylemlerinin bir sonuç getirdiğini görerek, onları bir miktar siyasete daha fazla çeken bir yöne itmenin önemli olabileceğini düşündüm. Yani, mutlaka insanların siyasi örgütlenmeye yöneldikleri zaman eylemlerinin bir anlam ifade ettiğini, bir sonuç getirebileceğini görmeleri lazım. Mevcut yapılaşmamız içinde, çünkü bizde bir devlet yapılaşması var. Diğer bütün örgütlerde devlet yapılaşmasına paralel bir yapılaşma sergiliyorlar. Ve bu çerçeve içinde sıradan bir parti üyesinin zaten bu büyük yapılaşma içinde etkili olabilmesi pek de mümkün görünmemekte. Böyle olunca olsa olsa ne oluyor, siyaset aracısı olan ve merkezle ilişkileri kuran birtakım partili tipler, simsarlar ortaya çıkıyor. Ve şimdiye kadar da şikâyetçi olduğumuz patronaj sistemi ortaya çıkıyor. Yani bu yapı içinde patronaj olmaması mümkün değil. Bu yapıyı gidin patronajın çok az olduğu bir ülkeye yerleştirin, üç gün sonra orada da patronaj kendisini üretmeye başlayacaktır. Onun için yapılar üzerinde düşünmemiz lazım.
Başladığım noktaya geri dönecek olursam uzun vadeli bir dönüşüm projesi ve yeni insan oluşturma projesini, daha doğrusu İlhan Hoca'nın düşüncelerinin bu şekle dönüştürülmesini ben endişeyle karşılıyorum. Biz 20. yüzyılda bir yeni insan yaratma projesi yaşadık kuzeyimizde ve yani insanlara eza cefa getirmekle ün saldı ve kendi içinden çöktü.
Bizim yaşadığımız çelişki şu, böyle bir uzun vadeli dönüştürme projesi düşündüğümüz zaman hiçbirimizin ömrü ve siyasi örgütlerin fonksiyonları itibariyle çekicilikleri böyle bir tasavvur üzerine inşa edilemez. Ama şu yapılabilir zannediyorum, daha kısa vadeli tasarımlar oluşturulurken, bunun daha uzun vadeli bir dönüşüm projesinin bir parçasıymış gibi kavramsallaştırılmasında fayda olabilir. Geneli tartışalım ama bana öyle geldi ki bugünkü tartışmalarda ne yapılabilir fikrinin çok uzağına düşmeye başladık. Dediğim gibi diğerlerine nispetle daha yavan olduğunu düşündüğüm bir konuşma yapmak mecburiyetini hissettim. Teşekkür ederim.
BAŞKAN
Bir gözlememi söyleyeyim. Bazı konuların yanlış anlaşıldığı veya farklı anlaşıldığı izlenimini edindi ama şu aşamada değil, sonunda değerlendirmeyi tercih etti Sayın Tekeli.
Hasan Cemal:
Teşekkür ederim. Ben böyle hocalarla kurulu topluluklar önünde tedirgin olurum diye lafa başlayayım. Bu hafta başında da böyle bir toplantıya katılmıştım. Öyle oldu. Şimdi, lafımı böyle tartarak falan söylemek ihtiyacı içindeyim. Fakat bir gazeteci olarak 36 yıldır siyasetin içinde sayılırım, izliyorum. Ve hep şikâyet ediyorum, umut bağladığım şeyler sonunda hep hayal kırıklıklarıyla sona eriyor. Bunun istisnası olmadı diyebilirim, her tuttuğumuz şey elimizde kaldı diyebilirim, amiyane deyimiyle.
Bu siyasi pratik konusunda oturup kulak veriyorum, nasıl bir yeni yapı kurulabilir ki ondan sonra Türkiye’nin de bazı açılardan önünü açabilir diye. Şimdi biz bazı gazeteci arkadaşlar, arada bir bir araya geliriz, “ya bu gazetelerin durumu kötü, kendi kafamıza göre bir gazete yapabilir miyiz?” diye bir düşünce egzersizi yaparız. Bu düşünce egzersizinde hep önce “nasıl bir gazete, nasıl olsun, iyi bir gazete ya da İngilizce deyimiyle quality paper olsun” denir. İyi, güzel. Bunun için reçete yazmak, iki üç saatimizi alır diye düşünüyorum. İki üç saatte quality paper kuralları ortaya çıkabilir, atla deve değil. Fakat sonra bunu kim yönetecek, lider kim olacak, ondan sonra onu bulamazsanız, bütün şey, kurmak istediğiniz yapı kâğıt üzerinde kalır. En güzelini de yapsanız. Başına bir lider bulmak yetmez, onun altına hiç olmazsa bir on kişilik bir kilit kadro oluşturmanız lazım. Onu da bulamazsanız, tek başına lider bir işe yaramaz. Reçeteyi bulduk, yazdık, lideri, kadroyu bulduk, para nerede sorusuna sıra gelir. Para çok önemli bir mesele. İyi bir gazete çıkarmak için reçete, kadro yetmiyor, bir de para bulmak lazım. Bunu bulabilecek miyiz? Bunu da varsayalım bulduk. Demin Erdal Bey'in söylediği gibi kendi cephemizden bütün bunları yaptık, “Satar mı?” sorusu. Ve sonra, “bunun altına girmek pek akıllıca bir iş değil” der dağılırız. Bu çok oldu, yakın zamana kadar oldu. Sonra bunun yerine acaba mevcut bir gazetenin içinde bu dediğimiz quality paper olayını geliştirebilir miyiz, yani eskiyle yeniyi birbirine uydurabilecek bir yapıyı kurabilir miyiz diye düşünmeye başlıyoruz. Ya bunun için örnek vermeye gerek yok, Radikal var, Milliyet var, bunlar nasıl olabilir? Sonra bunda da benim aklıma hemen Cumhuriyet örneği geliyor. 12 yıl genel yayın müdürlüğünü yaptım. Şu kadar yıllık gazete. Cumhuriyet'te de eskiyle yeniyi birbirine uydurup yeni bir şey yapalım dedik, çok uzun yıllar da harcadık bunun için. Hakikaten dedik ki, bunun bir cephesi var, duvarları var, bunu muhafaza edelim, ama aynı zamanda içeriden de yeni bir yapı kuralım, bir arada gitsin, eski yeni. İşte Ekmekçi de rahmetli Osman Ulagay da, herkes yazsın etsin falan. Bir ara iyi de gitti, tiraj arttı, ilan geliri arttı derken, duayen hayata veda edince, bir kavga ettik, vazo kırıldı, karnıyarık gibi ikiye bölündük, halledemedik.
Bu çerçevede ben parti olayına baktığım vakit, aşağı yukarı aynı çıkmazı görüyorum. Ben Halk Partisi2ne baktığım vakit, müthiş bir hayal kırıklığı içindeyim. Ve bu Halk Partisi'yle bu toplum bir yere gitmez diye düşünüyorum, bunu yazıyorum. Fakat aynı zamanda yenisi nasıl oluşturulabilir, çok iyi olur, yürüyelim diye de yazamıyorum. Yani, Halk Partisi'ni Baykal'lı Halk Partisi'ne bağlayamıyorum ama yenisi nasıl olur, şimdi İlhan Hoca'ya baktığım vakit, işte bu süreç merkezli, program merkezli olsun; hakikaten süreç merkezli daha doğru bir şey ama bunun içine girdiğiniz vakit program da kendiliğinden oluşabilir. Fakat lafı uzatmayayım, bir tek şeyi söylemek istiyorum. Bütün benim kendi gazeteci olarak siyaseti izlediğim o kadar yıllık deneyimden bir nokta çok önem kazanıyor. O da lider ve o liderin etrafındaki kadroyu bulmak belki de en önemli mesele. Çünkü o lider ve liderin etrafındaki kadro bulunmadığı sürece olay çok dağılıyor, herkes konuşuyor ediyor falan yürünmüyor. Ben bunun çok önemli bir öncelik olduğu kanısındayım.
Sanıyorum, Ayşe Ayata bu konuyu vurguladı, nereye gitseniz, daha doğrusu medya diye söyledi, lider kim, aslında medya o soruyu sormuyor, lideriniz kim sorusunu sokağa çıktığınız andan itibaren insanlar soruyorlar. Ve bu lideriniz kim sorusu çok önemli. Ama bu sadece bize özgü bir şey değil. İngiltere’ye baktığınız vakit, orada da bir yerde belki süreç eksenli olmuştur, çünkü 16 yıla falan uzadı, bir liderin çıkması orada da. Böyle bir arayış ve sürecin içinden çıkmış olabilir. O da tek başına çıkmadı yani. Bir lider kadrosu ve ekibi ile çıktı. Fakat bunu çok önemsiyorum, Türkiye’de kim bu işi yapacak, bunun etrafında nasıl bir şey olacak, bir bunun önceliği olsun diye düşünüyorum. Bir de bir iki tane yine İlhan Hoca'yı dinlerken özellikle notlar aldım. Türkiye’de Halk Partisi'ni izlediğim vakit, sadece Halk Partisi'ni değil, Adalet Partisi'ni, Doğru Yol’u izlediğim vakit -daha yakından izlediğim partiler bunlar geçmişte-, bazı konulara parmaklarının ucuyla dokunmadılar. Nedir Kürt sorunu, nedir Kıbrıs, nedir Türkiye’de din, diyanet işlerinin rolü, laiklik anlayışının törpülenecek düzeltilecek yanları var mı, din eğitimi ya da dinler eğitimi, ne bileyim asker ve politika ilişkileri, halkın devlete bakışı, bu konularda siyasi partiler sol olsun sağ olsun hep mesafeli durdular. Ve bu konulara dokunulamadığı için de bir süre sonra tutarlılığını kaybetti bu partiler.
Daha somut bir örnek vereyim, az önce Erdal Bey'le koridorda konuşurken, ona hatırlattım. 1991’de Demirel ile İnönü koalisyon kurdu ve birlikte ilk gezilerini Diyarbakır’a yaptılar, ben de gazeteci olarak izliyordum, Kürt realitesi diye bir çıkış yaptılar. Başbakan olarak Demirel bunu yaptı. Ve müthiş heyecan dalgası esti, olumlu yorumlar yapıldı, hakikaten Diyarbakır’da insanlar bundan çok etkilendiler. O akşam biz yemek yerken Erdal Bey'in yakınına düştüm. Bana dedi ki, “Bak Hasan Cemal, bu belki son şans, barışçı bir çözüm için. Eğer bundan sonuç alınamazsa Türkiye’yi çok tatsız bir dönem bekliyor demektir,” dedi. Nitekim herhangi bir sonuç alınamadı, hakikaten 90’lı yıllarda ülkeyi de sarsacak müthiş bir şeyin içine girdi Türkiye, 1999’a kadar. Ama Demirel Kürt realitesini unuttu ve bir daha dokunmadı. Oysa, aynı Demirel, muhalefetteyken ve siyaseten yasaklı olduğu yıllarda, 80’li yılların başında -ben mesela Güniz Sokak'a gittiğim vakit-, sohbet ederken, Kürt meselesini Güneydoğu'yu öyle bir anlatırdı ki bakarsın, bu adam bu meseleyi biliyor. Türkiye’de ulus devlet yaratmak için izlenen politikaların asimilasyoncu yanını, Kürt kimliğinin inkâr edilmesi, işte "ne mutlu Türküm" diyene sözünün de o sloganın arkasında olan kadroların da aslında son derece asimilasyoncu olduklarını biliyor. Fakat bu kapalı kapılar arkasındaki netliğini, Demirel kamuoyu önünde tamamen belirsizliğe çevirmiştir. Ve bu gerilim birçok konuda solda da var. Bakıyorsunuz Baykal’a, 12 Eylül sonrasında İsmail Cem’in kitabının altına imza atıyor, yeni sol diyorlar, sonra rahmetli Uğur Mumcu suikastı sonrasında bu bir kenara bırakılıyor, daha Kemalist söylem ağır basıyor. Böyle, giden şeyler.
Ben bu lider, çekirdek kadronun önemini vurgularken, bir de Türkiye’de demin sıraladığım konulara çok net tavırlar alınması gerektiğine inanıyorum. Hâlâ aslında mesela Halk Partisi'nin falan programında, piyasa, pazar ekonomisi falan, AB denmesine rağmen bugün gidin birçok yerde küreselleşmeye muhalefet adı altında müthiş bir pazar ekonomisi düşmanlığı vardır, devletçiliği vardır. İkincisi AB düşmanlığı vardır, Kıbrıs’ta çözüm ve Annan Planı'nı savunanlar, rahatlıkla satılmışlıkla suçlanabilirler falan. Türbana baktığınız vakit, din sorununa baktığınız vakit, diyanetin işlevine baktığınız vakit, kitlelerle arasında Çin Seddi vardır. Bunların çok somut konuşulup, “biz bunları çözeriz" diye ortaya çıkılması lazım. Siz buna sol deyin, sosyal demokrat deyin, şu deyin, bu deyin, fark etmez. Mesela 60’ların sonunda itibaren ortanın solu hareketi çok iyi bir çıkıştı zamanına göre. Çünkü devleti eleştirebilmişti, halka dönük sloganlarla çıkabilmişti, toprak kullananın, su işleyenin falan gibi ciddi bir hareketti. Şimdi, bugün öyle değil. Asıl söylemek istediğim şu: Bbirinci olarak lider ve lider kadrosu çok önemli. İkincisi, Türkiye’nin birtakım somut bir iki kilit meselesi üzerinde net tavır alınması çok önemli. Teşekkür ederim.
Seyfettin Gürsel:
Teşekkür ederim, ben de reel politik takılacağım. Hasan Cemal’in, İlter Turan’ın söylediklerini çok fazla tekrarlamak istemiyorum. Hasan Cemal’in bıraktığı noktadan isterseniz devam edelim.
Türkiye’de muhalefet boşluğu meselesi biraz da yüzeysel olarak ille Adalet ve Kalkınma Partisi'ni ilk seçimde devirecek bir partinin ortaya çıkması, böyle bir partinin boşluğu şeklinde algılanıyor. Bence durum daha derin ve daha kapsamlı bir sorun. Toplumsal muhalefet lafını da kullanmak istemiyorum ama Hasan Cemal’in dikkati çektiği çok temel meselelerde farklı bir sese ve politikaya ihtiyaç var. Yani AB bağlamında bunlar gündeme geldi ama son tahlilde belki Türkiye’nin önümüzdeki 15, 20, 30 yıl boyunca mutlaka, belki bu kadar süreye dahi vaktimiz yok, çözmesi gereken çok temel sorunlar var. Bir taraftan bir ciddi milliyetçilik yükselişi söz konusu. Orada tekrardan sağ sol kargaşası da ortaya çıktı. İki, ekonomik istikrar ve büyüme bağlamıyla ilgili olarak da müthiş bir alternatifsizlik ya da ince ayar yapma eksikliği ile karşı karşıyayız. Bunu Hasan Cemal gayet güzel özetledi. Yani, CHP programında bunların aslında bir anlamda belki ipuçları var, ama daha somut olarak söylenmesi gereken şeyler de var. Fakat CHP bunların tam tersini yapıyor, bu da bırakın Adalet ve Kalkınma Partisi'ne muhalefet yapmayı, bana sorarsanız Türkiye’de genel anlamda çok ciddi bir siyasal boşluk yaratıyor. Bu çok tehlikeli. İlhan Tekeli, o müthiş belagati ile ve soyut kavram tasarlama ve yaratma yeteneğiyle yaptığı sunuşuyla bize önemli bir ufuk açtı. Ama bu ufukla bu reel politikayı, şu andaki Türkiye’nin bu somut ihtiyacını, bir şekilde bağdaştırabilir miyiz, daha doğrusu ne ölçüde yararlanabiliriz sorusu bence meşru. Ve o açıdan da bu çalışma ve bu toplantı gerekli bir toplantı ve yararlı bir toplantıdır. Ama İlhan’ın bize sunduğu program bir anlamda tırnak içinde Türkiye’ye özgü bir program değil, evrensel. Temsili demokrasinin işte belli bir sola doğru yaklaştığı ve en gelişmiş demokrasilerin İsveç toplumu olsun, sağlam sosyal demokrat partilerin var olduğu, hatta iktidarda olduğu toplumlarda da tartışılan, tartışılması gereken bir program, bir ufuk. Türkiye bunun bir hayli uzağında, ayrıca bir acil ihtiyaç da Türkiye’de şu anda çıkmış durumda.
Dolayısıyla, bence bu ufku ve bu tartışmayı ne ölçüde bundan yararlanabiliriz şeklinde okuyorum ve bugünkü temel sorunu veya gündemi de bence unutmamamızda yarar var. Unutturmadı buradaki pek çok konuşmacı. Burada tamam, lider vs. vs. ama bir iki noktada bence İlhan Tekeli’nin söylediklerinden yararlanmak pekâlâ mümkün, hatta bence şart.
Birincisi, program meselesi, program merkezli meselesi bunu abartmayalım. Pek çok arkadaş, programsız mümkün değil dedi. Doğrudur ama bizim ille de “biz programı yaparız, doğruları koyarız, ondan sonra da halka bunu açıklarız, halk desteklerse destekler, desteklemezse desteklemez” anlayışı çoktan bitti, şu anda da zaten ihtiyaca cevap vermez. Bütün bu tartıştığımız sorunların birtakım temel prensiplerinin dışında bence ayrıntılı bir şekilde kâğıda dökülmesi, alın size dört dörtlük program diye ortaya çıkılması büyük stratejik hata olur. Bu açıdan İlhan Tekeli bize önemli bir uyarıda bulundu. Program biraz da tartışmalarla, kendi kendini pratikle yaratacak geniş bir marja sahip olmalı.
İkincisi, belki daha önemli olarak, bu kendi kendine öğrenen ve katılımcılık meselesinde bence yine alınması gereken, yararlanılması gereken önemli bir ders var. Ben bunu yazdım da -bu konulara bazen ben de değiniyorum, gerçi iktisatla iştigal ediyoruz ama anahtar demokratik tüzük diye-. Bence bu çok önemli. Artık CHP’den ümit kesildiyse, bunun dışında yeni bir siyaset yapma anlayışını, tarzını, bütün bu konuştuklarımızı da içine alacak şekilde yeni insanların katılabilmesi, kadınların, gençlerin, bütün bunların yapılabilmesinin bence ön koşulu, olmazsa olmazı demokratik tüzüktür. Demokratik tüzük, aynı zamanda böyle bir oluşumun, partinin “ben evet, yeni bir siyaset anlayışıyla yola çıktım” iddiasının da nesnel bir ölçütü olmak zorunda. Siz istediğiniz kadar demokrasiden, katılımdan, özgürlüklerden bahsedin, kendi partinizin içinde bunlara izin vermiyorsanız, zaten baştan inandırıcı olamıyorsunuz. Ama aynı zamanda bu sadece bu açıdan önemli değil, pratik açıdan da önemli. Solda bugün tartışmaya kalksak, mesela istikrar programını tartışmaya kalksak veya Kıbrıs meselesini veya Kürt sorununu tartışmaya kalksak, belki aramızda da görüş ayrılıkları olabilir. Çok büyük ve zıt farklılıklar olmayacaktır bunlar ama uygulamayla ilgili, zamanlama ile ilgili, yaklaşımla ilgili mutlaka görüş farklılıkları olacaktır. Adına ne derseniz deyin, demokrat solcular deyin liberal solcular deyin, sosyal demokratlar deyin, bunların hepsini bir araya getirecek yeni bir oluşumun böyle bir demokratik tüzüğe ihtiyacı vardır. Dolayısıyla bunun da üzerinde durmak zorundayız.
Üçüncü ve bitiriyorum, uzatmadan. İlhan Tekeli’nin bizim dikkatimizi çektiği önemli bir diğer uyarısı da bu iktidar meselesiyle ilgili. Yani hiç kuşkusuz yeni bir parti kurulacaksa ya da mevcut bir partide bu toparlanma olacaksa -ki bence mutlaka olunmak zorunda; bu heyetin de buna katkısı olabilirse çok yararlı olur; böyle bir misyonu kendine biçmemiş olabilir ama bu heyetten de böyle bir misyon bekleniyor, sadece burada olan insanlardan değil ama genel olarak sosyal demokrat aydınlardan böyle bir yardım ve destek de bekleniyor- bu yeni oluşumun biz ilk seçimde iktidara geleceğiz diye çıkmasından daha büyük bir yanlış ve anlayışsızlık olamaz. Burada da önemli bir uyarı vardı yararlanabileceğimiz.
Önemli olan dediğim gibi bu toplumsal muhalefet boşluğunu veya siyasal boşluğu doldurmaktır. Bu parti bunu doldurduğu ölçüde ileride iktidara gelebilir. Ama ben iktidara geleceğim diye bu prensiplerinden, temel ilkelerinden taviz vermesi, baştan bu projenin ölü doğmasına neden olacaktır. Bence o açıdan da alacağımız dersler var.
Yiğit Gülöksüz:
Aslında SODEP’te, SHP’de, CHP’deki çalışmalar, görevler sırasında edindiğim tecrübe çerçevesinde bu getirilmiş olan önerinin çok ufuk açıcı ve pratik olarak da değerlendirilebilecek bir öneri olduğunu düşünüyorum. Ve burada İlhan Tekeli’nin süreç meselesini öne çıkarması, program olmayacak anlamı taşımıyor.
Ama program o kadar çok vurgulandı ki. Şimdi meseleye baktığınız zaman parti kurulacak, bir program olacak -erçi o program fazla kullanılmıyor, herkes o programı kendi düşüncelerini kanıtlamak gerektiği zaman kullanıyor-. Buradaki temel mesele bir program yapıp, sonra bu programa uyanları, katılanları içine almak. Burada program ne kadar somut, ne kadar net olursa, yani denir ki biz programımızı somutlaştıralım, genel söylem budur. Programı netleştirdikçe, somutlaştırdıkça hitap ettiğiniz alan daralıyor. Ve onunla ilgili tartışmalar hız kazanıyor. Bu, aslında, bu partinin düşüncelerini geliştirme alanını da daraltıyor. Katılıma açık olmayan, düşünce olarak da katılıma açık olmayan bir şey giydiriliyor. Deniyor ki programda bu var, siz ne diyorsunuz, mesela bu CHP’de çok yaşanmış bir olaydır. Denir ki, işte burada şu kadar şey var, bu var. Dolayısıyla çalışan, öğrenen, bilgi üreten, yeni düşüncelere açık bir yapı olmaktan çıkıyor. Zaten, partinin bu noktalara kadar gelmesinin arkasında yeni fikirlere ve yeni insanlara kapalı olması yatıyor. Her kademesiyle. Dolayısıyla burada ben şöyle okuyorum, İlhan Tekeli’nin yazısını. Süreç çok önemlidir, şimdiye kadar çok ihmal edilmiştir, esas itibariyle, insanların kendileriyle ilgili konularda kendi çevrelerinde, kendi yaşadıkları yerdeki sorunları çözme kapasitesine, kendileriyle ilgili konularda iyiyi kötüden ayırma kapasitesine inanmıyorsanız, zaten demokrasiye inanmıyorsunuzdur. İnanırsanız, burada çıkacak bütün zorlukları aşmayı göze alarak politika yapmak lazım. Bu tabii ki meşakkatli, zor, engellerle dolu, zor bir iş. Ama bunu yapmayacaksanız da siyaset yapmamak gerekiyor. Şimdi burada esas hedef, siyaset yapma biçiminizdir. Ve bu siyaset yapma biçimiyle geldiğiniz nokta ortadadır. Partilerin geldiği nokta da ortadadır. Herkes bundan şikâyetçi. Siyaset yapma biçimini değiştirmeye yönelik olarak bir arayış içinde herkes. İşte bu da bunlardan birisi. Yani bu aynı zamanda bunun örgütlenme biçimini de tayin ediyor.
Şunu da söyleyeyim. Birçok kereler de parti içinde denenmiştir. Mesela SHP zamanında parti programı gönderilerek, ilçelerde, illerde 1,5-2 sene kadar süren bir çalışma yaptırıldı. Bu da bir çerçevedir, başlangıç için. Çünkü bence burada konuşulması gereken bir konu, bu işe nasıl başlamalı, nereden başlamalıdır. Gayet tabii bir program olacaktır. SHP’de bin civarında noktada toplantılar yapıldı, parti programını kendi yerellikleri için somutlaştırmaları istendi. Bu çalışmalar il düzeyinde daha sonra merkez düzeyinde üç gün süren bir program kurultayı yapıldı. Bu program kurultayında bunlar incelendi. Bunların içinde her yerel noktada partinin programının orayla ilgili olan kısmıyla ilgili somut öneriler yazılı olarak getirildi. Bunlar, buna benzer pratiklerdir. Tabii başarı düzeyi, o günün koşulları içinde, o yıllarda hemen olmadı. Ama bunlar iyi başlangıçlardır. Aynı şey, CHP’de 1999, 2000 yıllarında da yani Altan Bey'in başkanlığında, Tarhan Bey'in genel sekreter olarak öncülüğünde tüzük ile ilgili olarak yapıldı. Yani partinin yapısında bir yeniden yapılanma programına girişildi. Daha doğrusu kurultayda o gelen yönetim bir yeniden yapılanma programıyla geldi. Ve göreve başladıktan bir hafta sonra merkez yönetimde tartışıldı, onaylandı ve uygulanmaya kondu, 16-17 ay. Ve burada 800 tane toplantı yapıldı, Anadolu’da. Ve her tarafta bu meseleler konuşuldu, yani yerel olarak, bunun sonucunda çıkan, önce bir taslak geliştirildi merkezde, bu her tarafta tartışıldı. Özü de şuydu: Genel merkezce yönetilen değil, kongrelerce yönetilen bir parti. Yani bir küçük ilçede orayla ilgili bir konuda o ilçenin kongre kararı parti görüşüdür, Malatya’da kayısı ile ilgili alınmış karar, yüzde 60’ı kayısıdan geçiniyor, parti görüşüdür. Tütünle ilgili bölgede tütünle ilgili alınan karar parti görüşüdür. İnsanlar yaşadıkları yerle ilgili düşünsünler, sorunları kavramaya çalışsınlar, bunlara çözüm arayışı içinde olsunlar. Eğer mücadele gerekiyorsa, bunun mücadelesini versinler, işte bu halka siyaset yaptırmaktır.
Mesele şudur, parti mi siyaset yapacak, parti halka siyaset yaptırmada organizatör yani örgütle ilgili rol mü oynayacak? Dolayısıyla, burada işte benim İlhan Tekeli’nin yazısında gördüğüm, halkın içerisine gömülü dediği mesele, CHP’nin o döneminde tüzük çalışmaları içinde yürütülen meseledir. Eğer böyle yapılırsa, bu kongrelerle yönetilen -bu şu demek değil, genel merkez olmayacak, il kademesi olmayacak demek değil-, ama her alanda ilgili siyaset orada yaşayan insanlar ve oranın sorunlarıyla ilgili olacak. Bu zaten 70 öncesi CHP’de belli ölçüde olan şeyler. Ama belirli dönemde bu iş unutuldu ve her yerde, herkesin, bilmediği konularda ve etkilemeyeceği konularda konuşması siyaset diye tanımlandı. Örgütten sorumlu genel sekreter yardımcısı olarak gittiğim yerlerde herkes Ankara meseleleri veya uluslararası meselelerde konuşmayı siyaset zannediyordu. Türkiye’nin bu bölgesinde toz toprak geçiliyor, yollar berbat, pislikler akıyor, şu oluyor, bu oluyor, o belediyenin işi. Peki bu, o milli eğitimin işi, o da şunun işi. Bu, onu da siz bileceksiniz. Peki partinin hali, Ankara’dakilerin işi. Peki sizin işiniz ne? Genellikle bu siyaset anlayışı, mutlaka değiştirilmeden olamaz. Yani insanların kendi, birçok yerde karşılaştığımız bir şey. Oradaki yönetimi topluyorsunuz, oradakilerle konuşuyorsunuz, algılama aynı. Yani, çok iyi bildikleri, kişi kişi bildikleri konularla ilgili çalışmayı siyaset görmeyip, kendilerinden çok uzakta Ankara’da veya daha uzaklarda hiçbir zaman kavramak için gerekli bilgiye ulaşamayacakları, kavrasalar dahi hiçbir şekilde etkileyemeyecekleri konularda gevezelik yapmayı politika yapmak olarak algılamışlardır. Bu böyle gidiyor. Dolayısıyla, halktan kopmak, halkın dışında olmak, halkla meşgul olmamak, tabii bu durumda halk da partiyle meşgul olmuyor. Dolayısıyla, bunların arkasında yatan büyük ölçüde buna benzer şeyler. Şunu söylüyorum; bunlar ihtiyaçları görerek yapılmış çalışmalardı. Mesela, o dönemde her yerde parti örgütüne verilmiş olan görev kendi bölgesiyle ilgili sorunları açması, bununla ilgili çalışmalar yapmasıydı, bununla ilgili özel bir proje vardı. Ben bunların tanığıyım; bu çalışmalar, bu ihtiyaç parti içinde de görülmüştür ama sonra kurultay gelip yeniden yapılanmaya evet mi, yani devam edelim mi yoksa geldiği gibi gitsin mi sorusuna kurultayda geldiği gibi gitsin diye cevap verilmiştir. Şimdi de geldiği gibi gitmektedir. Dolayısıyla burada şunu söylemek istiyorum, ben bu yazıyı okuduğumda ve parti pratiği deneyimimle baktığımda burada yararlanılacak pek çok şey görüyorum. Yani sadece bu konuda yazılmış iyi bir makale değil, çok pratik uygulamaları olabilecek bir şey.
Bunlar şu da demek değil, süreç çok önemli, çünkü o aynı zamanda demokrasi pratiği, o bir demokrasi projesi. Tabii ki bu süreç içinde her şey oluşacak, hatta yerel liderler ve daha sonra parti liderleri ve ülke liderleri de böyle süreçler içinden tabii ki çıkıp gelecek. Şimdi bu süreçler çalışmadığı için belki de bu cins kişileri bulmakta zorluk çekiyoruz.
Dolayısıyla burada ben şu noktaya gelmek istiyorum. Tabii ki diğer şeyler de önemli, program önemli, lider önemli, bir sürü boyutu var. Bunlarla ilgili birçok girişim de olmuştur, birçok birikim, deneyim oldu burada. Demin Seyfettin Bey'in söylediği cinsten bir acil durum varsa, bence bu konudaki düşünceler belirli bir olgunluk noktasına ulaşmıştır. Yani burada bir şekilde başlatmak önemlidir. Bir şekilde bir enerji toplamak. Çok zaman bunlar pratik nedenlerle kaçırılıyor. Yani ortam müsait oluyor, fakat şöyle söyleyeyim, on kişi buna çalışsa, bu iş başlatılabilecekken, birkaç kere bence bu fırsat kaçırıldı. Yani buna bir yerden başlamak gerekiyor. Diğer değerli konuşmacıların önerdikleri ve diğer çalışmalar ancak böyle bir şey başladığı zaman konuşulabilir.
Mesela şimdi burada konuşuyoruz, böyle bir toplantı, böyle bir düşünceyi tartışmak için yapıldı. Eğer bir parti kurma toplantısı olsaydı, bu iş başka türlü konuşulurdu. O zaman belki çok daha ayrıntılar konuşulacaktı. Sadece ayrıntılar değil, mesela İlhan Tekeli’nin önerdiği şey orta ve uzun vadeli. Belki o zaman diyecektik ki bir geçiş dönemi stratejisi, bir kısa vade için bir şey söyleyelim, bir şeyler yapalım. Çünkü bu şu demek de değildir; birisi öbürünü takip edecek diye bir şey yok, bu da başlar, o da başlar. O kısa vadelidir, bu uzun vadelidir, uzun vadeli şeyler de olabilir. Ama bir yerden başlaması lazım. Ve bunun tabii bir şekilde bir örgütlenmeye bir eyleme dönüşmesi lazım. Çünkü siyaset reel politikacı arkadaşlarımız, bu biraz böyle başlayabilecek bir şey. Ve bunun da önemli bir ihtiyaç olduğunu ben düşünüyorum. Teşekkür ediyorum.
Hüseyin Ergün:
Seyfettin Bey’den başlayarak devam ediyorum. Aslında hakikaten bir fırsat var. Ve ben yazılı olarak İlhan Hoca'nın metni üzerinde çalıştım, onu da gönderdim. Söyleyeceğim son üç şey. Birincisi bu toplantıyı düzenleyenlere, katılanlara, İlhan Hoca’ya, konuşanlara teşekkür ediyorum. İkincisi, burada bulunan herkesi üyesi bulunduğum Sosyal Demokrat Halk Partisi’ne üye olmaya davet ediyorum. Ve burada söylediğiniz her şeyi gerçekleştirmek için gerekli garantiyi, özgürlük garantisini, çalışma özgürlüğünü, ne istiyorsanız, organlara seçilmek istiyorsanız, oralara seçilmeyi, burada partinin genel başkan yardımcısının yanında güvence veriyorum. Yani hazır kurulu bir parti, seçime girme hakkı var. İyi kötü kamuoyunda tanınmışlığı var. Ve bir parti kuralım, öyle gelsin böyle gitsin, bunları çok gerçekçi de bulmuyorum, anlamlı da bulmuyorum.
Parti sizin yeteneklerinizi değerlendirme yeteneğine sahiptir. Ve bu partiyi istiyorsanız, öğrenen bir parti haline getirmek de mümkündür. Yani bütün bunlara açık bir ortam var, demokratik bir ortam var. Ben şu ana kadar çalıştığım partiler içinde -birkaç parti eskittim- en olumlusu olarak bunu görüyorum. Ve görüyorum ki sizin de yürekleriniz insanlık için, bu vatan için bir şey yapmak için yanıp tutuyor. Buraya pratik bir adım atmak istiyorsanız, bu gerçekten doğru bir adım olacaktır.
İkincisi, oluşturulacak bir çalışma grubu ile solun eski ezberlerini gözden geçirmesi çalışması başlatılmalıdır. Bu ucu açık bir tartışma ortamı olmalıdır ve bir sonuca varması beklenmemelidir. İlerledikçe düğüm atılarak gidilmelidir. Fakat, bazıları buradan kopup, yenileri gelecektir ama ucu açık olması ve tartışmanın açık olması, yani kamuoyunun katılımlarına açık olması fevkalade önemlidir.
Ben solun bugün iki sorunu olduğunu görüyorum. Birincisi ideolojik gerilemedir. Bu ideolojik gerileme durdurulmadan beklediğiniz hiçbir şeyin olması mümkün değildir. Dünyaya yanlış bakan bir sol topluma ancak yanlış şeyleri önerebilir ve bugün Türkiye solu apaçık bir gericilik pozisyonundadır. Onu söylemek istiyorum.
Metinle ilgili görüşlerimi söylemeyeceğim, tek tek ufak noktalar. Ama çok müteşekkirim, birçok şeyi düşündürdüğü için. Şimdi Türkiye’de önemli bir oluşum oldu, bir gelişim oldu, o da Türkiye’de yalnız muhalefet krizi yok, aynı zamanda muhatap krizi var. Yani bugün Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, iktidardaki parti kestirilebilir olmaktan çıktı. Robert Pollock’ın yazdığı yazı, onun devamındaki her şey, dışarısı bir defa Türkiye’yi böyle görüyor. Yalnız dışarısı değil, Türkiye’de aklı başında olan herkes de ne ana muhalefet partisini ne de iktidardaki partiyi kestirilebilir olarak görmüyor. Bu fevkalade ağır bir siyasi krizdir. Yani muhalefet krizinden, muhalefet boşluğundan daha ağır hale gelmiştir bu. Dolayısıyla da bir an önce siyasette bir şeyler söylemek, tavır koymak, bir tarafa ağırlık aktarmak önemlidir. Teşekkür ediyorum.
Altan Öymen:
Ben sabahleyin katılamadım toplantıya, onun için söylenmiş olanların bir kısmını bilmeden birkaç maruzatım olacak. Öncelikle, tekrar etmiş olursam, kusura bakılmasın.
Bir kere, metni okudum, İlhan Bey’in metnini. Çok istifade ettim. Özellikle beni etkileyen, bilen parti yerine öğrenen parti, yani öğrenen örgüt anlamında sözü çok etkileyiciydi. Öyle bir parti oluşması ideal bir şey olur.
Yiğit Bey de bahsetti biz biraz CHP’de buna benzer bir sürecin adımlarını attık. Bu partilerde büyük bir ihtiyaç ve birçok karmaşanın da nedeni. Yani bugün “CHP’nin AB hakkındaki politikası nedir?” dense genel politika açısından, her çeşit lafı işitebilirsiniz. AB aslında CHP’nin açtığı bir çığırın başlangıcıdır diyen de vardır, AB’ye girilmesini isteyenler vatan hainleri topluluğudur diyenler de vardır. Ben dün bir derneğin davetlisi olarak konferans veriyordum, orada bu hainlik tezini işittim. Neyse ki ben anlatmaya çalıştığım zaman bana katılanlar da oldu. Fakat şu ihtiyaç ortaya çıktı; dediler ki bunları öğrenmemiz lazım, bir şeyler yapılsın ki öğrenelim. Bu yapılırsa, ben şuna inanıyorum, bütün bu çelişkilerin çok büyük bir kısmı, hepsi olmasa bile ortadan kalkabilir. Biz eğitim çalışmalarını almıştık.
O tecrübelerden misal vereceğim, pratikte nasıl oluyor bunlar onu kısaca anlatmak için. Şimdi tüzük için Yiğit Bey anlattı, tüzüğün demokratikleşmesi gerekiyor. Tıpkı burada da İlhan Bey’in önerdiği gibi örgüt içinde, yani muhalefette de kalsanız yapılabilecek şeyler var, onları da yapabilecek şekilde bir örgütlenme nasıl olur; daha alt birimlerin oluşması lazım. Şimdiki birimler il başkanlığı, il yönetim kurulu üyeliği, arkasından ilçe yönetim kurulu gelir, arkasından mahalle temsilcisi diye pratikte hiçbir faydası olmayan bir şey vardır. Evvelden halbuki daha demokrasiye yeni girildiği zamanlarda ocak teşkilatı ve bucak teşkilatı dediğimiz örgütlenmeler vardı. Köylerde ve mahallerde ocaklar kurulurdu, onun üstünde o zamanki nahiye sistemine göre bucaklar vardı. Yani birkaç ocak, sonra bir bucak, tüm bu ocaklar bucaklar sonradan ilçeye bağlı oluştu. Bu şu demekti, her köyde haftada bir, belki iki üç günde bir toplanabilen insanlar vardı. İşte köyün meseleleri, memleket meseleleri falan, evvelden daha demokratikti Türkiye’de partiler sistemi. Ona göre çareler arar, bunları biz yeniden ihdas etmek istiyorduk, Siyasal Partiler Kanunu'na göre bu kaldırıldı, fakat mani yok aslında, böyle bir şey yaptım derseniz, partinin bunu önleyecek bir şeyi yok. Hazırladığımız tüzük tasarısı da ona göre hazırlanmıştı ve sadece mahallelerde, köylerde değil, çalışılan yerlerde de, mesela büyük sanayi tesislerinde de parti ocağı gibi şeyler vardı.
Tüzük, hakikaten Türkiye’de 800 toplantıdan sonra son şeklini aldı, parti meclisinde konuşuldu, kabul edildi ama o konuşulan taslak bütün illere gönderildi, iller toplantılar yaptı, Sevgi Hanım da hatırlayacaktır, 16 bölge toplantısında gene son şeklini aldı, sonra gene parti meclisine gitti, o sırada biz de kurultaya gittik, kaybettik. Ama bu tüzük çalışmasını da halkla birlikte yaptık. Ayrıca, bir de program çalışmasına esas teşkil edebilecek bir yerde başka bir şey yaptık. O da gene İlhan Bey'in düşüncesine paraleldir, halkla birlikte çözüm adı altında bütün ilçelerde, illerde aşağıdan yukarı doğru gelip o civarda bir bölge toplantısıyla, her il ve ilçe de sorunlarını anlattılar. Ve bu sorunlara çözüm önerdiler. Diyelim ki Trabzon ili toplantı yaparken, aslında Trabzon’da büyük bir turizm potansiyeli olduğunu misallerle verdi, anlattı. Ondan sonra çözümlerini söyledi. Bunu tebliğleri yapanlar da, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden de istifade ederek, parti başkanlığı idi. İşte Balıkesir’de zeytinyağı meselesiydi, Malatya’da kayısı meselesi falan. Bütün bunlar ortaya konuldu. Ve mahallinde hakikaten neler yapılabileceği ortaya çıktığı gibi, aynı zamanda da bir program yapılırken, makro düzeyde bunlar değerlendirilirken, halkla birlikte bunun temellerinin atılabilmesi imkânını sağlayan toplantılardı bunlar.
Aslında bunu yapmadan programı yapıp da -bir arkadaşım söyledi- ilan etmek birkaç açıdan yanlış olur. Bir tanesi; bu programı yapacak olanların görüşü değişebilir, orada benim bazı görüşlerim değişti, bu toplantıları yaptığımızda, 54 il dolaştık bu toplantılar için. Çünkü mesela üniversite konusu, belki burada üniversite mensupları olanların yadırgayacakları bir şey söyleyeceğim. Mecliste her yerde üniversite açılsın diye milletvekili önerdiği zaman herhalde kızardım, gelirler, işte Konya milletvekilleri önerge verirler, taraftar da toplarlar, kimse de aleyhte bulunamaz, şak diye orada üniversite yanında hatta üniversitenin genişletilmesi için bir kanun tasarısı falan böyle bir şey çıkabilir fakat bu üniversitenin Türkiye’de tek tek bölgelerde ne kadar önemli bir mesele olduğunu, hem bilgi açısından hem insanlara etkisi bakımından, hem kültürel açıdan hem ekonomik açıdan ne kadar etkili bir kalkınma süreci başlattığını gördüm. Yani, Türkiye’nin realitelerinin üzerine oturması gerekiyor bu programın.
Şimdi, bilgi edinme ve burada aksayan ne? Güçlük nerede? İşte aktif yurttaş olması lazım bunların. Bu aktif yurttaşlar var mı? O güçlük var. Aktif yurttaşı biraz ortaya çıkarmak gerek. Ama bu aktif yurttaşın eninde sonunda aynı zamanda politikacı olması da lazım. Politikacı derken, olumsuz anlamda söylemiyorum. Bu sivil toplum örgütü tipiyle başlayan harekette bile bu adamların yapması gereken şey politikacılıktır. Politikacılık ne, burada bir şey konuşuyoruz, daha geniş kitlelere anlatmak. Burada konuştuğumuz şeyleri, Anadolu’nun herhangi bir yerinde kasabada partide anlatmak, onların da katkısını sağlamaktır. Buna razı olan, bunu yapabilecek olan insan sayısı Türkiye’de az, İstanbul’da, Ankara’da çok ama diğer illerde, ilçelerde kendisi bir kere bunu öğrenecek, gelecek anlatacak ve oradaki anlattığı insanlara da doğru dürüst anlatacak, onların ilgisini çekecek şekilde anlatacak. Onların katkısını sağlayacak falan, bu zordur. Onun için burada İlhan Bey'in metninde gördüğüm bir şey var, bu eski politikacılar, eski alışkanlıklarını muhafaza etmek isteyeceklerdir, biz yeni bir değişim sürecini başlatırsak, bunların orada olması tutucu bir etki yapar, bizim yapmak istediğimiz şeyin yapılmasına mani olur. Onun için onlar mümkün mertebe dışında kalsın diye bir tez vardı. Bunu ben gerçekçi bulmuyorum. Bunu birkaç yerde daha söyledim. Türkiye’de politika yapmaya meraklı olan insan sayısı fazla değil. Örneği bunun siyasi partiler kapatıldıktan sonra 82’de yeniden partiler kurulacaktı, orada belli oldu -bunu bir başka toplantıda da vermiştim misal olarak-. Bülent Bey'in ve Rahşan Hanım'ın tezi, yeni insan yaratmak üzerineydi, yani politikacı hiç almayalım, tanıdığımız, gözümüze kestirdiğimiz insanları onları politikacı yapalım dediler. Fakat, bu birkaç sebeple ileri gidemedi. Bir kere buldukları insanlar politikacılık özelliklerini taşımıyorlardı veya merakları yoktu. Bulundukları bölgede etkili değillerdi, belki iyi insanlardı ama etkili olamayan kimselerdi, sabırları müsait değildi, bıraktılar. Onun için mütemadiyen değişim geçirdi DSP. Öyle ki ayda bir, iki ayda bir, üç ayda bir örgütler değişiyordu. Sonuçta öyle bir şey ortaya çıktı ki gene dönüp dolaşıp eski CHP’den kalma politikacıları illerde, ilçelerde görevlendirmek zorunda kaldılar. Yani bu zorluğu hep göz önünde tutmak lazım. Aslında bu gençlerin gelmesiyle siyasi hayatımızda olabilecek bir şey. Yani, partide politikacılar vardır, onların içinde sadece kötüleri yok, iyileri de vardır. Bunların iyilerini örnek alarak gençler gelir, onlar daha iyi olur ve böylelikle politik kadrolar daha gelişir şeklinde idi eski düzen. Şimdi daha büyük bir değişim geçirilmek istendiği zaman yine gençlerin önemi ortaya çıkıyor. Yani burada bir meczetmek lazım bu işi eski deyimiyle. Mevcut politikacı faktörünü büsbütün dışlamamak lazım. Onların nasıl bir sınava tabi tutulacağı ayrı bir mesele.
Şimdi, burada dinlediğim konuşmalardan beni etkileyen bir başka şey, Hasan Cemal’in lider üzerine söyledikleri. Bu doğru tabii, dünyanın başka taraflarında da öyle, lider ve kadroları çok önem taşıyor. Birinci derecede önemli. Fakat bu nasıl ortaya çıkacak? Lider demokrasi içinde ortaya çıkar. Onun için partide, mevcut olan partide veya yeni kurulacak olan partide en önemli unsurlardan bir tanesi demokrasi. Yani lider denilecek adam kendini gösterecek herhangi bir şekilde, birtakım toplantılarda konuşacak, halkı etkileyecek, bilgisini gösterecek, yöneticilik görevi üstlenecek, o görevi yerine getirecek, bunu on kişi, yirmi kişi, yüz kişi getirecek, bir tanesi de onların içinden aşama aşama çıkacak. Eski çıkan liderlerden -CHP’nin önceki liderleri Atatürk, İnönü tabii onlar bir savaş içinde çıkmışlar, ayrı bir şey- demokrasi içinde Bülent Ecevit çıktığı zaman, bu zat milletvekilliği yaptı, çalışma bakanlığı yaptı, o sırada parti içinde demokrasi işliyordu, başka adaylar vardı, tartışmalar oldu, ayrılmalar oldu, şunlar oldu bunlar oldu, içinden çıktı. Bayağı o zamanki klasik anlayış içinde iyi bir liderdi, partiyi yükseklere doğru taşıdı.
Bunun dışında demokrasi meselesinin önemi ortada ama bu demokrasi meselesini anlatmak kolay değil. Bu bir tüzük meselesi, tüzük ona göre değişecek. Anlayış meselesi, halka geniş kesimlere anlatmak meselesi. Biz bütün bu Yiğit Bey'in anlattığı, bizim anlatmaya çalıştığımız tüzük değişiklikleri, aynı zamanda partinin parti üye yazımı meselesi fevkalade önemlidir -partilerde bu sistemin içinde oligarşik diktatörlük falan bunların sebebi, partilerde üye yazımından başlar-, teknik bir meseledir, burada anlatacak değilim, zaten çoğumuz biliyoruz. Fakat bununla meşgul olduğunuz zaman bunu kamuoyuna anlatamazsınız, bunun çok önemli bir şey olduğu, canım bir partinin iç tüzüğüdür kardeşim, parti tüzükle falan oy alamaz, liderle alır, peki lider, demokrasi olmayınca çıkmaz. Demokrasi olması için de tüzüğün demokratikleşmesi lazım. Üye yazımının manipülasyona müsait olmayan bir hale getirilmesi lazım. Bunu ama anlatmak mümkün değildi, sadece üst tarafına, üst yapısına bakarlar genellikle. Ben çok uğraştım, toplantılar, basın toplantıları, gazeteler falan işte şu kadar şu kadar haberlerden ibaret kaldı. Yani bir amale işi gibi çalışılması gerekir.
Tabii ben yeni partinin kuruluş hazırlığı gibi bakmıyorum buna; tecrübeleri, güçlükleri anlatmaya çalışıyorum. Eğer bir parti kuruluşuna doğru gidecekse, onun ayrı toplantıları olması gerekir. Hüseyin Bey'in yaptığı davet üzerine SHP içine girecekse bütün bu çalışmaların sonucu olarak o da ayrı bir şey. Ama bir seçenek daha var, CHP içinde, CHP’nin demokratikleşmesi, ben buna uğraşanlardanım, en kıdemli partilerden biri olduğu için. Bu daha da güç. Ama herkes yani kendi kabul ettiği düzenin ortaya çıkardığı güçlükleri yenmek için elinden geleni yapmalı.
Ben gene politikacının çok fazla bulunmadığını düşünerek, eninde sonunda bütün bu çalışmaların elbette demokratik bir düzen içinde, öğrenen bir parti içinde -bu çok güzel bir söz- bir araya gelmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü Türkiye’nin 81 ili var, bunların hepsine ulaşmak, 40 milyon civarındadır seçmen sayısı. Çok geniş bir yelpaze içinde, çok geniş halk topluluklarına hitap etmek, onlardan oy almaktan başka bir çare yok. Bir geçiş dönemi, yani ilk seçimde iktidarı hedeflemeyen bir parti olup, sonra gelişmek falan, ama böyle de olsa gene bu geniş yelpazeye hitap etmek, iki seçim döneminde bile kolay bir şey değildir.
Bir de başka bir şey var, politika çok uzun vadeli olarak algılanmaz insanlar tarafından. Yani hitap edeceğiniz kitleler, bunlar benim sorunlarımı halledebilecek mi diye bakar, gayet basit. Yani bunu yapabilir mi, samimi mi bu adamlar, bir de yapabilirler mi? Önümüzdeki seçimlerde acaba öbürleri mi daha iyi bunlar mı daha iyi? Bu, dünyanın her tarafında böyle. Yani kendi içinde bir partinin kadrosunun yapacağı çalışmalar, elbette çok yoğun bir şekilde kılı kırk yararak yapılmalı. Ama halka bunları anlatırken, kısa vadeli hedeflerle göstermek gerekir. Yani, iktidara ben gelmek istiyorum, ben gelirsem yapacağım işleri, öyle olmayacak vaatleri söylemeye gerek yok. Ama samimiyetinize inandırmak, artı yapabileceğinize inandırmak; bu da kadrolarla olabilir. Bunları da göz önünde tutmak lazım, çok uzun vadeli görünmemesi için. Biraz uzun konuştum ama görüşlerimi özetledim.
BAŞKAN
Sayın Öymen’e bizimle paylaştığı değerli birikimi ve tecrübeleri için teşekkür ederiz.
Erol Katırcıoğlu:
Ev sahibi olduğumdan dolayı en sona kaldım. Kibarlık edip çok az konuşayım diye düşündüm.
Şimdi, benim İlhan Hoca’nın tebliğinde en önemli bulduğum, en çok takıldığım -ki kendisi de aslında bunun altını çiziyor-, bu iç dinamik meselesi. İç dinamik meselesi gerçekten birinci derecede önemli, hatta diyebilirim ki ondan sonraki öneriler, iç dinamik konusunda söyledikleriyle anlamlı şeyler. Dolayısıyla bu iç dinamik meselesini biraz daha konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de ekonomik perspektiften iç dinamik ne anlama geliyor diye biraz bakmak gerekir.
Şimdi yanlış hatırlamıyorsam İlhan Hoca şöyle diyor: Siyasetin amacı iç dinamik yaratmaktır sonucuna, biraz AB ile ilişkilere baktığımda, son görüşmelere baktığımda, böyle bir sonuca vardırıyor. Oradan giderek de şöyle bir tespit yapıyor, diyor ki genel olarak da kabul edilmiş bir kanaat gibi getiriyor, yani Türkiye’de değişim içeriden gelmiyor veya içeriden değişim ihtiyaçlarının gerçekleşebilmesinin koşulu dışarıdan dış dinamiğin bir şekilde etkilemesiyle mümkün olabiliyor, gözlemini yapmış olmaktan dolayı siyasetin böyle bir amacı olması gerektiğine varmış olduğunu söylüyor.
Bir iktisatçı olarak ben de IMF ile yapılan istikrar programlarına bakıyorum, çok benzer bir duyguyu orada alıyorum ben de. Bakıyorsunuz mesela 6,5 faiz dışı fazlayı mutlaka tutturmanız gerekli diyorlar. Aynı insanlar neredeyse on yıl önce yapamadıkları şeyi on yıl sonra yapabiliyorlar. Demek ki başka bir şey de gerekiyor, ki bu da aslında ülkenin kendi dinamiklerinden çıkmıyor veya en azından bu bağlamda ortaya çıkmadığı ortaya çıkıyor. Ancak dış dinamiğin etkisiyle bunlar yapılabilir oluyor. Dolayısıyla bu iç dinamik meselesi sadece siyasi bir mesele değil, doğrudan doğruya ekonomiyle de ilgili bir mesele.
O zaman şöyle bir mesele ile karşılaşıyoruz. Peki siyasetin görevinin iç dinamik yaratmak olduğunu söylüyorsak eğer, bu aynı zamanda siyasetin iradi olarak ekonomik kararlara etki etmesi gerektiğini de söylüyoruz demektir. Yani başka biçimde söyleyecek olursam, siyasetin ekonomik gelişmeyle ilgili söyleyecek bir şeyi olması lazım geldiğini söylüyoruz demektir. Fakat bu ifade bugünün iktisat dünyasında, iktisat anlayışında kabul edilebilir bir ifade değil. Mesela AB veya IMF çok fark etmiyor, çünkü çok benzer şeyler söylüyorlar bize. Mesela Kopenhag Kriterleri, iyi işleyen bir piyasa mekanizmasına sahip olmak olarak söylüyorlar. Ve dolayısıyla da siyasetin ekonomiyle ilişkisini doğrudan doğruya bir serbest piyasa ekonomisini yaratmak olarak tanımlıyorlar. Bunu biraz daha açacak olursam, serbest piyasa ekonomisini gerçekleştirmeye ilişkin reformları kabul edilebilir buluyorlar. Fakat şu soru çok açık, özellikle Türkiye gibi bir ülke açısından çok açık: Bir ülkenin serbest piyasa ekonomisini çok iyi çalıştırdığı bir noktada elde edeceği büyüme acaba o ülkenin ihtiyaçlarına yetecek bir büyüme midir? Başka biçimde şöyle ifade edebilirim.: Acaba o ülke siyasi olarak yani piyasanın dışında birtakım iradi kararlarla kendi geleceğini biçimleyebilir, yönlendirebilir mi? Bence bu soru, doğrusunu isterseniz, bugünün geçerli iktisat alanı, dünyası derken, bunun alternatifi olarak da ortaya atılan birçok fikrin bir özeti olarak söylemiş olayım. Bu sorunun olumlu cevabı da var. Bir toplumun kendi geleceğini biçimleyebilmesinin mümkün olduğunu söyleyen, iktisat politikalarının amacının da bu olması gerektiğini söyleyen iktisat anlayışları var.
Şimdi, bu işin teorik tarafı, ama Türkiye bağlamında bakarsak, biz netice itibariyle bir metin üzerinde çalışıyoruz bir tarafıyla. Bu konunun çok da önemli olduğunu düşünüyorum. Şundan dolayı öyle düşünüyorum. Çünkü Türkiye’de, AB’nin de ve ABD’nin de bize önerdiği çerçeve içinde baktığımızda sanki bir serbest piyasa ekonomisini çok iyi çalıştırırsak, gelişir ve küreselleşiriz diye bakıyorlar. Yani, hatta AB’ye üye olmayı, Kopenhag Kriteri olarak bize önerilen şeyi yaptığımız andan itibaren neredeyse küreselleşmiş ve gelişmiş bir ülke olacağımızı ima ediyorlar. Oysa burada oturan herkes biliyor ki böyle bir şey yok, böyle bir şey olamaz. Yani, serbest piyasa ekonomisinin Türkiye gibi kalkınma sorunları olan ve bu sorunların yapısallaşmış olduğu bir ekonomide, serbest piyasa ekonomisinin sorunları kendiliğinden halledeceğine inanmak hayalperestliktir diye düşünüyorum. Dolayısıyla da yeni bir siyaset yapma tarzını Türkiye’ye önerirken, aslında bizim şunu da söylememiz gerekir diye düşünüyorum. Evet, piyasa mekanizmasına itiraz etmemiz gerekmiyor temel olarak, eskiden olduğu gibi piyasa mı pilav mı tartışmasını yeniden anlamlandıran bir şey söylememiz gerekmiyor. Ama şunu söyleyebiliriz gibi geliyor. Piyasa mekanizması bizim sorunlarımızı çözmeye yetmeyebilir. Ve dolayısıyla bizim piyasa mekanizmasının dışında iradi kararlarla ekonomiyi yönlendirme gibi bir meselemiz olduğunu söyleyebilirim.
Ufak ama ufak olmasına rağmen önemli bir nokta var. Bu iradi kararların illa devlet katından gelmesi gerekmiyor. Anladığım kadarıyla yeryüzünde bizim gibi birçok insan bu meseleyi tartışırken, böyle bir noktaya vardıklarını izliyorum. Bunu çok daha başka biçimde halletmek mümkün. Yani bir toplumun kendi geleceğini biçimlendirme iradesinin tamamen bir yerellikten kaynaklanabileceğini söyleyen, iddia eden birçok önemli kişi ve çalışma var.
Dolayısıyla da bizim böyle bir mekaniği geliştirirken, sanıyorum yerel kalkınma kavramını bu metnin içine bir şekilde koymamız gerekiyor diye düşünüyorum. Çünkü yerel kalkınma, yerel güçleri, yerel enerjileri ortaya koyarak, belki de bu toplumun istediği yönde evrilmesini sağlayabilir.
Bir ufak şey daha söyleyeceğim. İlhan Hoca’nın altını vurguladığı süreç kavramı, zaten bu alternatif anlayış bir bakıma piyasa ekonomisini bir süreç olarak algılayan bir anlayışa oturuyor. Piyasa ekonomisi dışarıdan belli koşullara bir toplumun uymasını sağlayan bir mekanizma değil.
BAŞKAN:
Sayın Katırcıoğlu’na teşekkür ediyoruz, hem konuşması hem ev sahipliği için tekrar. Birçok konuya değindi ama kendisini daha ayrıntılarıyla özellikle ekonomiye soldan yaklaşım konusunda dinlemek arzusundaysanız, 22 Mart 2005 tarihinde Pera Palas’ta saat 18’de böyle bir imkânımız olduğunu hatırlatmak isterim.
Şimdi, sabah kısmen dinledik ama dört kurumun ortaklaşa düzenlediği bir toplantıda yapılan duyuruda arzu eden konuşmacımızın konu başlığı veya çerçeveyi sunarak konuşma imkânı olduğunu sizlere iletmiştik. En kapsamlı katkıyı iki ayrı yazıyla sayın Keyman yaptı, biz kendisini ancak sınırlı ölçüde dinleyebildik, eğer izniniz olursa kendisinden biraz daha gönderdiği tebliğle ilgili olarak bilgi almak isteriz.
Fuat Keyman:
İki kere metni çok dikkatli okudum, onun üzerine de kendim metin yazdım. Ve bugünden ben çok şey öğrendim, fakat belli bir hayal kırıklığı da oldu. Bazı yapılan değerlendirmelerin ve konuşmaların metne tam uymadığını gördüm. O yüzden de benim yapmak istediğim dört boyutlu bir şeydi, dört tane noktanın altını çizmek istiyordum. Bir kere, İlhan Hoca'nın bu metni nereden geldi? Bu metnin geçerliliği var mı, ütopik mi? Genelde böyle bir metne şöyle bir eleştiride bulunulur: Bunun geçerliliği yoktur. Güzeldir ama uygulanmasında zorluklar vardır.
Bir iki nokta, bu metin çok geçerli ve zamansal. Çünkü bu tür bir tartışma dünyada bugün yapılıyor, hem sosyal demokrasi temelinde hem sol temelinde yapılıyor. Yapılma şekli de tam da İlhan Tekeli’nin yaptığı biçimde, bir vizyon, bir ideoloji temelinde yapılıyor. Örneğin, İngiltere’de İngiltere İşçi Partisi içinde yapılıyor, İngiltere solu bağlamında yapılıyor. Almanya’da Alman sosyal demokrasisinin yeniden örgütlenmesi bağlamında yapılıyor. Ve altı çizilen nokta şu, belli bir vizyon geliştirmediğiniz sürece, belli bir ideolojik ayrışmaya gitmediğiniz sürece başarıya ulaşamıyorsunuz. Bir kere bu anlamda bugün yaptığımız tartışma esasında dünyanın farklı yerlerinde -ben demokratları da izledim Amerika’daki seçimlerde, orada da- yapılıyor. Irak bağlamında bir Amerika kimliği bağlamında. Bir kere bu birinci nokta, bu çok zamansal ve geçerli ve uygulanırlığı olan bir tartışma. O yüzden sürekli geriye giderek geçmişten öğrenmemiz gerekiyor, ama bu vizyonun altını çizmek gerekiyor. Bu süreç temelli anlayışın altını çizmek gerekiyor.
İkincisi, Türkiye bağlamı, benim yazdığım metinde de bu vardı. Türkiye bağlamında da İlhan Tekeli gibi düşünmek durumdayız. Çünkü Türkiye’de iki nokta çok önemli. Bunlardan bir tanesi 3 Kasım seçimleridir. 3 Kasım seçimlerinde varolan koalisyon hükümetini kuran partiler ve muhalefet partileri hepsi -her ne kadar yüzde on barajı çok antidemokratik bir baraj olmakla birlikte- gittiler. Ve 3 Kasım seçimlerini nasıl okuruz diye sorarsak, o sadece bir tepki seçimi değildi. Aynı zamanda özellikle 2001 krizinden sonra bu anlayış benim sorunlarıma çözüm bulamıyor diyen bir halkın tepkisiydi. Yani ileriye dönük bir mesaj vardı. Siyasette liderlik sultası dendi ama siyaset artık liderlerle şunlarla bunlarla değil de çözümle -benim işsizlik sorunuma çözüm, benim yoksulluk sorunuma çözüm, benim Kürt Sorunu’na çözüm, benim türban sorunuma çözüm temelinde- gidiyor. O yüzden 3 Kasım seçimlerini bu anlamda daha ciddi düşünmemiz gerekiyor. Ve İlhan Tekeli’nin yapmış olduğu şeyi ileriye dönük vizyon ve çözüm temelinde düşünmemiz gerekiyor. -Altan Öymen Bey’den veya diğer konuşmacılardan öğreneceğimiz çok şey var, ama bizim bakış açımız ileriye dönük olmalı, vizyon temelinde olması gerekiyor.
Bu bağlamda ikinci nokta da 2000’li yıllardan sonra Türkiye’nin geçtiği dönemdir. Bu dönemde uluslararası ilişkiler ve dış politikayla iç ilişkiler ve modernite krizi dediğimiz, içsel toplumsal barış dediğimiz, bu üçü eklemleniyorlar, artık birbirinden ayrışmıyorlar. Türkiye’deki siyaseti AB’den soyut düşünmek imkânsız, Türkiye’deki siyaseti IMF ve ona karşı ne tarz yanıtlar vermemiz gerektiğinden bağımsız düşünmemiz imkânsız. Aynı şekilde Türkiye’deki siyaseti Irak’tan, Türkiye-ABD ilişkilerini güvenlik olayından bağımsız düşünmek imkânsız. Böyle olduğu içindir ki biz geriye dönük patronaj, liderlik, işte bu olaylar Türkiye’de olmaz, bunun önünde engeller vardır, örgütsel engeller vardır desek bile dünyanın değişimi artık siz öyle siyaset yapamazsınız diyor Türkiye’de. Yani sizin vizyon temelli, Türkiye’nin içinden geçmiş olduğu dönüşüme dönük politikalar üretmeniz gerekiyor. Yoksulluğa, sosyal adalete, makro ekonomik stabiliteye, Türkiye’deki demokratikleşmeye dönük çözümler üretemediğiniz sürece siz bir yere gidemezsiniz. Bu sadece Türkiye için değil dünyanın değişimi için de geçerlidir. O yüzden İlhan Tekeli’nin yapmış olduğu olayı bizim değişim temelinde okumamız gerekiyor. Yani isterse CHP şöyle olsun, AKP şöyle olsun, DYP böyle olsun, MHP böyle olsun ama bu artık Türkiye’ye söyleniyor. Siz geriye dönük değil, ileriye dönük siyaset yapmak durumundasınız.
Üçüncüsü, bu süreç içinde artık biz siyaseti sadece siyasi partilere endeksli düşünemeyiz. Bu olay sadece CHP, sadece AKP, sadece MHP olayı değildir. Evet, İlhan Tekeli’nin söylediği gibi bugün Türkiye’de temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş üzerine talepler var. Bu talepler engellenebiliyor ama böyle bir tarihsel değişim var. Ve bu değişim içinde katılımcı demokrasiye geçiş -katılımcı demokrasi benim kendi çalışmamda oluşan bir gerçek-, şu anda var olan değil ama oluşan bir gerçeklik anlamında düşünürsek, bunun temel aktörü siyasi partilerdir. Siyasi partiler ana aktör olarak kalacaklardır fakat artık siyasi partiler Türkiye’de siyasetin tek aktörü değildir. Türkiye’de siyasetin tek aktörü devlet seçkinleri de değildir. Türkiye’de siyasetin artık devlet seçkinlerinin, siyasi partilerin gerisinde giden aktörleri de var. Bu aktör nedir? Örneğin hem anayasa ve normlar temelinde olan AB’dir, hem içinde olan AB’dir, ABD’dir, IMF’dir, bu anlamda ulus-üstü ve ulus-altı aktörler artık siyasetin aktörüdür. Ama en önemlisi bence bugün Türkiye’de kendisini sivil topluma açmayan, sivil toplumu kendi karar alma sürecine katmayan bir aktörün başarılı olması mümkün değildir. Tam da bu bağlamda İlhan Tekeli’nin öğrenmeye dönük politikası çok da gerçekçi oluyor.
İki örnek vereyim, basit olarak. Hızlandırılmış tren kazası. Birtakım insanlar ne dediler: "Bu olmaz. Ölçüyoruz, ölçüyoruz geometrik olarak, fiziksel olarak bu olmaz. Yapmayın yapmayın!" dediler. Dinlenmedi, yapıldı ve 39 kişi öldü. Bu ne demektir, sadece artık biz sivil toplum örgütlerine önem veriyoruz, sivil toplum örgütleri önemlidir demekle olmuyor. Siyasetin yapılış tarzında sivil toplum örgütleriyle organik bağ kurmak gerekiyor, bu da bir müzakere sürecidir. Bu anlamda geçmişten ders alsak bile bugün siyasi partiler siyasetin ana eksenini oluşturmakla birlikte tek aktörleri değildir. Siyasi partilerin dışında siyaseti düşüneceğiz, bunu yaptığımız anda görüyoruz ki artık ileriye dönük düşünmemiz gerekiyor. Burada öğrenmek önemlidir ve bu anlamda bir gerçekçiliği vardır. O yüzden ben isterdim ki bir sürü konuşmacının yaptığının tersine geleceğe dönük olarak bunu görelim, gerçekçilik temelinde görelim.
Dördüncüsü de muhalefet olayına baktığımız zaman da buna benzer bir şey görüyoruz. Siyasi partiler sivil toplum örgütlerine açık olmadıkları sürece bu olayı götüremezler. Siyasi partiler kendi içlerinde Türkiye’nin sorunlarını ilişkisel düşünmedikleri sürece de bu olayı götüremezler. Örneğin Türkiye’nin dış politika sorunları, Türkiye’nin ekonomik kalkınma sorunları, Türkiye’nin demokratikleşme sorunları artık çok ilişkisel bir haldedir. Buna vizyon üretemediğimiz sürece, yani bir Irak politikası olmadığı sürece orada kalıyorsunuz. Eğer senin bir ekonomik vizyonun yoksa IMF’de müzakerelerde güçlü olamıyorsun, eğer senin bir demokratikleşme vizyonun yoksa burada AB ile müzakerelerde güçlü olamıyorsun. Her ne kadar bize geliyorlar, AB ile müzakere olmayacak bunlar sadece uyum paketi olarak Türkiye’ye düşünülecek ama burada Türkiye aktör olarak vardır ve Türkiye’yi taşıyan aktörler burada siyasi partiler ve siyasi partilerle beraber sivil toplum örgütleridir.
Son olarak şunu söylüyorum. İlhan Tekeli’nin yaptığı olayı ileriye dönük düşünmemizin, gerçekçi bir öneri olarak düşünmemizin altını çizmek hususunda. Bugün İngiltere’de, bugün Amerika’da, Avrupa’da ve dünyada şu nokta ortaya çıktı: Güvenlik ve demokrasiyi birlikte düşünmek durumundayız. Savaşla bunlar olmuyor. Fakat öbür taraftan da dünyanın değişimi için sadece güvenliğe endeksli olamayacağımız gibi sadece demokrasiye de endeksli olamıyoruz. O yüzden demokrasi ve güvenliği beraber düşünen vizyonların giderek önem kazandığını görüyoruz. Hatta bu Amerika için de, Bush yönetimi için de böyle. Benim İngiltere’de katıldığım bir toplantıda gördüğüm de bu; sosyal demokratik sol, bu tartışılıyor, demokrasi ile güvenlik nasıl beraber düşünülür ve bu şekilde nasıl politika üretilir? İlginç bir şekilde Türkiye bu politikayı üretmeye aday ülkelerin başında gelen bir ülke. Yani, hem alternatif modernliğiyle, yani hem Müslüman kimliği, sekülerliği ile, hem jeopolitik konumuyla, hem AB bağlamında. O yüzden de dışarıdan Türkiye’ye bakıldığı zaman demokratikleşme ve güvenlik ekseninde Türkiye önemli bir ülke olarak görülüyor ve birtakım insanlar diyorlar ki bugünkü küresel bağlamda, terörizme karşı savaşta Türkiye’nin AB’ye ve Avrupa’ya katılması Irak Savaşı'ndan daha önemli bir durumdur.
Bunun gibi bir sürü şey yapılıyor. Fakat biz Türkiye’de böyle bir konuşma metni üzerinde tartışırken bile hâlâ geriye gidip, şu bölgede şunu yaptık hâlâ insanlar patronajdır, şudur budur diye Türkiye’nin bu önemini anlamadan konuşuyoruz hep. Engellerle konuşuyoruz. Halbuki önemli olan bence Türkiye’yi dünya konjonktüründe bir yere koymak, bu konjonktürü iyi anlamak, bu konjonktürü iyi anladıktan sonra bu konjonktüre yanıt verecek bir vizyon üretmek. Yani Marks’ın söylediği gibi tarihi insanlar yapar, ama istedikleri koşullarda değil. O yüzden bu koşulları iyi okuyanlar başarılı olurlar. İyi okumayanlar başarısız olurlar. Bu bağlamda bence ileriye dönük, -geriye değil, ileriye dönük- bir şekilde siyaseti düşünmemiz lazım. Tam da bu noktada bu metin önemli oluyor. İkincisi de geçmişten önemli dersler almamız lazım. Bu da Hasan Cemal’in ve Altan Öymen’in deneyimlerini anlattıkları, yani geçmiş gelecek mekanizması yapmamız gerekiyor.
BAŞKAN
Tekrar teşekkür ediyoruz. Son iki katkı ile devam edeceğiz.
Sevgi Akman:
Ben çok kısaca söyleyeceğim, saatler boyu çok şey söylendi, hepimizin de söyleyecek çok şeyi var. Bu çalışma bir kere çok büyük bir akademik kazanım Türk siyasi hayatı ve toplumsal hayatı için. Aynı zamanda siyasi parti yöneticileri için de öyle. Ben şu anda bir siyasi parti yöneticisi olsam, bu raporu hemen okurum, buradan birtakım kopyalar alarak bir şeyleri düzeltme uğraşına girerim. Çünkü çok anahtar kelime, çok yol gösterici, çok güzel şeyler var.
Ben genel vizyonla ilgili tartışmalar çok ayrıntılı yapıldığı için çok girmeyeceğim. Birkaç cümle söylememe izin verin. Bence Türkiye’deki tespit raporda çok ağırlıklı olarak yer almış, en önemli konunun siyasetin yapılma biçimiyle ilgili toplumsal talep. Bu toplumsal talep aslında 18 Nisan 1999 seçimlerinden bu yana kendisini çeşitli şekillerde gösteriyor, toplum, seçmen bir şeyler anlatmaya çalışıyor ve siyasetin yapılma biçimiyle ilgili önemli bir talebi var. Bu talebin doğru algılanması gerekiyor. Bu tabii siyasetle ilgilenen yeni insan modeli, siyasetçi de demiyorum ben, sanki bir meslek gibi algılanması yanlış anlaşılmaya yol açmasın diye ama siyasetle uğraşan insanların modelinin artık değişmesi gerekiyor. Bu modelin de ipuçlarını aslında sayın Tekeli çok güzel vermiş, çalışması içinde. Tabii böyle modele uyacak insanı bulmak hemen kolay mı? Sayın genel başkanın dediği gibi o kadar da kolay değil. Geçmişte siyasetle uğraşmış, bazı önyargıları, ön düşünceleri oluşmuş, siyaseti gelenekten gelen yapılarıyla sürdürmeyi benimsemiş bir sürü insan var. Ama bu değişim süreci içinde onların da kazanılabilecek tarafları olduğuna inanıyorum. Yani, birincisi bu siyasetin yapılma biçimiyle ilgili talep çok önemlidir, siyasi partilerin, toplumsal çalışmalarla ilgili uğraşan herkesin bu konuya çok önem ve değer vermesi gerektiği de bir kez daha vurgulaması bakımından önemli.
Ben tabii biraz daha teknik düzeyde bir iki şey söylemek istiyorum. Vizyon anlamında çok söylenecek şey var ama birazda siyaseti yerel düzeyde yapmış bir kimse olarak, bir de olayın birçok boyutunda bulunmuş bir kimse olarak, hem sivil toplum kuruluşlarında yönetici olmuş, hem siyasi partide yöneticilik yapmış hem de bir süredir yerel medyada çalışmalar yapan kimliğimle birçok şeyi gözleme fırsatı buldum.
Bir süredir şöyle bir sorum var işlediğim. Belki çok sade bir soru ama bugünkü toplantıya teknik düzeyde ışık tutabilecek bir tarafı var. Bir süredir şunu soruyorum: Bir kentin gündemi nasıl oluşur? Bunu sorguladığım zaman şöyle bir yol izliyorum: Bir kentin gündemini siyaset oluşturmuyorsa geriye sivil toplum kuruluşları kalıyor. Sivil toplum kuruluşlarının güçleri, ilgi alanları ve kapasitelerini biliyoruz, belli bir kısıtlar dünyası içinden geliyorlar. Onun dışında kim kalıyor, medya kalıyor. Sayın Ulusal Medya temsilcisi burada, onun için büyük laflar etmeyeyim ama en azından yerel medya için rahatlıkla söyleyebilirim. Sayın genel başkan medyanın çok kıdemli bir temsilcisi. Medya gündemi belirlemeye başladığı andan itibaren de hem medyaya büyük bir haksızlık etmeye başlıyoruz, hem de çok farklı zorluklar doğmaya başlıyor. Yani işi medyaya ihale etmiş oluyoruz, siyaset yapma işini medyaya ihale etmiş oluyoruz. Şimdi ben buradan aslında şuraya bağlantı yapmak istiyorum. İç dinamikler diye Sayın Tekeli’nin tanımladığı konuyu ben proje üretme kapasitesi diye algılıyorum. En basit tanımıyla böyle algılıyorum, bir siyasi parti üretim yapamıyorsa, iç dinamiği yeterli değilse -yerel anlamda söylüyorum-, işte o zaman o kentin gündemini oluşturmak, bir sürü hiyerarşik kademeden sonra belki de en sonunda medyaya kalıyor. Ama siyaset hiçbir zaman gündem belirleyemiyor. Siyaset yerel gündemi belirleyemediği zaman da genel gündemi besleyecek kanallar hiçbir şekilde çalışmıyor. Şimdi çok kısaca şöyle anlatayım. Yerel siyaset nasıl çalışıyor? Partilerin pazar toplantıları vardır, partiler genel merkezlerinden gelen basın açıklamalarını genel başkanlarının yaptığı basın açıklamalarını aynen televizyon kameraları önünde okurlar veya yerel gazetelere fakslarlar, partiler işlerini bitirmiş olurlar. Böyle bir siyaset anlayışı olamaz. Böyle bir siyaset anlayışı olduğu sürece hiçbir şekilde bizim iç dinamik-dış dinamik falan konuşmamızın anlamı yok. Çünkü siyaset üretmiyoruz bu haliyle. Bugüne kadar da bu çok ağırlıklı biçimde yaşandı, yerel siyasette de böyle yaşandı. Tabii biz 1999 sonrası sayın genel başkan ile birlikte bir dava olarak bu konuyu ele alıp, siyaseti üretimle tanımlamaya başladığımız dönemde daha farklı şeyler yapmaya çalıştık. Yerel muhalefeti üretimle tanımlamaya çalıştık, daha çok üretirsek, yerel muhalefetin anlamı vardır dedik. O dönemde çünkü enkaz devralmıştık, bir tane bile belediye meclisi üyesi, il genel meclisi üyesi olmayan bir partiyi ben devralmıştım, altıncı sırada bir parti devralmıştım ama 3 Kasım'da devrettiğim zaman parti birinci sıradaydı. Geçmişe küçük atıflarda bulunuyorum ama örnek olsun diye, özellikle yerelden örnek olsun diye söylüyorum. Kuşkusuz vizyonumuza bu küçük yerel şeylerin de katkıları olacak diye örneklemek adına söylüyorum.
Tabii halkla birlikte çözüm çalışmaları önemli bir parçası olmuştu. Kısaca toparlarsam, siyasetin yeni yapılma biçiminde siyasetin üretmeye ihtiyacı var, siyaset daha çok üretirse, yeni kadrolar üretirse, yeni projeler üretirse, yeni çalışmalar yaparsa siyaset çok daha başarılı bir yere gelir, toplumun temel talebi de budur. Burada neredeyse reçete diyeceğimiz bir eylem planı var. Bu eylem planı siyasetin yapılma biçimine dönük çok güzel ışık tutmaktadır. Genel bir çerçevedir, hepimize çok büyük bir ufuk açmaktadır. Bunun uygulanabilir yönleri var, daha uzun vadede uygulanabilecek yönleri var. Şu anda mevcut partilerin hemen kullanabilecekleri çok güzel ipuçları var, eğer akıllarını kullanıyorlarsa, bunları alıp hemen uygulamaya da geçirebilirler. O nedenle, ben tekrar teşekkürlerimi ileterek, bu çalışma sonrasında özellikle sol siyasete çok önemli katkılar getirmesini dileyerek, sözlerimi tamamlıyorum. Teşekkür ediyorum.
Murat Yalçınkan:
Bazı insanlar vardır, hocalarınız vardır, hiç görmeden size çok büyük hocalık yaparlar, İlhan Hoca benim için öyle bir hoca. Birincisi sınıfta bizim önümüze makalelerini attılar, okuyun diye. Biz bugüne kadar okuduk, hatta şimdi de öğrencilerimizin bir bölümü okuyor. Bugün tartışılanlar benim için çok yeni değil. Geçmişi de var o anlattığı şeylerin. Kendime de çok yakın hissediyorum anlattığı şeyleri, çok çok destekliyorum her söylediğini. Kafamda oluşan soru işareti var. Onları hani belki birkaç ipucu verebilirim dedim. Bir de yerel ekonomik yaklaşımlar vb. az önce de bahsedildi, onun üzerinde de yaptığımız bazı çalışmalar var. Belki altlık oluşturmak değil ama düşünmeye başlamak açısından bazı ipuçları geliştirebilir o da.
Birincisi, sol sağ ekseninde siyaset artık çok da kabul gören bir şey değil mi acaba şeklindeki tartışma beni de çok yoruyor doğrusunu isterseniz. Ve veya tartışması, bugün artık veya şeklinde bir şey kalmadı diye bir noktaya gidiyoruz. Benim gördüğüm daha çok siyaset kaygan bir zemin haline geldi, konumlarımız çok da öyle sabit değil. Bir gün geliyor ki milliyetçi birisiyle yan yana düşebiliyoruz. Bir gün geliyor çok liberal bir adamla yan yana düşebiliyoruz. Ama ben inandıklarımda sabitim, ben sosyal adalete inanıyorum, solun savunduğu bazı ilkelere, değerlere sonuna kadar sahibim, hayatım boyunca da sahip kalacağımı düşünüyorum. Onun için bunların adını koymakta bir sakınca olmadığını düşünüyorum. Yani Fuat Hoca'nın söylediği sosyal adaletten başlayarak demokratikleşme çok önemli bir ilke tabii, ben buna özgürlüğü de eklemek istiyorum. Belki demokratikleşme özgürlükleri getirecek, ama her zaman getirmeyebiliyor da. Özgürlüğü de önemli bir nokta olarak görüyorum. Bugün özellikle bizim sosyal demokrat partilerimizin tamamen unuttuğu bir kavram olarak, solun Türkiye’de savunamadığı bir kavram olarak bu üçlünün üzerinde ilkelerin oluşması gerektiğini -adına sosyal demokrasi deyin, isterseniz başka bir şey deyin önemli değil-, bu gerekli, çünkü bunu koymadığımız zaman ilkesiz bir noktaya gelebiliriz. Hele yerellerden bahsediyorsak, her yerelden gelebilecek farklı yansımalar olacaktır, o yansımaların total oluşturması mümkün olamayabilir. Bu ilkesizliğe bizi sürükleyebilir. Onun için bazı ilkelerin tepeden belirlenmesi gerekiyor. Bu işte bizim yerelde siyaset üretirken çok karşılaştığımız bir ikilemi de kısmen çözecektir; büyüme politikalarıyla popülist politikalar arasında biz sürekli ikilem yaşıyoruz. Hele şimdi yerelin kendi iç dinamikleri üzerinde gidiyorsak, popülizmde çok ciddi bir tehlike de yaşayacağız aslına bakarsanız. O dengeyi kurmakta da aslına bakarsanız, ilkelerin belirlenmesi yine önemli.
Üçüncü bir nokta, program tartışmasıyla ilgili. Aslına bakarsanız, iç dinamiğin oluşmasıyla ilgili. Fuat Hoca'nın söylediği vizyon geliştirmeyle ilgili. Zafer Hoca dünyayı değiştirmeyi istiyoruz dedi, hakikaten hepimiz istiyoruz dünyayı değiştirmeyi. Ama İlhan Hoca da dedi ki, toplum için iyi olurun takip edileceğine razı değilsek, süreç temelli yaklaşım mümkün değil dedi, yanlış anlamadıysam. Şimdi bu ikisi, çoğu zaman birbiriyle çatışacak. Bu hareketi başlatan insanlar gidip yerele oturup tartışmaya, konuşmaya başladıklarında onların dünyayı değiştirme, dünya tahayyülleri çok daha farklı bir noktada olabilir. Ve onu nasıl belirleyeceğiz? Yine o ilkeleri kullanarak belirleyebiliriz diye düşünüyorum. Bunun da yöntemi bir müzakere sürecinden geçer. Sizin belli ilkeleriniz vardır, bu insanların önüne oturursunuz, bu ilkelerle müzakereye girersiniz. Fakat, bu ilkeleri çok yukarıdan getirerek önlerine koyduğunuzda, insanlar aidiyetlerini kırılmış hissederler. Onun için çok temel bazı şemsiye ilkeler belirleyip, gerisini o yerelin oluşturmasına izin vermek gerektiğini düşünüyorum. İkna oluştuktan sonra, karşılıklı ikna, yani bizim insanları ikna etmemiz değil de, onların da bizi ikna etmesi süreci oluştuktan sonra eyleme geçilebilir diye düşünüyorum.
Eylemi de şöyle düşünmekte fayda var. İlhan Hoca'nın söylediklerinden anladığım, bir tasarlama işi bu, yaptığı iş. Yani bu kesin başarıya götürecek bir model olarak ileriye sürülen bir şey değil. Bunu bizim bir deneme süreci içinde ele almamız, öğrenmeyle birlikte düşündüğümüz zaman deneyip, öğrenip tekrar denememiz gerekecek şeyler olacaktır. Yanlışların içinde düşünebileceğiz. Böyle düşünmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Son olarak da yerel kalkınma üzerine birkaç şey söylemek istiyorum. Şimdi en önemli sorun herhalde bizim taban sorunumuzla ilgili bir şey. Yani, bir taban sorunu var. Hele bu kesimin -bu çok elit bir kesim- gidip de bir yerele, o yerelin insanlarına ulaşmak gibi bir şansı yok bana göre. Orada ciddi bir sorun var. Bunu aştığımızı varsayarsak, olayın ortak çıkar noktasını bulmaya bağlı olduğunu düşünüyorum. Yani o insanlarla ortak çıkar noktasını bulabilirsek, zaten vizyon da kendiliğinden gelişmiş oluyor. Ve üstte belirlenen şemsiye ilkeler çerçevesinde de siyasi hareket kendi kendine şekillenmeye başlayabilir diye düşünüyorum. Buna aslında örnekler var. Bir hareket üzerine kurulu örnekler var mesela. Peru’da veya Şili’deydi bir topraksızlar hareketini, anti-küreselleşme hareketlerini buna örnek verebiliriz, model olarak. Yerel ekonomik kalkınma örnekleri var. Hatta İlhan Hoca'nın içinde bulunduğu Habitat çalışması var. Habitat çalışmasında benim üç tane cümlem vardır mesela, o üç cümle yüzünden çok da sahiplenmişimdir. Çünkü çok katılımcı bir süreç sonunda hazırlanmış, ciddi anlamda katılımcı ve demokratik bir süreç sonunda hazırlanmış bir rapordu. Greenpeace var, ÖDP’nin yaptığı bir deneme var, gerçi seçimi kaybettiler. Her zaman başarı getirmiyor olabilir. Ama oradan da öğrenilebilecek şeyler olduğunu düşünüyorum. Onların da denemelerini dinlemek gerektiğini düşünüyorum. Bu çalışmalardan sonra da ben bu konularda biraz hiperaktifimdir, hemen atlayıp girip öğrenmeyi isterim. Biraz da şehircilikten gelen bir şey, biz bir yere gideriz, o yerin bütün özelliklerini analiz ederiz, sonra kendi uzmanlık alanımızdaki bilgiler doğrultusunda o yere bir vizyon geliştirmeye çalışırız. Bazı amaçlar, hedefler belirleriz. Geçeriz halkın karşısına, o halkın içinde sivil toplum temsilcilerinden başlayıp, çiftçilere kadar herkes yer alır. Ve herkes sözünü bir şekilde söylemeye çalışır. Onlara o söz söyleme hakkını tanıyabilmek gerekiyor. Ciddi sıkıntılar çıkabiliyor orada. Söylenen sözlere göre de ortak bir metin hazırlanıyor, o yerin kalkınmasına dair. Buna benzer bir model üzerinden gitmekte hiçbir sakınca yok. Yerlerin farklı farklı vizyonlarının, çalışmalarının oluşturacağı bölgeler olabilir, yani yerel ekonomik kalkınma çalışmasında böyle bir model öngörümüz var. O bölgeler kendi bölgesel vizyonlarını, amaçlarını oluşturup, daha üst aşamada merkeze ulaştırabilirler. Bugüne kadar geldiğimiz modelin tam da tersine çevrilmişi aslında. Çok da zor değil bunu yapmak. Bu tamamen merkezdeki statükonun birazcık izin vermesiyle ilişkili bir şey. Çok ümitli değilim, benim üniversitemde bile merkezi statüko aynı şekilde duruyor. Bilemiyorum artık, yani çok mümkünsüz şeylerden bahsetmiyoruz ama niyetli olmak lazım. Eli taşın altına sokup, yerele inmek lazım, yerele gitmek lazım diye düşünüyorum. Teşekkür ediyorum.
BAŞKAN
Toplantımızın bu bölümünü bitirdik. Şimdi değerlendirmelerini yapmak üzere sözü sayın Tekeli’ye bırakacağım.
DEĞERLENDİRME
DEĞERLENDİRMELER
İlhan Tekeli
Atila Candır
Burhan Şenatalar
İLHAN TEKELİ:
Bütün katılımcılara teşekkür ederim. Burada ciddi bir tartışma yaptık. Tabii Fuat arkadaşımın dediği meseleler de doğru. Bir kısmı bunların tam da benim söylediklerimin üstüne oturmadı ama çok önemli değil. Belki önemli olan tarafı şu: Birçok arkadaşımızın yaptığı katkıda şöyle bir nokta ortaya çıktı: Benim kendi dilimle yazdığım bazı şeyleri arkadaşlarımız kendi dilleriyle söylediler. Bu tabii çok önemli bir şey. Biz bir toplumsal gerçeklik içinde yaşıyoruz, bu toplumsal gerçeklik bizi kendi formasyonlarımızla, kendi tarihlerimizle vs. ile ilgili olarak farklı farklı söylemlere ama sonra pratikte benzer noktalara getirmiştir. Bu bir çeşit söylenenlerin veya toplumun yeni talebinin varlığı için ilginç bir gösterge olarak görülebilir.
Bu tartışmalar sırasında şöyle bir soru hep gizil olarak kaldı. Bazıları kendilerini oraya sokmamak isteseler de sözlerin altından o çıktı. Bir siyasi parti kurulması meselesine bu tartışmaların ne yararı olacak? Yahut, "biz siyasi parti kurarken yapmamız gereken şu şu konular burada açık" gibi bir gizil kategoride buradan geldi. Burada şöyle bir şey tartışılmadı: Bir parti kurma, yeni bir siyasi tasarımın bütün aşamalarını total olarak tasarlamaya çalışmadık. Bir anlamda biz parçacı analizler yaptık. Orasından burasından. Ama, bunun şöyle bir yararı olduğunu düşünüyoruz. Bu tartışmalar sonrasında birisi ya da bir grup siyasi parti kurmaya kalkarsa, eskisi gibi kuramaz artık. Yani bir çeşit eski tür parti kurmanın yollarını kapadık bir anlamda bu tartışmalarla. Çünkü gündemde olmayan sorular getirdik. Ve olmayan kavramlar getirdik. Artık yeni parti programları bu kavramlarla düşünülecek, süreçler bunlar düşünülerek kurulmaya çalışılacak, mutlaka bizim burada söylediklerimizin doğru olduğu meselesiyle ilgili değil. Ama, bir şekilde farklı olacak ve derinden bu işleri kavramaya yol açacak diye düşünüyorum. Tabii, Mehmet Ural arkadaşımın dediği gibi bundan sonra ne yapacağımızı tartışacağız, belki o tartışmalarda da böyle geri dönülmez veya yeni tutamak noktaları inşa etmek ve bu işi hakikaten yürütmek isteyenlerin artık onlara basmasını sağlamamız gerekecek gibi geliyor.
Bu tartışmalar sırasında bir soru gündemde hep alttan alttan tekrar tekrar çıktı. İşte burada süreç vs. üzerinde çok vurgu yapılıyor, ya program ne olacak, program yok mu? Yahut programın bağlayıcılık derecesi ne olacak? Şimdi, tabii Fuat’ın ilk konuşmasında dediği gibi şöyle bir şey var. Süreçle program bir yakın ilişki içinde olacak. Ve süreç sürekli olarak program üretecek. Sürekli üretilen bir program olacak. Ve, her programın sabit kalması demek, kaçırılan bir fırsat demek, kullanılabilecek bir programın önünde programla engel yaratmış olmak demek. Yani, zaten günümüzdeki planlama anlayışı böyle. Geçmişte biz planlamayı 20 yıllık bir kestirimle baştan en doğruyu saptayıp dondurduk. Bugün öyle bir planlama mümkün değil. Bir müzakereci planlama mümkün, çünkü dünya ve olaylar o kadar hızlı değişiyor ki ben onu dondurduğum zaman o topluluğun önündeki bir fırsatı yok ediyorum. Onun için program da bir engel haline gelmemeli. Program, süreç içinde birlikte oluşmalı. Tabii bu demek değildir ki başında bir miktar ilkeleriniz olmasın. Ama bunlar benim ilk konuşmamda söylediğim gibi az olmalı. Her şeyi belirlememeli. Temel doğrultuları belirlemeli. Ve süreç de o kadar başı boş bir süreç olamaz. Yani şöyle olamaz. Bütün bu süreçlerde olduğu gibi süreç işlerken, siz bir değerlendirme yaparsınız. Performansını değerlendirirsiniz, çıkan sonuçlara göre, bak şuradaki süreçte katılım eksik, şu gruplar katılmıyor, gel şunları katalım deyince, sonucunu değiştirmişsiniz demektir bu sürecin. Yani burada dinamik, eskisine göre daha zor bir şey.
Şimdi bir başka soru: Tabii geçmişteki şeyler, problemler vs. buradaki önerilerin biraz yapılabilirliğini güç gösterebilir. Ama, geçmişten, geçmiş deneyimden nasıl yararlanabiliriz? Soruyu böyle sorarsak, sanıyorum doğru sormuş oluruz. Geçmişin deneyi bütün yeniliklerin önünü tıkamak için ve geçmişin aynı yeniden üretilmesi için kullanılırsa hiçbir işe yaramaz. O zaman geçmiş, engel haline gelir. Ama geçmişin deneyi soyutlanarak onun içinden bir kısmı alınarak ve geleceğe yol göstermek için bak şurada bu çalışmadı, ama şunu yaptığımız için çalışmadı, ama bunu böyle yaparsak çalışırdı diye kullanırsak o zaman geçmişin deneyi geleceğe yol gösteren bir hal almaya başlar. Bir çeşit, şimdi şöyle şey var, mesela Erdal Bey'in pratikte bir örneğini anlattı: "Ben onlara sormak için, onların fikrini anlamak için yaklaştığımda niye geliyorsun bu konuları bilmiyorsan, sen bize doğruyu söyleyeceksin dediler" dedi. Bu gerçek. Böyle bir gerçek var. Ama bu gerçek, geçmişin yönetici, elitist, baskıcı döneminin o insanlar üzerinde yarattığı ezikliğin gerçeği. Şimdi o kendi fikrini söyleme cesaretini elde edememiş ve tadını alamamış, ezik biri. Halbuki o fikrini söylediği an onunla eşit olacak. Eşitlik ancak öyle kurulur. Ben bir kişiye fikrimi doğru dürüst anlatıyorsam, doğru dürüst diyalog kuruyorsam, bu varlığımın eşit olmasıdır, üstümde kürk olması veya olmaması önemli değildir, artık bütün eşitsizlik ortadan kalkar. Onun için o geçmişin deneyine hapsolmamamız gerekir. Onu aşabilmenin, onu aşmanın heyecanını onlara taşıyabilmenin yollarını bulmamız gerekir diye düşünüyorum.
Tabii bir başka konu, acaba yeni öneriler geçmişin siyaset tanımlarına hapsolabilir mi? Bir arkadaşımız dedi ki, bizim siyaset tanımımıza uymuyor. Tabii siyaset kitabında yazmıyordur, siyaset bilimiyle ilgili kitapta yazmıyordur. Ama biz onu aşabiliyorsak yenilik getiriyoruz demektir.
Yine bir arkadaşımız dedi ki bu bütün dünya için geçerlidir, evet zaten benim yazdığım metinde var. Bu dünya için iddia taşıyan bir metin. Ve bunu söylemekten de çekinmemek gerekir. Ancak, onu söylediğimiz zaman biz dünya ile eşdeğer olduğumuzu kabul ediyoruz demektir. Biz dış dünya ile eşit diyaloğun adayı oluyoruz. Bunu söyleyemediğimiz zaman ve hep o modellere esir kaldığımız zaman bizim eşitlik talebimiz sahte bir talep.
Şimdi bir başka konu. Bir yanlış anlaşılma var, onu da söyleyeyim, onunla kapayabiliriz. O da şu. Şimdi şöyle bir mantık oyununun çıkardığı bir yanlış anlama var. Tabii benim metnimde de konuşulurken, Türkiye’de bir yurttaş var pasif, aktif olsun dedik. Sonra bu laf döndü şeye geldi, bir insan yaratma problemi haline geldi. Ondan sonra insan yaratma problemini ortaya koyduktan sonra bu bir totaliterlik iddiası haline geldi. Şimdi bu işte yani bir mantıksal çıkarsamanın ulaşabileceği en yanlış noktalardan birisi. Çünkü burada böyle bir şey yok. Ulus devletler döneminin davranışsalcı eğitimiyle tek düze hale sokulmuş homojen insanlardan meydana gelen bir toplumun insanını yaratma söz konusu değil. Bunun tamamen tersini yaratma söz konusu. Her insana doğduğu zaman bir proje olarak bakan ve devletin rolünün bir hamur gibi o projeyi şekillendirmek olduğunu reddeden, buna karşılık her insana devletin rolünün o insanın potansiyellerini artırarak, o insanın daha başarılı bir proje olarak kendisini gerçekleştirmesini ortaya koyan bir yurttaştan söz ediliyor. Bunun totaliterlikle bağdaştırılması bence biraz haksızlık gibi geliyor, bu tamamen onun tersi noktada olan bir şey.
Tabii bir başka konu var, Hasan Cemal’in getirdiği konu, herkes de getirdi. Lideri yok, lider yok ortada. Ama onun cevapları çok geldi, süreç yok ki lider içinden çıksın diye cevap geldi. Ama şöyle bir konu var. Gene sorulardan biri dedi ki, medya ciddiye almaz dedi, böyle bir tartışma gelse. Ama burada bir soru var. Liderin olmaması bizim düşünce geliştirmemizin engeli mi olmalı? Biz ne kadar çok düşünce geliştirebilirsek ve bu düşünce ne kadar heyecanlı ise belki liderlik için bir teşvik olur. Burada bir proje görüyoruz, ona soyunan birisi olabilir. Onun için liderliğin yokluğunu beklememeliyiz, biz süreci işletmeliyiz, onun içinden biri doğabilir, pratik içinden biri doğabilir. Negatif bir şey var, şöyle bir şey var burada. Kof lider ortaya çıkamaz, kof liderin önünü tıkıyor bu şey. Standart yükseliyor, herkes kendine bir çeki düzen verip bakacak, ona göre daha uygun bir şey doğabilir diye düşünüyorum.
Son bir şey daha söyleyeceğim. Bu yerel meselesi çok mühim. Gerek Sevgi Hanım'ın getirdiği gerek Erol Katırcıoğlu’nun getirdiği, aslında yerellik şu dakikada merkez tarafından işgal edilmiştir. Eğer bir demokrasi, yerel demokrasi talebimiz varsa yerel kamuoyunun serbest olması gerekir. Yerel kamuoyu üç, beş, on taraftan işgal ediliyor. Yerel kamuoyu merkezi politika tarafından işgal ediliyor. Yerel, Yiğit Bey'in anlattığı gibi kendi problemini çözmeye çalışmıyor. Merkezdeki çatışmayı orada yeniden üretmeye çalışıyor. Tamamen alakasız bir şey. Birçok yerde yerel medya yok. Merkezi medya yereli de işgal etmiş durumda. Yereldeki demokrasi pratiği işleyemiyor. Aslında daha önemlisi bütün bir gün konuşmalarımızda kullandığımız kavramlar yereli yok ediyor. Küreselleşme kavramı, yereli yok ediyor. Halbuki biliyoruz ki küreselleşme ile yerelleşme yan yana iki süreç olarak işliyor. Ve küreselleşme süreci yereli görmemizi engelliyor. Bilgi dünyasının, küresel dünyanın yeni bir yereli oluşuyor; bu yerel, sanayi toplumunun yerelinden farklı. Ve bu bir aktör olarak dünya ile tek başına ilişki kurma olanağına sahip, ulus devletten bağımsızlaşmış bir yerel söz konusu. Eğer, bizim buradaki tartışmalarımızı sürdüreceksek, tabii önemli tartışmalardan birisi yerelin ne olduğudur. Bugün Türkiye’de yerel nasıl? Biz ODTÜ’de bir grup olarak bu konuda bir çalışma yaptık, benim yazılmış bir metnim var, o tartışmayı da ben yürütmek istemiyorum. Sevgi Hanım gibi o pratikten gelen birilerinin yürütmesinde yarar olabilir.
BAŞKAN ???
Önce, Pera Palas’ta yaptığı konuşma ve arkasından yazdığı yazılarla bu zengin tartışmayı başlatan Sayın Tekeli’ye, sonra da bu toplantıyı düzenleyen dört kuruluşa tekrar teşekkür ediyoruz.
Şimdi, bundan sonraki aşamada bugün dile getirilen, bundan önce dile getirilen bazı konular oldu, fakat sizin dört kuruluşa önerileriniz varsa bunlardan yararlanarak devam etmek istiyoruz.
ATİLLA CANDIR
Sosyal Demokrasi Derneği, Ankara, bu kadarı yeter tanıtmak için. Tabii İlhan Tekeli’nin yaptığı hazırlık, onun kapsamı, içine yerleştirdiği harikulade ve düzenli düşüncelerin bir şekilde yaşama, pratiğe aktarılması ile ilgili arayışlarımız olacaktır. Bu yalnız İlhan Tekeli’nin söyledikleri değil, bu odada toplanan, tüm katkı sağlayan arkadaşların görüşlerinin sentezi şeklinde ortaya çıkacaktır.
Ben, İlhan Tekeli’nin düşüncelerini yaklaşık 40 yıldır onunla paylaşıyorum. Ama kendisinden farklı bir tarafım olduğunu düşünerek gireceğim. O düşünür, çerçeveyi oluşturur, onun iç tutarlığını sağlar sonra ben ondan bir uygulama alanı bulurum kendime. Geçen hafta, derneğimizin Altındağ Şubesi'ne gittim, Ankara’da. Bizim yedi tane şubemiz var yurt sathında, her birinin etkinliklerini bir şekilde çoğaltmayı ve belli bir düşünce etrafında büyümeyi sağlamaya çalışıyoruz. Bunlardan bir tanesi de Sevgi Hanım'ın başkanlığını yaptığı Eskişehir Şubesi. Altındağ Şubesi, Ankara’yı bilenler Altındağ’ın yapısını da bilirler, siyasete olan katılımını da takdir ederler. Büyük bir nüfus ve kentin göreceli yoksul bölgesi. Yönetim kurulu başkanı, yani şube başkanı ve beş tane yönetim üyesi bir odada idik. Hoş geldinden sonra benim oraya gidişimle ilgili bir değerlendirme söz konusu oldu. Ben günümüzde bir sivil toplum kuruluşunun ne tür sorgulamalar yapabileceğini, dolayısıyla artık bir siyasi parti mensubu kimliği ile ortaya çıkmak yerine, yeni bir siyaset anlayışının hangi temeller üzerine kurulabileceğini bilgi olarak aktarmaya çalıştım, demokrasi kavramını biraz tartıştık. İşte, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye nasıl geçebiliriz, onun süreçleri nasıldır? Geçmek değil de birbirine nasıl eklemlenebilir bu süreçler, onları söylemeye çalıştım. Küreselleşmeden söz ettim, ulus devletten biraz söz ettim. Baktım oradaki yönetim kurulu üyeleri büyük bir gayretle anlamaya çalışan gözlerle bakıyorlar. Bazı kavramları anlamakta zorlanıyorlar. Kısa bir konuşmadan sonra konuşmamın bittiği bir yerde üyelerden birisi, en cesaretlisi çıktı dedi ki "Ama buradaki CHP ilçe örgütü de bize bunları yapıyor," dedi. Sonradan anlaşılıyor ki o insanların hepsi CHP’nin kayıtlı üyesi, oradaki uğraşlarında belli bir başarısızlığa uğramışlar, gelip bu derneğe yaslanıp girdikten sonra da arayışlarını, partiye dönük, uygulamaya dönük arayışlarını orada arıyorlar. Fakat biz biraz daha inatla orada yapılabilecek şeyleri konuşmaya başladık. Konuşmanın bir aşamasında, daha önce hazırlık da yaptığımız çerçevede, dedim ki size bunların bir defa daha anlatılması gerekir. Var mısınız? Evet, bizim bazı şeyleri öğrenmeye ihtiyacımız olduğunu anladık dediler, çok önemli bir nokta. Bununla ilgili olarak şubenin bulunduğu binanın altında bir kahvehane var. Geniş bir yer. Dediler ki, İlhan Hoca'yı bize getirirsen, biz aşağıdaki kahvenin badana boyasını yaparız, dernek şubesi olarak hazırlarız. Ve en az 200 kişiyi toplarız, hiç merak etmeyin hepsi de büyük bir dikkatle, inançla öğrenmeye çalışacaklardır.
Şimdi bu ve buna benzer uygulamaları çoğaltmamız gerekiyor. Biz bu masa etrafında çok önemli bir iş yapıyoruz bana göre. Bu önemli işimiz, teker teker sivil toplum kuruluşlarının kendi uğraşlarını bir ağ etrafında birleştirme kararı ve uygulamasıdır. Bu dört tane sivil toplum kuruluşunun mensubu olsun olmasın Türkiye’de bu konuda çok değerli düşünceleri olan kadroları, kişileri toplayarak yeni bir düşünce yapısı ve sistematiği oluşturmaya, bunu da tabii bilgiye dayalı olarak oluşturmaya çalışıyoruz. İlhan bunun lokomotifliğini yapabilir. Hepimiz buna katkıda bulunuruz. Ama bu hakikaten kapsamlı bir çaba olmalı.
Tabii bu ağ oluşturma çabasını, karşılıklı gene geçmişte de yaptığımız çalışmalarda görüyoruz. Diyelim ki Ankara’da düzenlediğimiz bir sosyal demokrasi platformuna katılan çok sayıda saygın kişi var. Onların konuşmalarını, konuşulan yerde bırakmak çok yanlış olurdu. Şimdi onlar birer yayın haline geldi. Sonuçlar ve arkasında yapılan çalışmalar iki kitap şeklinde toplandı ve kanaatimce çok değerli iki kitap ortaya çıktı. Kuşkusuz, İlhan Tekeli’nin katılımcı demokrasi ve sivil toplum kuruluşları olarak yazdığı kitap da her an başvurabileceğimiz bilgilerle dolu.
Buradan şuna gelmek istiyorum. Bizler sivil toplum kuruluşları olarak bir ağ yapıları içine girmeli ve çoğalmalıyız. Bu çoğalmanın araçlarını geliştirmeliyiz. Yani, yeni yayınlara girmeliyiz. Tabii sadece yayınlar meselesi değil, yayınların yayılmasıyla ilgili hepimiz rol almalıyız, yeni yeni düşüncelerin, yeni yeni öğrenen çevrelerin katılımını sağlayacak duyarlılık içinde olmalıyız.
Şimdi böyle bir şey yaptığımızda çoğalmanın son derece insanı şaşırtan bir hızda olabileceğini düşünüyorum. Yani, buradan kalkıp Antep’teki şubenize gittiğiniz zaman, bir konuşmacıyı İstanbul’dan götürdüğünüzde eğer burada oluşan genel bilginin taşınması şeklinde programı oluşturuyorsanız, orada bir anda bir salonun birkaç yüz kişiyle dolduğunu ve büyük bir heyecanla sizi dinlediklerini göreceksiniz. Bu örnekleri yaşadığımız için söylüyorum.
Daha çok şey söylenebilir. Burada konuşulanların her biri benim için uyarıcıdır, yol göstericidir ve bunların pratiğe nasıl aktarılabileceği konusunda arayışlarımızı sürdüreceğiz. Ama bir kaynaktan yani bu masa etrafında oluşan düşüncelerin kaynağından destek almak esastır. O zaman süreç çalışmaya başlar. Yani süreç merkezli olmanın anlamını bu şekilde de ortaya koyabiliriz. Bu sürecin her zaman geri dönüşleri vardır. Yani belli bir yere geldiği zaman programını da üretir. Programda süreçte yenilikler ortaya çıktığı zaman, değişimler ortaya çıktığı zaman geri dönmek, yeni bir program yapısına ulaşmak, yani dinamik bir anlayışla güne, gelişmelere ve koşullara uygun olarak yapılanmak ve davranışsal birimler oluşturmak kolaydır. Ama, her şeyden önce bizim burada başlattığımız ağın genişletilmesi, derinleşmesi, bu çerçevede halkaların çoğaltılmasına ihtiyacımız var. İsterseniz buna merkez çevre modeli diyelim, merkezde böyle bir kaynağımız olsun, her an fikir üreten, analiz yapan, yorum yapan ama sürekli bilgi ve doğru düşünceler üreten bir yapımız olsun. Burası her zaman çevreden gelecek, yerelden gelecek birtakım uyarılara, görüşlere açık bir merkez fonksiyonu yürütsün ama bu merkezden biz sürekli olarak değerlendirme ve yorum yaparak bilgi aktaralım. Onlar kendi inisiyatifleriyle kendi çevrelerindeki koşullarla üretim sürecine katkıda bulunsunlar. Kendi üretkenliklerini kendileri belirlesinler. Ben bundan sonraki çalışmalarımızda bu yolda bir gündem oluşturmamızın doğru olacağını düşünüyorum, bunu öneriyorum. Tabii ki böyle çalışmalarda çok kritik olan unsurlardan bir tanesi de bu çalışmaların finansmanıyla ilgili nokta olacaktır. O konuda kendi iç yapısı içinde çözülmelidir. Bugün çözüldüğü gibi. Bunu eğer çevreye taşıma konusunda desteklere ihtiyacımız varsa bunu da üretmenin düşüncelerini ortaya koymalıyız. Yani, bizim bu çalışmalarımızda belli oranda destek olabilecek, bize bu tür çalışmaları daha etkin ve kolay bir şekilde yapmamıza olanak sağlayacak katkıları hangi kaynaklardan, hangi noktalardan sağlayabileceğimizi de düşünmeliyiz. Ama esas olan eylemdir. Bu düşünceleri geniş çevrelere, mekâna, geniş kitlelere taşımanın sürecini başlatmak lazım. Bunun belli bir aşamasında kuşkusuz hep söylendiği gibi siyasi parti yapılanması da ortaya çıkabilir. Ama o aşamada düşünülsün onlar, bugün için değil. Yeter ki süreci bu söylediğim çerçevede doğru çalıştırmanın ısrarında olalım. Teşekkür ederim.
BURHAN ŞENATALAR
Bundan sonrası ile ilgili bir iki şey söyleyeceğim. Fakat ondan önce buradan ayrılırken, bugün yaptığımız çalışma geçmişten beri nereye oturdu, bunun üzerinde tam bir mutabakat sağlarsak çok yararlı olur diye düşünüyorum. Şimdi, Haziran 2003’te ismi devamlı geçen dört kuruluş adına yedi-sekiz kişi toplandı ve dendi ki Türkiye’deki bir numaralı mesele -özellikle sol kesim için- siyaset yapma tarzı, siyaseti tanımlama meselesidir. Bunun için nereden başlayalım? İlhan’a dedik ki hazırlanmış bir beyaz kitap vardı, Yiğit Bey’le birlikte, onu gelip anlatsan. O da dedi ki, onu geçtik biz, onu aştık dedi, yeni bir şey yazalım. Kör istedi bir göz, Allah verdi iki göz. Peki yenisini yaz dedik, yenisini yazdı, burada 80 kişilik bir topluluğa sundu, bu salonda. O 80 kişi içinde Antalya’dan, Eskişehir’den, İzmir’den, İzmit’ten ve bir sürü yerden gelen arkadaşlar vardı. Ondan sonra Pera Palas’ta sundu, ondan sonra Bilgi Üniversitesi’nde tekrar bir toplantı yapıldı. Bugün yapılan toplantı ile hakikaten çok doğru bir yol üzerinde, çok istikrarlı ve verimli gittiğimiz ortaya çıktı, kanıtlandı. Şunu söyleyeyim, ben uzun, çok uzun bir süredir İlhan’ın yaptığı bu katkı kadar ciddi, hayırlı, önemli bir katkı olduğunu düşünmüyorum Türkiye sol hareketinde.
Burada, şunda çok netiz. Bu dört kuruluş çok iyi anlaşıyorlar, nazar değmesin. Çok iyi bir frekans uyumu var. Burada bir parti konusu zaman zaman gündeme geldi. Bu dört kuruluşun ve burada bulunan heyetin bir parti kurma gibi hiçbir niyeti yok. Şu anda maalesef, Hüseyin Bey’in davetine de olumlu yanıt veremeyeceğiz. Yerlerimizi garanti göstermesine rağmen. Ama, ileride düşünebiliriz. Şimdi buradaki hadisenin kendisi bir süreç, bir arayış süreci, bir tartışma süreci, bir öğrenme süreci. Dolayısıyla bütün metinlerinde İlhan devamlı şunu söyledi, bu nihai bir metin değil, yanlış anlaşılmasın, bunu geliştireceğiz, tartışacağız. Nitekim, bir önceki metne göre buna bazı ilaveler yapıldı. Bir sonraki aşamada muhtemelen tekrar yapılacak. Ve dolayısıyla burada bir ortak dil oluşturuyoruz, bir bakış açışı, bir düşünüş tarzı oluşturuyoruz. Ve Türkiye solu meselelerini nasıl bir sorunsal içinde görmeli, tanımlamalı, algılamalı, anlatmalı onu ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla, bu açıdan baktığımızda lider hiç önemli değil. Şöyle de diyebiliriz. İlhan Tekeli’nin bugüne kadar yaptığı aslında bir entelektüel liderlik. Ama parti lideri aramıyoruz katiyen. Parti liderine ihtiyaç da yok. Biraz önce çok güzel ifade edildiği gibi "parti lideri nasıl olmalı"yı biraz arıyoruz, kolektif çalışma nasıl olmalı onu arıyoruz.
Dolayısıyla şimdi biz ortaklarımız kim, muhataplarımız kim, o sorulardan adım atabiliriz. Bizim muhataplarımız -bence sabahki söylemeye çalıştığım düşüncelere de devam niteliğinde-, kendini solda gören Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları. Onun dışında ileride inşallah açılırız ama kısa vadede açılamayız. Kendini solda gören şu parti de bu parti de anti parti de fark etmez, kendini sosyal demokrat olarak nitelendiren olabilir, kendini demokratik sosyalist, demokratik sol diye niteleyen olabilir. Kendini demokrat diye nitelendiren olabilir. Bu çevrelerle bir diyalog geliştirmek zorundayız.
Aynı zamanda ikinci kanal da çok önemli. Dünya sol hareketiyle, Sosyalist Enternasyonel, SPD, İngiliz İşçi Partisi bunlarla işbirliği, diyalog geliştirmek zorundayız. Dolayısıyla biz sekiz ay sonra iki İngiliz iki Alman buraya getirip onlarla bunu tartışmalıyız. Fuat’ın dediği gibi bu konu üzerine bir sürü insan, bir sürü yerde tartışıyor. İngiliz İşçi Partisi'ni eleştiriyor, Alman SPD’yi eleştiriyor.
Şimdi bundan sonra ne yapalım? Yapabileceğimiz şeylerden somut öneri getirmeyeceğim de seçenek söylemeye çalışacağım. İstanbul dışına çıkma, zaten yavaş yavaş yapılıyor. Ama bu hadise henüz İstanbul dışına çıkacak noktada değil bence. Bu hadiseyle ilgili şöyle bir şeyler yapabiliriz. Bir, bir buçuk ay sonra yine bu salonda toplanırız, sunumu biraz daha genişletiriz, çeşitli üniversitelerde, siyaset içinde arkadaşlarımız var, bugünkü katılım sınırlı tutulmuştu, yine 75-80 kişiye çıkarız. Yeni bir tema etrafında konuşuruz. Bu tema nedir derseniz benim aklıma gelmiyor. Ama parti içinde siyaset yapma meselesi olabilir, Siyasi Partiler Kanunu olabilir, bugün konuşulan, birkaç seferdir konuşulan perspektife uygun parti örgütlenmesi, üyelik nedir, delegelik vs. hepsi olabilir. Böyle bir tema etrafında konuşabiliriz. Buna benzer bir tema etrafında konuşabiliriz. İkinci seçenek -birinciyi dışlamıyor aslında, onunla birlikte de olabilir veya olmayabilir- Mayıs sonunda İstanbul’da büyükçe bir toplantı yapabiliriz, diyebiliriz ki "Sosyal Demokrasi 2005, Dünyada ve Türkiye’de". On tane tebliğ hazırlanır, on tane tebliğ orada sunulur. Bunu yaptığımız zaman 250-300 kişilik bir salonda yapmamız gerekir, o birazcık etki yapar. Bu kadar büyük sayıda tebliğle çıkıldığı zaman, demek ki az çok beraber hareket eden, kesin listesi olan bir grup yok, ama birlikte hareket eden dört örgüt var, bunlarla birlikte hareket eden akademisyenler var, bir şeyler oluyor. Niye Mayıs sonunda dedim? Mayıs sonunda bunu yapmazsak, gelecek seneye kalır. Ve bir zaman atar. Mayıs sonunda böyle bir şey yapmak bana yararlı olur, gerçekleştirilebilir gibi görünüyor, benim söylemek istediğim bu kadar. Teşekkür ederim.