Başlama / BitişTarihi:
06.02.2005 / 06.02.2005
Yer:
AB SÜRECİNDE KIBRIS
Moderatör: Şule Kut
Konuşmacılar:
Murat Karayalçın
Şükrü Sina Gürel
Özden Sanberk
Mehmet Ural:
Panelimize geçebiliriz. Önce panel yöneticimiz Şule Kut’u, daha sonra Murat Karayalçın’ı, Şükrü Sina Gürel’i, Özden Sanberk’i podyuma rica edeyim.
Şule Kut:
Değerli konuklar, şimdi aslında sayınlarla başlayan uzun bir listemiz var; sayın bakanlar, sayın büyükelçiler, sayın hocalar, sayın TÜSES dostları, sayın parti başkanları, eski başkanları hepiniz hoş geldiniz.
İzin verirseniz, iki dakikadan fazla sürmeyecek özel bir şey söylemek istiyorum. AB sürecinde Kıbrıs konulu panellere bir uluslararası ilişkiler hocası olarak çok sıklıkla katılıyorum. Neredeyse doğal bir zaruret bu. Çok da keyifli olduğunu söylemek mümkün değil. Ama benim için bugün önemli olan bu panelde konuşmacılarla birlikte olmak kadar aynı zamanda sayın Erdal İnönü’ye armağan bir paneli yönetecek olmak. Çok teşekkür ederim, özellikle Mehmet Ural’a beni düşündüğü için teşekkür ederim. Ama bunu kadın kotasından düşünmediğini biliyorum.
Efendim, bugün üç değerli konuşmacıyla birlikte Türkiye’nin hem geçmişindeki hem önündeki bence en çetrefil, en önemli, en hayati iki konunun iç içe geçmiş halini irdelemeye çalışacağız. Konuklarımız çok özel. Gene bir mesleki deformasyon belirtisi olarak, söylemem gerekir. Ben kendi kariyerime 90’lara yakın başladım, dolayısıyla Soğuk Savaş'ın sona ermesi, bütün dünya için ve Türkiye için olduğu kadar benim, eşimin, yakın çalışma arkadaşlarımın mesleki kariyerlerinde de çok önemli bir dönüm noktasıydı. O günden bugüne zaman o kadar hızlı akıp geçmiş ki, 15 yıl geçmiş, yani Soğuk Savaş döneminden biz 15 yılı geride bırakmışız. Bu 15 yılın başına döndüğümde, Türkiye’nin Soğuk Savaş'ın bitimine bir sosyal demokrat dışişleri bakanıyla girmediğini hatırlıyorum. Hatırlarsınız, Mesut Yılmaz o zaman dışişleri bakanıydı. Fakat, bilmiyorum hiç düşündünüz mü, en iyi Özden Bey bunu bilir, çünkü sanıyorum yedi ayrı bakanla çalıştınız. Türkiye bu geçtiğimiz 15 yıl içinde 16 dışişleri bakanı değiştirdi, 16 dışişleri bakanının yarısı sosyal demokrattı, dolayısıyla sosyal demokratlar katkılarını ve sorumluluklarını ne inkâr ne de reddedebilirler. Kimse de onlara bunu yapmamalı. Ama daha önemli bir şey var. 15 yılın on yılı biliyor musunuz, Türkiye’de sosyal demokrat dışişleri bakanlarının yönetiminde geçti. Dolayısıyla net bir şekilde söylemek gerekirse, Türkiye bu çok önemli dönemin üçte ikisini sosyal demokrat dışişleri bakanlarıyla geçirdi.
Murat Karayalçın:
Demokratik solcuları saymıyorsunuz.
Şule Kut:
Sosyal demokrat şu anda daha global ve jenerik. İçini sakın doldurmamı beklemeyin, bilmiyorum şu anda. Aslında bunu belki siz doldurabilirsiniz.
Şu anda benim açımdan bu açış konuşması bitti. Şimdi konuklarımızın özgeçmişlerini size okumaya kalksam, zaten ayıp olur. Hepiniz biliyorsunuz. Ama, ilginç birtakım noktalara değinmeden geçemeyeceğim. Örneğin sayın hocamız, sosyal demokrat liderimiz Erdal İnönü, dışişleri bakanlığını sayın Murat Karayalçın’dan devralmıştı. Sayın Şükrü Sina Gürel, bundan önceki son sosyal demokrat dışişleri bakanımızdı ve sayın Özden Sanberk, Türkiye’de bence uluslararası ilişkiler, Türk dış politikası ders kitaplarına girecek bir maharetle siyaset ve bürokrasi arasındaki o ince ve zorlu ilişkiyi uzun seneler, 91-95 arasında özellikle dışişleri müsteşarı olarak yürüttü. Çalıştığı bakanların çoğu sosyal demokrat bakanlardı.
Gerçekten TÜSES’e teşekkür ediyorum böyle bir panel düşündüğü için. Erdal Bey'e de iyi ki bizimlesiniz, diyorum.
İlk sözü, herhangi bir öncelik gözetmiyorum ama SHP Genel Başkanı sayın Murat Karayalçın’a veriyorum. 94 sonu, 95 başında siz tam da bizim AB Kıbrıs ilişkilerimiz birbiriyle yakınlaşmaya başladığı dönemde, dışişleri bakanıydınız. Bugün ne düşünüyorsunuz?
Murat Karayalçın:
Teşekkür ederim. Ben de TÜSES yönetimine böyle bir toplantıyı örgütledikleri için ve bana söz vermeleri nedeniyle teşekkür ediyorum.
Ayrıca, Mehmet Bey’e ve TÜSES yönetimine biraz önce sergilemiş oldukları vefa nedeniyle de en içten şükranlarımı sunuyorum. Bu yalnızca sayın Erdal İnönü için değil, bütün sosyal demokratlar için onurdur, bunu ifade etmek istiyorum. Kimileri sayın Erdal İnönü’yü onursal genel başkan olarak görmeyebilirler ama Erdal İnönü benim onursal genel başkanımdır, tüm sosyal demokratların onursal önderidir.
Aslında, sayın başkan söze girmişken birkaç şey daha söylemek istiyorum Kıbrıs öncesinde, izin verirseniz. Aslında, Erdal İnönü’nün siyasi kararıyla ilgili biraz önce eski CHP genel başkalarından Altan Öymen de söz etti. Genel başkanlıktan ayrılma kararıyla ilgili, çok çeşitli yorumlar yapılabilir, değerlendirmelerde bulunulabilir. Ben de sayın İnönü’nün ayrılmasını nasıl gördüğümü burada sizlere yorumlamak istiyorum. Türkiye’de amortisman kavramı hep ticari yönüyle düşünülmüştür, hep ticari amortismanlar akla gelmiştir. Sayın Erdal İnönü siyasi amortisman kavramını bence ortaya attı. Erkendi, katılıyorum Altan Bey'e, çok uygun bir süre hesaplamasını yapamadığını görüyorum. Amortisman hesabını erken tamamlamış. Ama, bence önemli olan bu kavramın Türkiye siyasetine kazandırılmasıdır. Biz Sosyal Demokrat Halk Partisi olarak sayın Erdal İnönü’nün bu değerlendirmesinden sonuç çıkarttık. Siyasi amortismanı kendisini amorti etmesi gereken siyasilerin iradesine bırakmak yerine tüzük aracılığıyla bunu gündeme getirdik. SHP tüzüğünde genel başkanların amortisman süresi yedi yıldır. Yedi yıl sonra genel başkanlar görevlerini bırakmak zorundadır.
Türkiye AB ilişkilerinden Kıbrıs sorunu üç noktada öne çıkmıştır. Bunlardan birincisi Kıbrıs sorununun Türkiye AB ilişkileriyle bağlantılı olarak birlikte ele alınmaması tezidir. İkinci değerlendirme noktası Kıbrıs’ın Türkiye’nin Yunanistan’ın ve Birleşik Krallık'ın birlikte üye olmadıkları bir uluslararası örgütlenmeye giremeyeceğiyle ilgilidir. Bu hem Londra ve Zürih anlaşmalarının gereğidir hem de ona dayalı olarak Kıbrıs anayasasına taşınmış bir değerlendirmedir. Üçüncü olarak da Türkiye başlangıçtan itibaren Kıbrıs’ta nihai bir çözüme varılmadan, Kıbrıs’ın AB’ye giremeyeceğini savunmuştur. Nihai çözümün siyasal parametrelerinde iki kesimlilik, iki topluluk ve siyasal eşitlik biçiminde ortaya koymuştur. Bunu değişik bakanlarımız dile getirdiler. Biz sayın Sanberk ile birlikte 6 Mart 95 tarihinde Brüksel’de yapılan Ortaklık Konseyi toplantısında bunu çok açık biçimde dile getirdik.
Her üç değerlendirme ölçüsü de maalesef tutturulamamıştır. Aslında Kıbrıs’la Türkiye’nin AB üyeliği ya da adaylığı ya da ilişkisi konusunun birbirinden ayrılması, Kıbrıs’ın Güney Kıbrıs Rum yönetiminin tüm ada adına 90 Temmuzu’nda AB’ye yapmış olduğu başvuru sırasında ele alınmıştır. Tam olarak hangi platformda bu değerlendirme yapılmıştı anımsamıyorum ama, AB’nin böyle bir değerlendirmesi vardı. AB bu ikisinin birbirinden ayrılması gerektiğini söylemişti. AB aynı şekilde Yunanistan’ın başvurusu nedeniyle de böyle bir ayrımı ortaya koyma gereksinmesini duymuştu.
Yani Türkiye’nin bu değerlendirme ölçüsü aslında AB’nin bakışıyla da yaklaşımıyla örtüşmekteydi. Bir biçimde AB’nin Kıbrıs’la Türkiye’nin üyeliğini, adaylığını ilişkilendirmesi söz konusu olduğunda ise Kıbrıs’ın alınmamasını gerektiren, Güney Kıbrıs Rum yönetiminin alınmamasını gerektiren başka AB kararları vardı. Çünkü AB kararlarına göre aralarında sınır ihtilafı olan ülkelerin üyelikleri söz konusu olamaz. Ama buna karşın, bu kararlarına karşın, Kıbrıs ve Türkiye ve Yunanistan’ı birbirlerinden ayırmış olmalarına karşın AB Güney Kıbrıs Rum yönetimini Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB’ye almış, bana göre Türkiye’de çok ciddi bir saygınlık erozyonu ile karşı karşıya kalmıştır.
Öte yandan, sayın konuklar, Türkiye bir uluslararası örgütlenmeye giremeyeceği tezini savunmakta, kabul ettirmekte yetersiz kalmıştır. Orada da sonuç alınamamıştır.
Üçüncü konuya gelince, iki kesimlilik, iki toplumluluk ve siyasal eşitlik konusuna gelince Sosyal Demokrat Halk Partisi, Annan Planı'nı bu siyasi parametrelere çok yakın görmüştür. Daha doğrusu elde edilebilecek en yakın çözüm olarak nitelemiştir. İçindeki eleştirilerine karşın -özellikle Annan Planı'nın uygulamasıyla ilgili ortaya çıkacağını sandığı çeşitli sorunlara, o konudaki kaygılarına karşın- SHP kendi anlayışı içinde Annan Planı'na evet demiştir. Ama sonuçta o da gerçekleştirilememiştir. Ve Türkiye’nin AB ile ilişkileri bağlamında Kıbrıs için ortaya koymuş olduğu bu değerlendirme ölçütleri geçerliliğini yitirmiştir.
Sayın başkan, 17 Aralık doruk toplantısına ben Kıbrıs bağlamında değinmek istiyorum. Ben 17 Aralık’ta Türk heyetinin Kıbrıs tuzağına düşürüldüğü kanısındayım. Panayırlarda soymak istedikleri kişilerin dikkatini cambaza yönlendiren sahtekârların "cambaza bak!" anlayışına benzer bir ifade orada kullanılmıştır. Türk heyetine cambaza bak denmiştir, Türk heyeti cambaza bakmıştır. Ama bu arada çok temel, çok önemli sorunlar geçirilmiştir. Türk heyeti onlarla ilgilenme, onlara tepki gösterme, onlara karşı çıkma takatini maalesef sergileyememiştir. Ben Ankara anlaşmasının Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ni de kapsayacak bir genişliğe kavuşturulmasını aslında siyasi bir anlayışla değerlendirmemek gerektiği inancındayım. Bu teknik bir konudur, teknik bir sorundur. Aslında ben diplomat değilim, bu konunun uzmanı da değilim, ama benim anlayışıma göre Türkiye Gümrük Birliği'nin işleyişine Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ni pekâlâ çekince koyarak, bunun tanıma anlamına gelmeyeceğini söyleyerek, bunu aşabilmelidir. Aşmalıdır, aşmak durumundadır. Ama son sıralarda doğrusu bu anlayışı zorlayan bazı gelişmelerin ortaya çıktığını görmekteyim. Örneğin, son sıralarda Dışişleri Bakanlığımız -bunu Özden Bey daha iyi değerlendirebilir-, bu konunun AB tarafından teyit edilmesini gerekli gördüğünü ifade etmektedir. AB’nin Türkiye’nin bu anlayışını teyit etmesinden sonra Ankara Anlaşması'nın genişletilebileceği düşüncesini seslendirmektedir. Bu ne ölçüde doğru, tam olarak bilmiyorum, ama göz önünde bulundurulması gereken bir unsur olduğu kanısındayım.
Birkaç dakika da peki şimdi ne olmalı konusuna gelmek istiyorum. Ben Kıbrıs Sorunu'nun Annan Planı'nda bırakıldığı yerden yeniden ele alınabileceği kanısında değilim. Daha doğrusu böyle bir anlayışı doğru görmüyorum. Doğru bulmuyorum. Papadapulos’un ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin mevcut hali, tavrı, değerlendirmeleri ortadayken, Türkiye’nin, nerede kalmıştık diye Annan Planı'nı bıraktığı yerden ele almasının çok olumsuz sonuçlar doğuracağı kanısındayım. Türkiye’nin böyle bir ortamda müzakereye başlamasının ödün vermeyi de zımnen kabul etmek anlamına geleceğini düşünüyorum. Böyle bir değerlendirmem var.
Ben bir geçiş döneminin yaşanması gerektiği inancındayım. Hemen müzakerelere kalındığı yerden başlanmamalıdır. Bir hazırlık döneminin, bir geçiş döneminin her iki taraf için de, hem Kıbrıslı Türkler hem Kıbrıslı Rumlar için de yaşanması gerektiğine inanıyorum. Annan Planı, tek başına yazılı bir metin değil. Annan Planı'yla birlikte değerlendirilmesi gereken açıklamalar da var. Annan Planı'nın arkasında BM durmalıydı. Zaten BM genel sekreterinin hazırladığı bir plan. Annan Planı'nı AB ve ABD çok açık bir biçimde desteklemiştir. Bu planın kabul edilmesi durumunda planın yürürlüğe girmesinden ayrı olarak, Türk tarafına sağlanacak olanaklar sıralanmıştır. Hatta bu planın reddedilmesi durumunda nelerin yapılacağı da dile getirilmiştir. Bunların hiçbirisi yapılmadı. Bir defa bu hazırlık döneminde Türkiye bunların yapılmasını talep etmek durumundadır. Ben bunu son derece önemsiyorum. Bu sözlerin gereği yerine getirilmelidir.
Öte yandan Türkiye’nin gerçekleri anlatma diye adlandırabileceğimiz bir seferberliği devreye sokmasının da son derece gerekli olduğuna inanıyorum. Genellikle dünya kamuoyunda haksız olan tarafın Türk tarafı olduğu şeklinde bir düşünce hep taşınmıştır. Türkiye’den de bu düşünceye katkıda bulunan çok sayıda insan olmuştur. Ama şu son yaşanan olaylardan sonra da özellikle Papadapulos’un tavırlarından, açıklamalarından sonra -Papadapulos’un bugün hem kendi ülkesinde hem de Avrupa’da karşı karşıya olduğu söylenen yalnızlık olayının ardından-, Türkiye’nin gerçekleri anlatma seferberliğini başlatmasının çok yararlı sonuçlar getireceğine inanıyorum. Ayrıca, tanınma, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması konusu da tartışılmalıdır. Bunu Türkiye Cumhuriyeti'nin yapmasının zor olacağını düşünüyorum. Sayın KKTC Başbakanı, bizim gündemimizde tanınma yok, şeklindeki anlayışını bence değiştirmelidir. KKTC’nin tanınması doğrultusunda çaba harcanmalıdır. En azından KKTC hükümetinin bu doğrultuda girişimleri olmalıdır.
Sayın konuklar, sayın başkan, buna benzer başkaca yapılacak çalışmalardan söz edilebilir geçiş döneminde. Ama biraz önce ifade ettiğim gibi geçiş dönemi yalnızca Türk tarafı için geçerli değildir, Rum tarafı için de bir geçiş dönemi gerekliliğinden söz edilebilir. Bunu şunun için söylüyorum. Birkaç gün önce AKP’nin çağrılısı olarak DİSİ Genel Başkanı Anastasyadis Türkiye’ye geldi. Türkiye’de açıklamalarda bulundu. Anastasyadis’in verdiği demeçlerden biri de şöyleydi. Diyor ki sayın genel başkan, aslında Kıbrıs’ta Rum kesiminde güneyde, buna hayır diyenler de iki kesimli, iki toplumlu bir federasyondan yanalar. Bu nasıl oluyor, doğrusu anlayabilmiş değilim. Nasıl oluyor da hem iki kesimli, iki toplumlu bir federasyondan yanalar, hem de yüzde 70’lere varan ölçüde hayır oyu kullanıyorlar. Ama daha ilginci Giritli bir profesörün geçen ay yaptırmış olduğu bir anket çalışmasıdır. Ben bunu bizim gazetelerde okudum. Giritli profesörün anket çalışmasına göre, Kıbrıslıların üçte biri Kıbrıs’ta iki devletli bir çözümden yana imişler. İki devletli bir çözüm istemektelermiş. Daha da ilginci, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin gençlerinin tümü iki kesimli bir toplum talep etmektelermiş. Hangisi? Kıbrıs Rumlarının da kendi içlerinde bir karara varmaları bence gereklidir. Yani, müzakerelere hemen başlamak yerine her iki taraf için de böyle bir hazırlık döneminin yaşanmasının daha iyi sonuçlar getireceğini düşünüyorum. Tabii ki sosyal demokratlar barıştan yana olmalıdırlar. Tabii ki sosyal demokratlar çözümden yana olmalıdırlar. Ama sosyal demokratlar kendi uluslarına da haksızlık etmemelidirler. O çözümün sağlanabilmesi için ben bunların gerekli olduğuna inanıyorum. O nedenle bunları dile getirdim.
En son olarak şunu söyleyeyim. Son sıralarda, Kıbrıs’ın Türk kesiminden kimi çevrelerin Türkiye’yi dışlayarak bir anlaşma arayışı içine girdikleri şeklinde duyumlar alıyorum. Bu tür duyumlar aldım. Bunun son derece yanlış olacağına, son derece olumsuz sonuçlar getireceğine inanıyorum. Ne oranın Türkleri, Türkiye Cumhuriyeti'ni dışlayarak bir arayış içine girmeli ne de Türkiye Cumhuriyeti, onları yok sayarak oradaki soydaşlarımıza gerekli saygıyı göstermeksizin çözüm arayışına girmeli. Doğrusu, her ikisinin birlikte çalışmalarıdır diyerek sözlerimi noktalıyorum. Teşekkür ediyorum.
Şule Kut:
Şimdi ikinci konuşmacımız olarak sevgili Hocam diyeceğim, Hocam benim doçentlik tezimdeydi ama sonra parlamentoya gitti, gelmedi jüriye. Şimdi de hâlâ DSP üyesi olarak devam ediyorsunuz, hocalığınız da devam ediyor. Kıbrıs’ı da anlatıyorsunuz değil mi?
Şükrü Sina Gürel:
Çok teşekkür ederim sayın başkan, sağ olun. Öncelikle size TÜSES’in değerli Yönetim Kurulu'na, başta sayın Başkan değerli dostum Mehmet Ural olmak üzere TÜSES ilgililerine çok teşekkür ediyorum. Sayın Erdal İnönü’nün büyük devlet adamının böyle bir armağanla yeniden hep birlikte aramızda olması ve kucaklanması sırasında ben de bir görev üstlenmekten çok büyük mutluluk ve onur duyuyorum. Kendilerine de esenlikler, uzun, verimli, sağlıklı yıllar diliyorum.
Hemen Kıbrıs konusuna girecek olursak, sayın Karayalçın’ın değindiği bazı noktalara ben de değinerek sözü açmak istiyorum. Şimdi, tabii Kıbrıs konusu bizim AB ilişkilerimizde ne zaman bağlantılandırıldı, ne zamandan beri AB bu konuda bir niyet değişikliği içine girdi ve ne zamandan beri AB aslında Türk-Yunan ilişkilerini AB ve Türkiye’nin ilişkilerinin ilerletilmesi konusunda karıştırmaya başladı? Buna bakmamız gerekiyor.
Bakarsak, daha AB, AB değilken, Avrupa Topluluğu iken ve Yunanistan’ın üyeliği konusundaki ön kararları vermişken -yani siyasi karar 1970’lerin sonunda verildi ve 81’de de AB üyesi oldu Yunanistan; ama ondan önce 1978’ten başlayarak- AB, önce müzakerelerin belirli bir aşamasında komisyonun tavsiyesi ile Yunanistan’la ilişkilerini tam üyeliğe doğru ilerletmeye karar vermişti. Ama bu kararı verirken, 78’de iki karar daha almıştı AB Komisyonu. Birincisi şuydu: Yunanistan hiçbir biçimde Avrupa Topluluğu üyeliğini Türkiye ile sorunları bakımından kullanmayacaktır. Birincisi buydu. İkincisi şuydu: AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin ilerletilmesine hiçbir biçimde Yunanistan’ın AB üyeliği engel teşkil etmeyecektir. Bu kararlar unutuldu ve bunun unutulması yalnızca karşı tarafın unutturması biçiminde olmadı. Bunları galiba biz de 1980’li yılların çalkantılı süreci içinde başka şeylere öykünme, dışarıdan alabildiğine borçlanma hevesi içinde unutmaya teşne olduk ve sonunda 90’a geldik. 90’a kadar Kıbrıs konusuyla hiçbir şekilde ilgilenmeyen AB baktık ki BM genel sekreterinin uyarısına rağmen o zaman Peres de sakın AB şimdi Kıbrıs Rumlarının hükümetini, Kıbrıs’ın bütününü temsil ediyormuş gibi muhatap alıp, onları aday haline getirmesin; bunun Kıbrıs konusunun çözümüne hiçbir faydası olmayacaktır diye yazdı AB sekreterliğine. Onun ardından Türkiye uyardı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti uyardı kendince ve hep söylenen de şuydu; bu AB için bir mesele yaratacak ama tam tersine Kıbrıs meselesinin çözümüne hiç yararı olmayacak bir adım olacağını anlatmaya çalıştı herkes AB’ne. Ama onlar dinlemediler ve 90’da Kıbrıs Rum hükümeti sanki adanın bütününü temsil ediyormuş gibi Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB’nin tam üyeliğine aday sayıldı. 1997’de biz hükümete geldiğimizde -Temmuz ayında daha hükümete geldiğimizin üzerinden bir ay geçmeden- AB komisyonu sözde Kıbrıs Cumhuriyeti ile tam üyelik görüşmelerinin başlatılmasını tavsiye etti, yıl sonunda -Aralık ayında- Lüksemburg’da toplanacak olan AB Konseyi'ne, yani en yüksek siyasi organına. Onun üzerine, hem Kıbrıs’tan hem AB ilişkilerimizden sorumlu olan hükümet üyesi olarak ben AB tarafı ile bu konudaki görüşmeleri yaptım. Ve kendilerini şöyle ikaz ettim: Bakın, bu işin, Kıbrıs Sorunu'nun çözümüne de faydası olmaz, Türkiye AB ilişkilerinin ilerletilmesine de faydası olmaz. Dolayısıyla, bu adımı atmayın, üstelik sonuçta kendi başınıza çok büyük bir dert almış olursunuz. Çünkü, AB, Kıbrıs konusunu yani bölünmüş bir adanın bütün sorunlarını içine almış, devralmış olur ve bu işin içinden çıkamazsınız diye anlatmaya çalıştığımda AB tarafından bize söylenen şuydu, hiç merak etmeyin, çünkü bu müzakereleri başlatırız, fakat çözüme ulaşılmadan hiçbir şekilde bu müzakereleri bitirmeyiz, bu bizim elimizde dediler. O zaman ben de şunu söyledim kendilerine. Ben 90’dan beri dosyalarımıza baktım, Kıbrıs konusu AB bağlantısıyla ilgili. 90’da da sizin hiç merak etmeyin, biz aday yaparız şimdi ama hiçbir şekilde sorun çözülmeden müzakereleri başlatmayız dediğinizi de o dosyalarda gördüm. Şimdi nasıl inanalım size dedim. Gerçekten inanılmaması gerektiği de sonunda ortaya çıktı. Ve, hiçbir şekilde AB bu konudaki sözlerini tutmadı, Türkiye’yi aldatmak ve oyalamak, bu arada Kıbrıs konusunda ve Yunanistan ile ilgili bütün konularda bildiğini okumak konusunda da ısrarcı oldu. Ve bugüne de gelindi.
Şimdi, Aralık 97’de Kıbrıs’la ilgili aldıkları karar da şöyle bir karardır. Bir yandan Türkiye’ye hiçbir şekilde tam üyelik ufku vermeyen -hatta o ufku iyice karartan- bir karar aldılar Lüksemburg’da. Ama aynı zamanda Kıbrıs’ta müzakereleri başlatma kararı aldılar. Ve aynı karara bakarsak, hiç değişmeyen bir ayrıntısı vardır o kararın, bugün de değişmemiştir. O karar da şöyledir: Kıbrıslı Türkler de adadaki öteki azınlıklar olan Ermeniler, Maruniler, Yahudiler ve Romanlar gibi Kıbrıs Cumhuriyeti heyeti içinde yer alabilirler der. Ve bu karar hiçbir şekilde düzeltilmemiştir, değişmemiştir. AB’nin Kıbrıs Türk’ünü ada içinde öteki azınlıklardan farksız bir azınlık olarak değerlendirmesi hâlâ bugün ortada durmaktadır. Ve bu açıdan bakıyorlar. Kıbrıs’la ilgili bu bakış açılarını değiştirmeden; Kıbrıs Türkünü adadaki eşit, egemen, kendi geleceğini kendisi tayin edebilen bir ulusal topluluk olarak değerlendirmeden AB zaten Kıbrıs ile ilgili görüşünü, bakışını da düzeltemez, değiştiremez.
Şimdi dolayısıyla, AB hem Kıbrıs konusunu böyle devralmıştır, hem de Kıbrıs Türküne bakışını böyle belirlemiştir. Ve bundan sonra da böyle devam edecektir. Burada hayalperest olmamak gerekiyor. Burada acaba biz AB’ne ne verirsek, Kıbrıs konusunda onlar nasıl davranırlar diye beklemek bence yersiz bir hayal. Çünkü bakışları o zamandan beri bu kadar açık bir şekilde böyle hesap vermiştir, bugün de böyle devam etmektedir zaten. Bir kere bunu görmemiz gerekiyor.
Ondan sonra, son Annan Planı sürecine baktığımızda, o süreç içinde ben doğrusu bugünkü hükümeti çok hatalı buluyorum, hem AB ilişkilerimiz konusunda çok hatalı buluyorum, hem de Kıbrıs konusunda çok hatalı buluyorum. Nedeni de şu: Şimdi, 2002 seçimlerinden hemen sonra hatırlarsanız, yani 3 Kasım’da oldu seçimler, 5 ya da 6 Kasım günü sayın Tayyip Erdoğan, hem de o zaman milletvekili dahi değildi, genel başkan dahi değildi, başbakan hiç değildi, nasıl bir resmi sıfatı vardı, o belli değildi. Ama 5 ya da 6 Kasım günü AB ve ABD seferlerine çıktı. Ve oraya giderken iki şey söyledi. Yeni reform paketleri hazırlıyoruz, dedi. Şimdi keşke bize sorsaydı. Çünkü, biz 2002 Ağustosu'nda hem de siyasal istikrarsızlığın doruğa çıktığı bir dönemde, hem de Meclis'te AKP’nin de çetin muhalefetine rağmen, AB ile uyum bakımından ulusal programımızda ne varsa hepsini TBMM’de reform yasaları olarak geçirmiştik. Ve 2002 Martı’nda ben kulağımla duyduğum için söyleyebilirim, AB’nin en üst düzey yetkililerinden bir tanesi eğer ulusal programınızı tamamlayabilirseniz, sizinle müzakereleri başlatmak için başka bir engel ortada bulunmayacak demiştir. Ve biz 2002 Ağustosu başında ulusal programımızı tamamlamış ve ondan sonra da ben Dışişleri Bakanı olarak AB tarafının bütün üyelerinin dışişleri bakanlarıyla hatta bazı başbakanlarıyla da görüşme fırsatı bulmuştum. Ve kendilerine bunu hatırlatmıştım. Ulusal programımızı tamamladık, gerekli uyumu sağladık, sizin de zaten şöyle bir sözünüz vardı, artık müzakerelere başlama vakti, demiştik. O zaman karşı taraftan bir allahın kulu şu reformları da yapmanız, şu adımları da atmanız gerekir diye bize söylememişti, söyleyememişti. Diyebildikleri tek şey, uygulamanızı görelim sözüydü. Aslında onlar başka bir şey görmek istiyorlardı da uygulamanızı görelim diyorlardı bu arada. Ama keşke, o zaman örneğin AKP hükümetinden birisi veya sayın Tayyip Erdoğan veya o zamanki başbakanları sayın Gül, bizi bir arayıp sorsaydı da acaba yeni bir şeyler isteniyor muydu, onu öğrenseydi. Hiç istenen yeni bir şey yoktu.
İkinci hatası şu oldu. Yani reform paketleri hazırlıyoruz derken, aslında o galiba biraz reformu başka şeylerin kılıfı olarak da tasarlayarak bunu söylüyordu. İkinci söylediği de şuydu: Kıbrıs konusunun AB’de müzakere tarihi alma konusuyla ele alabiliriz diyordu Tayyip Erdoğan. Şimdi keşke yine bize sorsaydı, biz AB tarafına açıkça şunu söyletebilmiştik; Kıbrıs konusunun çözümü ayrıdır, Türkiye AB ilişkilerinin ilerletilmesi konusu ayrıdır. Bunu AB tarafına biz kabul ettirebilmiştik. Keşke bu konuda da bize sorsaydı, böyle bir yanlışı yapmaz, yeniden Kıbrıs konusunu AB’nin eline vermezdi. Şimdi, dolayısıyla o günden beri sanırım bugünkü hükümetin bir ikili formülü var dış politika ile ilgili. Reform eşittir, asıl yapılmak istenenlerin kılıfı. Birinci formül bu. İkincisi de AB artı ABD eşittir, iktidar sigortası. Böyle bir dış politika formülü ile uluslararası ilişkiler yürütülünce, Kıbrıs konusunun da geleceği yer belliydi bana sorarsanız. Ve ne oldu sonra? İşte Annan Planı öyle bir dönemde ortaya atıldı ki, bakın 3 Kasım'da seçimleri yapmışız, Annan Planı 10 Kasım'da ortaya çıktı, Ekim ayı içinde birtakım duyumlarımız vardı, Kıbrıslı Rumlarla bir planının müzakeresi yapılıyor, kim yapıyor, Lord Hannay yapıyor, bir yandan da BM genel sekreterinin yanındaki yardımcısı Prendergast yapıyor. Kimlerle bu görüşmeler yapılıyor, işte Kıbrıslı Rumlarla bir pazarlık yapılıyor. Peki niye bizim haberimiz olmuyor? Bizim haberimiz olması gerekmiyor ki, zaten bize kabul ettireceklerini düşündükleri bir şey, öncelikle Rumların onayını almak istiyorlar ve öyle bir hazırlık içindeler.
Bizden habersiz bir şeyler yapıyorlar ve ben o yüzden hem ABD Dışişleri Bakanı sayın Powell’a bir mektup yazmıştım; böyle duyumlarımız var, bu çok sakıncalıdır diye. Hem de BM Genel Sekreteri'ne, sayın Annan’a da bir mektup yazmıştım, böyle duyumlarımız var, bu çok sakıncalıdır, böyle yeni planlar önümüze gelir de eğer sayın Denktaş böyle planlara karşı bir tutum takınırsa, Türkiye sayın Denktaş’ın arkasında olacaktır diye bir mektup yazmıştım. Ama tabii Türkiye maalesef sayın Denktaş’ın arkasında olmadı. Çünkü bu plan, 10 Kasım’da ortaya çıktı, 10 Kasım’da biz seçimi kaybetmiş, hükümeti devretmeye hazırlanıyorduk. O arada sayın Denktaş hastane yatağındaydı, plan orada ona ya imzala kabul et ya falan diye bir tehditle önüne getirildi. Bizim hükümetimizin önüne de biz hastalandığımız sırada getirildi aslında, biz pek iyi değilken getirildi. Ve o dönemde bu işin sorumlusu olarak ben bir açıklama yaparak demiştim ki, Annan Planı egemen eşitlik öngören, iki kesimliliği sağlayan bir plan değildir, zaten hazırlanmasında da hiçbir şekilde Kıbrıslı Türklere veya Türkiye’ye danışılmış bir plan değildir. Bu yüzden müzakereye değer bir metin yoktur ortada demiştim. Ama, hemen bizden sonra kurulan hükümet bunu müzakereye değer buldu. Müzakereye değer buldu, üstelik bunu yapmakla da kalmadılar, bir yandan da bunu müzakereye değer bulmayan sayın Denktaş’ı da Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa Kıbrıslı Türkleri ayrı tutan bir anlayışla hedef almayı seçtiler, sanki başkaları yetmiyormuş gibi sayın Denktaş’ı hedef alan.
Dolayısıyla, Annan Planı böyle önümüze geldi. Üstelik, bir ara da öldü. Mart 2003'te de bu plan öldü. Neden öldü? Bu plan AB’yi rahatlatmak üzere gündeme getirilen bir plandı. AB sorunsuz bir Kıbrıs’ı içine alabilsin diye ortaya çıkarılan bir plandı. Mart 2003’e kadar bu olmayınca 2003 Nisanı'nda da katılım anlaşmaları imzalanacağı için Annan Planı rafa kalktı, ortadan kalktı aslında, bence öldü. Ama bunu dirilten, adeta İsviçre dağlarından yeniden doğmasını sağlayan yine sayın Tayyip Erdoğan oldu. Çünkü, o 2003 yılı içinde TBMM Kıbrıs’la ilgili bir temel karar aldı. Ve orada egemen eşitlikten, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti varlığının sürdürülmesinden söz ediliyor, tıpkı daha önceki TBMM kararları gibi. Yine 2003 sonunda sayın Tayyip Erdoğan Davos’a gidip önce BM Genel Sekreteri Annan ile görüşmeden önce, onun ardından kalkıp Washington’a gidip orada ABD Başkanı Bush ile görüşmeden önce Milli Güvenlik Kurulu da bir karar aldı. Orada da aynı egemen eşitlik, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin muhafazası ve tanıtımından söz ediliyordu. Ama buna rağmen bu kararların tam tersine bir tutumla, bir anlayışla başbakan gitti ve bu planı İsviçre dağlarındaki buzluktan çıkarttı -buzların arasından- ve canlandırdı. Canlandı ve önümüze bir dayatma olarak geldi. Biraz önce sayın Karayalçın da Kıbrıslı Rumların niyetlerinden pek emin olamıyoruz diyor. Bence, emin olunmayacak bir tutum yok orada. Yani Kıbrıs Rum siyasal liderliği Kıbrıs’ın hepsini istiyor. Yani orada çok açık bir tutum var bana sorarsanız. Onlar bir parça dahi bir şey vermeye razı değiller. Bakın, son gelen parti başkanının bir önerisi var, Karpaz’ı bırakın diyor, Erenköy’ü size verelim diyor. Erenköy bir cep olarak Rum kesiminin içinde küçücük bir yerdir. Bizim için sembolik değeri vardır ama Karpaz gibi bir tarım alanı, Karpaz gibi turizm potansiyeli olan bir alan değildir. Demek ki, Kıbrıslı Rumlar aslında her şeyi istedikleri için, hepsini istedikleri için Annan Planı'nı reddetmişlerdir. Bence, reddetmeleri için başka bir sebep yoktu ortada. Çünkü o plan ne iki kesimlilik sağlıyordu, ne Kıbrıs Türklerine egemen eşitlik sağlıyordu. Ama buna rağmen Kıbrıslı Rumlar ve üstelik Kıbrıs Rum liderliği böyle istediği için reddetmiştir.
Ondan sonra yapılması gereken neydi? Yapılması gereken, hemen referandumun ertesi günü dünya kamuoyuna şunu açıklamaktı: Bu plan bitmiştir. Bundan sonra yeni bir müzakere süreci başlayacaksa Kıbrıs Türk Devletinin eşit bir taraf olarak masaya oturmasıyla başlayabilir. Yoksa, başka türlü müzakere de yok, bu fasıl bitmiştir demek gerekirken -ben maalesef Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kaynaklarından öğrendim, bazı tutanakları da gördüm-, yapılan ilk görüşmelerden itibaren, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni temsil edenler ve Türkiye Cumhuriyeti'ni temsil edenler, o referandumdan sonra yapılan ilk görüşmelerden başlayarak aynen şunu söylemişlerdir: Bizim tanınma gibi bir derdimiz ve niyetimiz yok. Siz bunu söylediğiniz zaman karşı tarafa, zaten her şeyi baştan kabullenmiş ve vermiş oluyorsunuz. Ve bu kadar teslimiyetçi bir tutumla ne diplomasi yürütülür ne koyun pazarlığı yapılır. Dolayısıyla, iş bu raddeye gelmiştir ve şimdi olan şu: Kıbrıslı Rumlar, Annan Planı'yla kendilerine verilenleri ceplerinde sayıyorlar. Ve onun üstüne ne alabileceklerini düşünüyorlar. Ve onun üstüne istedikleri de şudur: Türk askerinin adadan tamamen çekilmesi, oradan uygun bulmadıkları bütün yerleşik Türklerin Türkiye’ye geri gönderilmesi ve egemen eşitliğe ilişkin herhangi bir unsurun yeni bir düzenlemede yer almaması. Bunları istiyorlar ve bunları gerçekleştirebilmek umuduyla bundan sonra zaten Annan Planı'nı da canlandırmayı düşünebilirler veya düşünemezler. Ama kafalarında olan budur. Bunu gerçekleştirmeleri için de Türkiye’ye bir ilk adım attırılmak isteniyor tabii. O da Kıbrıs Cumhuriyeti diye Kıbrıs Rum Devletini tanımaktır. Onu da biraz önce sayın Karayalçın da söyledi, onun da ön hazırlığı Türkiye ile müzakereleri başlatmak üzere verilen AB kararı içinde vardır. Üstelik o AB kararında aslında Türkiye ile nasıl bir üyelik müzakereleri başlatmak istiyorlar bir de ona bakmak gerekiyor. Serbest dolaşım yok, tarımda bir beraberlik, tarım fonlarından yararlanma yok, temel fonlardan yapısal fonlardan yararlanma hiç yok. O zaman geriye ne kalıyor? Zaten biz sınai ürünlerde bir Gümrük Birliği'nin içindeyiz. Bu kimin işine yarıyor, onu da görüyoruz, kim kime açık veriyor, kim kimin açığını kapıyor, onu da görüyoruz. Onun dışında bize ne verecek bir üyelik, onu da bilmiyorum. O zaten 20 yıllık bir sürenin sonunda gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belli olacak bir şey. Üstelik 20 yıla kadar AB nasıl bir hal alacak onu da bilmiyoruz. Dolayısıyla, burada bu kadar belirsizlik bize bir nimetmiş gibi sunulurken, bir yandan da isteniyor ki, biz Kıbrıs Cumhuriyeti'ni, yani Kıbrıs Rum Devletini tanıyalım.
Üstelik, şimdi gelinen nokta -onu da sizden dinliyorum sayın Karayalçın-, şimdi gelinen nokta eğer AB tarafı teyit etsin, bunun bir tanıma anlamına gelmeyeceğini de biz imzalayalım tutumuysa, bu çok yanlış bir tutum. Çünkü, eğer biz o anlaşmayı bir çekince koymadan ve açıkça imzalarken, yazılı bir biçimde bunun bir tanıma anlamına gelmediğini belirtmeden imzalayacak olursak AB tarafından çok gönüllü çıkar, merak etmeyin, siz imzaladınız mı tanınma anlamına gelmez diyen çok gönüllü çıkar. Ama o gönüllülerin söyledikleri üç gün sonra unutulur, orada attığınız imza da bir tanıma anlamına gelecek şekilde daha sonra herkes tarafından yorumlanmaya başlanır. Şimdi getirilmek istendiğimiz nokta bu. Umarım, bundan sonra AB ve Kıbrıs konusunda Türkiye’nin önüne çeşitli dayatmalar koyan çevreler isteklerinde bu kadar hızla başarıya ulaşmazlar. Maalesef şimdiye kadar epeyce başarılı oldular. En başarılı oldukları nokta da sanırım Kıbrıs’la Türkiye’nin bağlantısını en aza indirmek, indirgemek oldu. Bundan sonra da umarım aynı hızla başarılı olmazlar. Çünkü, Türk halkı Kıbrıs işine en başta gelen ulusal sorunumuz olarak çok önem veriyor. Ve kısa dönemli birtakım hayati getiriler karşılığında bu önemli konudan ödün verilmesi, belki kısa dönemde bazı siyaset kişilerine bir avantaj sağlarmış gibi görünür ama sonunda kendilerinden çok büyük hesaplar sorulur.
Çok teşekkür ederim, bana bu fırsatı verdiğiniz için.
Şule Kut:
Sayın Sanberk, son konuşmamız. Daha sonra bir ara vereceğiz. Sizin de bir 20 dakikanız var, buyurun.
Özden Sanberk:
Sanıyorum benim 20 dakikayı doldurmama gerek kalmayacak. Çünkü değerli bakanlarım öncelikli şeylerin hepsini söylediler. Ben belki benden önceki değerli konuşmacıların teşekkür ifadelerine katılmakla başlayayım sözlerime. Sayın Erdal İnönü ile benim geçirme onuruna sahip olduğum bir dönem var, kendileri benim bakanım oldular, başka birçok arkadaşımın olduğu gibi, ben de kendilerinin müsteşarı olarak hem kendilerine hem de memleketimize hizmet etmek şerefini kendimde duyuyorum ve büyük gurur duyuyorum bundan. Aynı şekilde sayın Karayalçın da benim bakanım oldular. Sayın Şükrü Sina Gürel olmadı ama kendileri de değerli dışişleri bakanlarımız arasında. Ve onların yanında yer almaktan ötürü böyle bir güzel bir panelde, İnönü’ye Armağan Paneli'nde gerçekten hayatımın en güzel anılarından biri olarak bunu hatırlayacağım.
Demin de belirttiğim gibi sayın bakanlarım esas şeyleri söylediler. Belki onların sözlerini özetleyecek bir iki şeyi şöyle söyleyebilirim. Biraz tabii ortaya karamsar bir tablo çıkıyor. Bilmiyorum ona bir açılım getirebilecek miyim ama gerçekten söylediklerine katılmamaya imkân yok. Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler aslında verilmeyen, daha doğrusu tutulmayan sözler tarihi olarak da adlandırılabilir. Bu AB-Türkiye için söyleyebileceğim bir şey. Kıbrıs konusunda şunu söyleyebilirim, aslında sonda söyleyecektim ama başta söyleyerek başlayayım sözlerime. Kıbrıs konusunda uluslararası toplumun kurduğu denklem yanlış bir denklem. Denklem şöyle kuruldu. Uluslararası toplum deyince, ABD ve AB’ni kastediyorum, çünkü hem ABD hem AB, BM Güvenlik Konseyi üyesi, onun için etkiliyorlar dünyayı. Uluslararası toplum, Türkiye üzerine baskı yapılmasını, Türkiye’nin de Kıbrıslı Türkler üzerine baskı yapılması suretiyle çözümün sağlanması yöntemini izledi. Bu yöntem, 24 Nisan 2004’te iflas etti.
Şimdi yepyeni bir durum var, o durumdan da her iki bakanımızın da söylediği gibi Türkiye pek yararlanamadı.
Şimdi, tabii konumuz aslında sadece Kıbrıs değil, AB sürecinde Kıbrıs olduğu için, ben müsaade ederseniz, iki kelime de AB genişlemesi konusunda söylemek istiyorum. Onu söylemek istememin sebebi de şu: Türkiye AB’ye katılır veya katılmaz, ama AB’de ve Avrupa’da olan gelişmelerden etkilenmeye devam edecektir. AB’de, daha doğrusu kıtada ne zaman bir refah olmuşsa, ne zaman bir istikrar olmuşsa, barış olmuşsa ne zaman kırgınlıklar geride bırakılmışsa gerçekten o dönemlerde Türkiye’nin de o refahtan pay aldığına tanık olmuşuzdur. Ama ne zaman Avrupa sıkıntılara, bunalımlara, iç savaşlara, büyük savaşlara duçar olmuşsa, Türkiye de bu ıstıraplardan payını almıştır. Onun için bugün bu genişlemeyi, AB’nin genişlemesini ben çok önemsiyorum. Ve, hemen hemen eski Varşova Paktı üyelerinin tümünü içine alan bu son genişlemenin, 10 yeni ülkeye genişlemenin Türkiye bakımından da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ve kıtada yeni bir istikrar, barış döneminin başlangıcı olarak da görüyorum bunu. AB’nin geleceği hakkında karamsar düşüncelere katılmıyorum. AB hep pürüzlerle yaşadı ama nihai hedefine henüz ulaşmış değil. Çünkü, nihai hedefi tanımlanmış değil AB’nin. Belki o tanımlamaya Türkiye’nin de katkısı olacaktır. Türkiye’nin AB’ye katılma sürecini geri dönülmez bir süreç olarak görüyorum. Eğer 70 milyonluk bir nüfus, bu kadar dinamik genç nüfusa sahip bir ulus, AB konusunda, AB’ye katılım konusunda bir oydaşma sağlamışsa, AB’nin bunun önüne geçmesine imkân yok. Tekrar ediyorum ki katılsak da katılmasak da Avrupa’nın geleceğinin tekelini sadece bugün AB üyesi olan 25 ülkeye verilmesini, onlara bırakılmasında da ben hiçbir anlam görmüyorum. Ben AB'nin geleceği hakkında kendimi söz sahibi görüyorum. Onun için AB’nin geleceği hakkında hepimizin açıkça görüşlerimizi belirtmesi taraftarıyım; yani bir komplekse kapılmamıza gerek yok. Çünkü bizim AB ile ilgili politikalarımız AB’nin geleceğini de yakından ilgilendiriyor, aynı şekilde onların da bizim için.
Bunu söylememin temel nedenlerinden bir tanesi şu: Evet, genişleme bizim de çıkarımızadır. Ben de bundan mutluluk duyuyorum, kırgınlıkların geride bırakılmasından. Fakat maalesef gelişme genişleme Fodepar ile başladı. Nasıl atletizmde, sıraya diziliyor atletler ve silah atıldığı zaman bir kişi ya erken çıkar ya geç kalır, o zaman o yarışın durdurulması lazım, fakat durdurulmadı. Yarış başladı. Ama yanlış başladı. Yanlış başlaması bizim de çıkarımıza değil. Sırf Kıbrıs bakımından değil yanlış başlamasının sebebi; eğer başarılı olmazsa bundan biz de sıkıntı çekeriz.
Bunu, bu gramer içinde anlatmak çok önemli. Şimdi yanlış nereden başladı, sayın Karayalçın çok güzel söylediler. Çünkü AB’nin birtakım kriterleri var. Aday ülkeler ne yaparlarsa üye olurlar? İç etnik sorunlarını çözümleri lazım. Böyle bir şey olmadığı halde Kıbrıs’ı AB kendi politik bünyesi, idari bünyesi içine aldı. Bu tabii sistemi felç etme riskini taşımakta, şu sırada bunun işaretlerini görüyoruz. Tabii AB’nin bu şekilde bir şeyle başlamasının yalnız birliğin genişlemesi ve derinleşmesi konularına inhisar etmiyor sakıncaları. Aynı zamanda, Türkiye ile Yunanistan arasında başlamış olan ve gelişmesinden hepimizin mutluluk duyduğu iyi ilişkileri de etkileme riski taşıyor. Çünkü Kıbrıs meselesinin çözümsüz olduğu ortada. Bu çözümsüzlük ister istemez Doğu Akdeniz’de gerginlikler yaratmaya müsait bir konu. Doğu Akdeniz’de Kıbrıs meselesi dolayısıyla yaratılacak bir gerginliğin Türkiye ve Yunanistan’ı etkilememesine imkân yok.
Şimdi bu bir kere reel politik bir argüman. Ama bir de etik meselesi var. Bugün biz baktığımız zaman AB’ye ve dünyaya, Kıbrıslı Türklerin Avrupa’da kuşatma altında olan tek halk olduğunu görüyoruz. Artık Avrupa’da bir yerden bir yere gitmek için bir başka ülkenin haksızlıklarına ve aşağılanmasına maruz kalan başka bir halk grubu yok. Bugün ne Bosna’da kaldı, ne Kosova’da kaldı, ne Karadağ’da var, ne de Makedonya’da var. Bu uluslararası etik açısından da çok güçlü bir şekilde dile getirilmesi gereken bir konu. Şimdi bütün bu tespitleri yaptıktan sonra tabii 24 nisan 2004 halk oylamasından sonra ortaya çıkan konuyu da kısaca bir tahlil etmemiz lazım. Bu oylama şunu gösteriyor: Bu oylama iki halkın, Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin ve Rumların kendi özgür iradeleriyle ve hiçbir baskıya maruz kalmadan tamamıyla ayrı ayrı ve kurucu ortak, üye ortak sıfatıyla egemen iradelerini beyan etmeleri anlamına geliyor. Bu tabii Kıbrıslı Türklerin uluslararası meşruiyetini teyit eden, kanıtlayan çok önemli bir gelişmedir. Bu gelişmeyi de şu anda AB’nin, dünyanın ve BM’nin ve BM Güvenlik Konseyi'nin görmezlikten geldiğini müşahede etmekteyiz. Bu da aslında uluslararası gramatolojiye uygun bir dille anlatıldığı, anlatılabildiği takdirde bu da etki yapacak bir argümandır.
Etik konusuna bir kere daha dönecek olursam, Avrupa’da belki özgür olma iradesinin BM’nin denetiminde ve BM’nin önerisiyle yapılan meşru bir halk oylamasıyla ifade ettikten sonra hâlâ kuşatma altında yaşayan bir halk olma durumu bir kere AB kurucu anlaşmalarına, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın (AGİT) prensiplerine, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesi'ne, BM İnsan Hakları Sözleşmesi'ne ve hukukun umumi prensiplerine aykırı bir durum. Şimdi biz bunu da böyle ifade etmiyoruz. İfade etmek de bir parça da çekingenlik gösteriyoruz. Bu da tabii yanlış bir durum.
Şimdi gelelim, bundan sonra ne olacak? Tabii bunları tespit etmek çok güzel. Ama atılacak adımlarda gene ben Şükrü Sina bakanımın söylediklerine tamamıyla katılıyorum. 24 Nisan 2004 gecesi sabaha kadar Türkiye’de hem sayın Cumhurbaşkanı'nın hem sayın Başbakan'ın hem de KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat’ın bütün dünyayı telefonlarla arayarak sabahı etmeleri lazımdı. İki, ertesi gün vakit geçirmeden dünyanın belli başlı bütün başkentlerine dağılıp, ey dünya, Türkiye ve KKTC olarak şimdi biz sizden, bir kere halk oylamasıyla yapılmış olan referandum sonucunda ortaya çıkmış olan durumun tescilini talep ediyoruz. Bu durumun tescilini talep etmek, her halükârda Kıbrıslı Türklere bir uluslararası meşruiyet, en azından bir meşruiyet, izolasyondan kurtulma adımını atmamıza imkân verirdi. Ben buna inanıyorum, böyle olabileceğine. Bu fırsat kaçırılmıştır. Burada İngilizce tabirini kullanacağım, özür dileyerek, political miss management yani bir politik tecrübesizlik oldu ve yeteri derecede bundan istifade edilemedi. İstifade edilememesiyle kalınmadı tabii, sayın Bakanımın da söylediği gibi biz tanıma istemiyoruz dendi. Bu ne demek? Fazlasını istemezseniz, azını da almak biraz zor oluyor. Zaman da geçtikten sonra bunun artık geriye getirilmesi pek kolay olmasa gerek.
Ama yine de her şey kaybedilmiş değil. Çünkü, bu denklemin, şimdi yanlış kurulan bir denklem olduğu üzerinde hepimizin durması lazım. Burada bir şeye dikkat çekmek istiyorum. Biz bu tür toplantıları Çetin Altan’ın tabiriyle Türk’ten Türk’e propaganda olarak çok kolaylıkla yapıyoruz. Ve yaptığımız işi Türk’ten Türk’e propaganda olarak sınırladığımız içindir ki bahsettiğim bu önemli uluslararası hukuk ihlallerini dünyaya duyuramıyoruz. Açın bakın, eminim hepimiz izliyoruz, Türkiye’nin sözlerinin dünyaya hâkim olan ekranlar var -eskiden denizlere hâkim olan dünyaya hâkim olurdu, şimdi televizyon ekranlarına hâkim olan dünyaya hâkim oluyor; savaşlar televizyon ekranlarında yapılıyor- bu iletişim meselesine bizim çok önem vermemiz lazım. Ama iletişimi kendi aramızda toplantılar şeklinde değil... Tabii ben TÜSES’i tenzih ediyorum, kendilerine de teşekkürlerimi aktarıyorum; kendilerinin böyle bir toplantı yapması en azından Kıbrıs meselesiyle AB ile çok yakından ilgilenmeyen ve ilgilenmek durumunda da olmayan sizlerin belki yeni bilgi elemanlarıyla teçhiz edilmenize yardımcı oluyor; ama bu yeterli değil, fakat çok lüzumlu. Her birimiz eğer bu bilgi elemanlarıyla mücehhez olmazsak eski tabiriyle, yeni tabiriyle donanmazsak o zaman biz de dünya televizyonlarında vatandaş olarak, kişi olarak yahut kuruluş olarak bunları savunamayız.
Bugün yurtdışında benim tahminlerime göre, eğer Almanya’da yaşayan, AB topraklarında yaşayan Türk çocuklarımızı, onların evlatlarını dahil etmediğimiz takdirde, yani orada oturanların çocuklarını hariç tutarsak, aşağı yukarı 20 bine yakın öğrencimiz var. Amerika’da zaten bu rakam çok büyük miktarlara çıkıyor. Onlar aslında hepsi orada bizim elçilerimiz.
Yurtdışında görev yapmış bir arkadaşınız olarak hep gördüğüm şey budur. Türkiye’den başka diğer ülkelerin bütün öğrencileri kendi ülkelerinin sorunlarının bilinci içinde. Ama bizim öğrencilerimiz yurtdışına gittikleri vakit ilk iş olarak büyük bir şokla karşılaşıyorlar. Ne Ermeni konusunda, ne Kıbrıs, konusunda ne Kürt konusunda, ne insan hakları konusunda, söyleyecekleri bir şey var. Çünkü, bunlar Türkiye’de konuşulması yasak şeyler. Liselerde okuduğumuz tarihi, ben kendi hocalarımı tenzih ederek söylüyorum, hiçbir şey öğrenmedim, hepsini meslek hayatımda öğrendim, bu büyük bir ayıp. Tabii diğer arkadaşlar, öyle olmayanlar da var, ben kendimi suçlayarak söylüyorum, biz dünyaya bunları anlatabilmek için her şeyden önce tanıtma stratejimizi geliştirmemiz lazım. Biraz da daha iyi takip etmemiz lazım.
Demin sayın Karayalçın çok önemli bir şey söyledi, dedi ki, yeni bir eğilim başladı Rumlar arasında. Bu da acaba bu iki devlet modelini bizim ele almamız iyi mi olur, kötü mü olur? Gerçekten bu çok önemli. Ve biz bugün bunun üzerinde konuşmaktan bir parça çekiniyoruz. Çekinmemizin nedenlerini de gene söyledim. Çünkü, gündemimizi kendimiz tayin etmiyoruz. Çünkü, dünya televizyonlarına biz hâkim değiliz. Bizim için bir gündem saptanıyor, biz de o gündemi izliyoruz. Bakın elimde Yunanca yazılmış bir kitabın İngilizce tercümesinden Türkçeye çevrilmiş beşinci başlık var, Kıbrıs sorunu diye. Bu kitabı emekli Yunan büyükelçileri Lagakos, Papülyas, Punis ve Teodoropulos 1996 yılında yazmışlar. Bu kitabı bütün kütüphanelerde Yunanistan’da bulmak mümkün. Kitabın adı Kıbrıs Sorunu. Bu kitapta deniyor ki, bugüne kadar yürütülen faaliyetlerin sorunu tatmin edici bir çözüme ulaştırmadığı aşikârdır. Aradan geçen süre içinde Kıbrıs, Türkleri sahte devletleriyle ilgili en azından içişlerinde bir kurumsallaştırma oluşturmuşlar ve gitgide artan taleplerle ortaya çıkmaktadırlar. Bunlar bize, Kıbrıs Sorunu'nu baştan itibaren incelememiz gerektiğini gösteriyor. Bugüne kadar olan talebimiz, birleşik ve bölünmemiş bir Kıbrıs’tı. Fakat olayların gidişatı bize Türkler tarafından bugünkü bölünmüşlüğün devam ettirilmesi amacıyla yaratılmış ve devam ettirilecek durum mühacelesinde Yunan tarafınca reddedilmiş bir konfederasyona doğru gittiğimizi göstermektedir. İki ayrı devletin oluşması olasılığının incelenmesi, bize alınması gerekli ve imkânlar dahilindeki üstünlüklerin ve pazarlık paylarının sağlanmasını incelememizi icap ettirmektedir. Bu kitabın beşinci bölümüdür Kıbrıs bölümü. Vaktinizi almamak için okumayacağım ama burada belki arkadaşlarımızın fotokopilerini benden alması kolay. Bu konu hakkında basınımızda ben şu ana kadar hiçbir şey çıktığını hatırlamıyorum. Demek ki, Türkiye’de yeni bir tartışma açmak lazım. Komplekssiz bir şekilde gerçekten ben de inanıyorum ki artık Annan Planı'na -Papadapulos ortaya çıkıp da dedikten sonra ben Annan Planı'na karşıyım, ben zaman kısıtlamasına karşıyım, ben BM’nin genel sekreterine takdir yetkisi verilmesine karşıyım- karşımızdaki başlıca muhatabımız olan kişi hayır dedikten sonra bizim bu planı ona güzel göstermeye çalışmamızın bir tek sonucu olacaktır. Planın tersine çevrilmesi, bu da çözümü getirmeyecek. Çünkü çözümü getirmesinin asgari üç koşulu var. Yani çok basit olarak söyleyecek olursak, direkt ticaret, direkt ulaşım, yani demek ki izolasyondan çıkmak, bir de eşitlik. Yani eşit statü ve siyasal eşitlik. Bu üçü de olmayacağına göre, nasıl iki kanatları eşit olmayan bir kuş uçamazsa ve kanatlarını eşit çırpmadığı takdirde havalanamazsa Kıbrıs Sorunu'nun da çözümsüzlüğe ve birleşme yolunda adım atmaktan geride kalacağı açık.
Şimdi demek ki yeni bir yaklaşıma gitmek lazım. Bu yeni yaklaşımın ipuçlarını Yunan tarafında görüyoruz. Gerçekten Kıbrıs Rum gençlerinin yüzde 96’sı birleşmeye karşı. Artık bu konuları Türkiye’de tartışma zamanı geldi.
Son olarak sayın başkanım, bir şey daha söylüyorum. Gene biz dünyayı pek iyi takip etmediğimiz için basınımızdan bahsediyorum, basınımızda da bu konuda çok az şey gördüm, hemen hiçbir şey okumadım. Son olarak Paris’te bulunan Karadağ Dışişleri Bakanı Vilahoviç, 7 Şubat tarihinde Fransız İfre Enstitüsü'nde bir konuşma yaptı. Biliyorsunuz, Karadağ ve Sırbistan zorla birleştirilen ayrı ırktan, ayrı dinden, ayrı dilden iki oluşum. Bir birlikleri var onların, devlet birliği deniyor bunun adına. Vilahoviç diyor ki, Karadağ’ın bir devlet olarak bağımsızlığını savunmalarının, ayrılıkçı bir yaklaşım olarak alınmaması gerektiğini, aslında zihinlerinden geçenin mevcut “state of union” hani devlet birliğini “union of states” devletler birliğine dönüştürmek olduğunu, Karadağ’ın varlığını ve kimliğini muhafaza edebilmesinin tek yolunun ayrı bir devlet olarak tanınmasına bağlı olduğunu söyledi. Şu anda da Çek cumhuriyeti'nde bu konuları savunmakta. Şimdi gönül isterdi ki Mehmet Ali Talat da bu başkentlerde dolaşsın ve KKTC’nin ayrı bir devlet olarak, gene belki bir konfederasyon çevresinde -bunun formatı üzerinde konuşulabilir. Ama, bir Annan Planı yeniden gündeme gelmesi halinde dahi bir eski tabiri mazur görün, ortaya dayanılabilecek bir belge yaratmayacak- Annan Planı üzerinde durmasını da ben gerçekten zor görüyorum. Yeni açılımlara ihtiyacımız vardır.
Son olarak, değerli bakanlarıma saygılarım sonsuz. Fakat AB-Türkiye ilişkileri konusundaki karamsarlıklarına katılmıyorum. Türkiye’nin AB yolunda sosyal demokratların meşaleyi yukarıda tutmaları gerektiğine inanıyorum, saygılarımla arz ederim.
SORU ve CEVAP BÖLÜMÜ
Şule Kut:
İkinci bölüm soru cevap bölümü. Kısacık sorular, kısacık cevaplar diliyoruz. Tabii ki yorumlarınızı da merak ediyoruz. Kendinizi tanıtarak başlarsanız, kayıtlar için gerekli, buyurun.
Soru / Ertuğrul Çepni:
TÜSES kurucu üyelerindenim. O vasfımla konuşmak istiyorum. Öncelikle Erdal İnönü’ye şükranlarımı sunmak istiyorum. Bu toplantıyla ilgili davetiye bilgisayar pencereme düştüğünde hemen şu duygu uyandı bende. Sayın Erdal İnönü’nün sosyal demokrasiye en büyük katkısı TÜSES’in kuruluşudur. Bu, konuşmalarda pek yer almadı, bildiğim kadarıyla sayın Erdal İnönü 88-89 yılları döneminde Koray Bey'i TÜSES’i kurmakla görevlendirmiştir ve TÜSES bu şekilde kurulmuştur. Sanıyorum Türkiye’de bir ilk oldu. Bir ilk, sosyal demokrasiye adanmış vakıf olarak ilk kurulan vakıftır diye biliyorum. Bunun için de kendilerine şükranlarımı tekrar ifade etmek istiyorum. Koray Göymen de TÜSES’in ilk başkanıydı, onu da saygıyla anmak isterim.
Kıbrıs’la ilgili sorum şu. Benim şöyle bir gözlemim var. Biz toplum olarak çözüme dönük bir toplum değiliz diye düşünüyorum. Kendi sorunlarımızı çözemiyoruz; aileden başlayarak sorunlarımızı sağlıklı bir şekilde çözemiyoruz diye düşünüyorum. Ve görüyorum ki bu ta devlet seviyesine kadar çıkıyor. Olaya genellikle çözümden yaklaşmıyoruz, hep genellemelerden yaklaşıyoruz ve dikkat ediyorum, bütün konuşmalar açıklamalarla başlıyor, yorumlarla devam ediyor, sonuç en sona geliyor hep. Benim sorum şu, çözüm, Kıbrıs’ta çözüm nedir? Bunun tabii birkaç yönü var: Türkiye açısından çözüm nedir, orada olan Türkler açısından çözüm nedir, bir de tabii tarafımız olan Rum tarafına göre çözüm nedir? Herhalde bunların önerileri farklı. Bu şekilde olay tam net ortaya konmuyor. Biz şu durumdan memnun muyuz Türkiye olarak? Tamam askerimiz orada, sınırlar belli, toplumlar ayrı. Peki oradaki halk memnun mu? Bir de tabii bunun dünyaya etkisi, ben bu sorulara pek cevap bulamıyorum. Özellikle üzerinde durmak istediğim bir konu var. Sanıyorum sayın İsmail Cem’di, şöyle bir ifadesini duyduğumu hatırlıyorum: AB doğrudan Rum kesimini içine aldığı takdirde biz de Türkiye’yi katarız gibi. Bunun gereği niye yapılmadı? Yapılmayacaksa niye söylendi? Bunu merak ediyorum.
Şimdi konuşmaları dinledikten sonra vardığım sonuç şu: Türkiye’nin diplomasisi başarısız olmuştur. Ve merak ediyorum, bizim kazandığımız bir tek diplomasi savaşı var mı son yıllarda? Teşekkür ediyorum.
Soru / Babür Atila:
Sosyal Demokrasi Vakfı üyesiyim. Sorum sayın bakanlarımıza, sayın müsteşarımıza çok teşekkür ederim. Çünkü kendisi konuşmasını bitirirken, bu karamsarlığı paylaşmadığını söyledi. Ben de paylaşmıyorum. Merak ettiğim şu: Kıbrıs sürecinde 74’ten beri bizim hiç mi hatamız yok? Türkiye uluslararası hukukun ve siyasetin tüm gereklerini doğru bir şekilde yerine getirdi mi? Ve Kıbrıs çözümsüzlüğünde Türkiye siyasetinin -ki burada iki sorumlusu var- ve Rauf Denktaş’ın sorumluluğu nedir? Teşekkür ederim.
Soru / Erdal İnönü:
İzin verirseniz, ben de konuşmacılara teşekkür ederek, bir iki şey söyleyeyim. Kıbrıs konusu Türkiye’de yıllardır konuşuluyor. Ben kendi hesabıma çok gerilere kadar gidiyorum. Bakanlar geldi, geçti. Galiba sayın rahmetli Erim demişti, maraton meselesidir, maraton yarışıdır Kıbrıs mMeselesi, kolay kolay çözülmez ama hep koşmak gerekir, yılmadan, diye. Sonra bütün bakanlar da aynı şeyleri yapmaya devam ettiler. Ben dahil. Hepimiz koştuk. Bir yere varamıyoruz ama durmuyoruz da, geri de gitmiyoruz.
Niye böyle? Tarihten gelen, coğrafyadan gelen nedenleri var. Yunanistan, Orta ve Batı Avrupa’nın sevimli çocuğu. Eski Yunan medeniyeti aşkına bugünkü Yunanistan’ın her yaptığını doğru görmek gibi bir yaklaşımları var. Tabii profesyonel siyasetçiler, bakanlar bunu her zaman kabul etmiyorlar. Ama iş kamuoyuna döndüğü zaman hemen o hava ortaya çıkıyor ve karşılıklı çekişmede karşılıklı mücadelede kamuoyu hemen onların tarafına dönüyor. Çünkü, geçmişten gelen böyle bir yaklaşım var. Ki Yunan medeniyeti Avrupa medeniyetinin esasıdır; Türkler, buraya dışarıdan gelmişlerdir, onlara çok fırsat vermemeli. Konuşulan konunun mahiyeti bir kenara bırakılıyor. Bu ama hep var. Ayrıca, Yunan dostlarımızın da esaslı bir milliyetçiliği var, hiç beklemediğiniz anlarda karşınıza çıkıyor. Sosyalist Enternasyonal toplantısına gitmiştim, Atina’ya, muhalefetteyken. Oradaki sosyalist, sosyal demokrat dostlarla güzel yemek yiyoruz, dostluk gösterileri yapıyoruz, aynı masada oturuyoruz, liderler falan. Derken, galiba Nina Mouskuri idi, o zaman tanınmış bir şarkıcısı vardı, o bir şarkı söyledi, herkes coşkuyla alkışladı. Ne söyledi diye sordum ben, dediler ki, Girit bağımsızlığını kazanırken, yahut Osmanlılara karşı mücadele ederken bu şarkı ortaya çıkmış ve bu şarkının bir nakaratı var, Girit Yunanistan’ın olacak diye. O şarkıyı söylemiş ve Kıbrıs Yunanistan’ın olacak demiş. Ben de, yaaa, dedim. Bunların hepsi coşkuyla alkışladılar. İçlerinde bir özlem var, bir ideal var, Kıbrıs Yunanistan’ın olacak.
Bir de başka tarafı var işin; -coğrafyadan ve gene geçmişten gelen- denize meraklı Yunanlılar. Dolayısıyla adalara meraklılar. Biz öyle değiliz. Bir arkadaşım vardı. Gitti Bozcaada’da bir arsa aldı, kendisi levanten bir vatandaşımızdı. Yerli Türkler buraları sevmez, onun için gidip ucuza aldım, dedi. Yani adalarda oturmayı geçici olarak görüyor Türkler. Karada olmayı istiyorlar.
İşi uzatmayalım ama bunun bir fiili sonucu var. Fiili sonucu Kıbrıs’a Yunanlıların yıllardır ilgi göstermiş olmaları, orada yaşanları desteklemiş olmaları, bizim ise çok yeni bu işe başlamış olmamız. Bunların hepsi bir araya geldiği zaman Kıbrıs’ta içimizden geçen çözümleri elde etmek çok zorlaşıyor. Ama tabii teslim olmuyoruz, uğraşıyoruz. Ve uğraşarak da çok şey kazanıyoruz.
Ben hem onları dile getirmek hem sormak istiyorum arkadaşlarımıza. Mesela ben üniversiteden gelen birisi olarak Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti'ndeki üniversitelerin çok önemli başarılar kazandığına inanıyorum. Doğu Akdeniz Üniversitesi'ne gittim bir iki defa, başka üniversiteler var. Bakanımız bir tanesinde galiba şimdi çalışıyor. Güney Kıbrıs’ta böyle şeyler yok. Bunları Kuzey Kıbrıs’ta Türkiye’den giden arkadaşlarımız kurdular. Ve orada öğrencileri var ve bu Kuzey Kıbrıs’ın hem maddi yaşamına hem manevi yaşamına büyük katkı yapıyor ve bu, bu mücadele başladıktan sonra ortaya çıktı. Orası bir çekişme alanı haline geldikten sonra bizim ilgimiz böyle arttı. Tabii ekonomi alanında yaşam çeşitli; başta turizm olmak üzere çok katkılarımız oldu. Bu mücadele olmasaydı bunlar olmayacaktı. Eninde sonunda orada hangi çözüm çıkarsa çıksın oradaki üniversiteler, orada bugüne kadar yapılan katkıların ortaya çıkardığı Türk yaklaşımları, bunlar devam edecek, bunlar olumlu tarafları.
Ama çözüm tam istediğimiz gibi olmayacak, o da öyle anlaşılıyor. Fakat biz yılmadan uğraşmaya devam etmeliyiz. Burada güzel öneriler yapıldı, iki devlet olarak devam etmeli, kurulmalı yahut çözüm iki devlet olarak bulunmalı. Bu güzel bir öneri bence. Hatırladığım kadar BM danışmanlarından birisi de aynı öneriyi yapmıştı, Denktaş’ta görmüştüm, onun bir raporu vardı. Bu da bırakalım beraberliği, iki devlet olarak devam etsin, ancak öyle çözüm olur diyordu. Ama onu o zamanki genel sekreter kabul etmediydi. Ama o Güney Amerikalı birisiydi ve ancak çözüm böyle olur demişti. Tabii bunları söylerken, başka bir açıdan da insan üzülmüyor değil. Ben çok idealist düşündüğüm zamanlar diyorum ki, aslında Kıbrıs çok özel bir yer, orada iki tane toplum var, iki tane ırk, iki din var. Onlar bir arada barış içinde yaşayabilirlerse birbirlerine baskı yapmadan, bunun örneği olurlarsa bu bütün dünyaya bir örnek olur. Çünkü dünyanın eninde sonunda varacağı yer budur. Birbirimizle kavga etmeden, bütün milletler beraber yaşayacağız, çünkü dünya bir tane. Kıbrıs ufak bir yer ama o da tek dünyanın bir örneği. Onun için Kıbrıslılar bunu göstermeliler. Ama bizim söylememizle olmuyor. Maalesef bunu göstermediler, en başında Rumların gayretleri orada bu beraber devam etmeyi çok zorlaştırdı. Hatta bugün beraberlik isteyenler söylendi, 30 yıl önce beraberlik isteyenlerden çok daha az. Onun için başka çözümler gerçekten aranmalı diye ben de katılıyorum arkadaşlarıma. Yılmadan, birbirimizi suçlamadan, umutsuzluğa düşmeden, bir taraftan çözümü de isteyerek, ama bunu usturuplu söyleyerek, teslim olarak değil, bir taraftan çözüm isteyerek bir taraftan yılmadan uğraşarak iyi bir noktaya mümkün olduğu kadar gelelim diye düşünüyorum. Ve bu yolda çalışan arkadaşlarımıza da başarılar diliyorum.
Soru / Ulaş Tan:
3D Hareketi Başkan Yardımcısı. Benim sormak istediğim şey şu: AB’nin Kıbrıs’taki çıkarları nedir, bu çıkarlar Türkiye’nin çıkarları ve Yunanistan’ın çıkarlarıyla ne kadar çakışmaktadır ya da paraleldir? Teşekkürler.
Soru / Hüseyin Ergün:
Türk’ün Türk’e propagandası olmaktan çıkarmak lazım. Onun için ben böyle sürüden ayrılmayı deneyeceğim. Yani Türkiye Kıbrıs meselesi Soğuk Savaş şartlarında düşündüğümde, bana hep şöyle gelirdi, orada Yunanistan, burada Türkiye, iki tarafın gizli servisleri varken, bu ikisini ayırmaktan başka çare yok. Şimdi, Soğuk Savaş bitti, Avrupa süreci başladı, Avrupa Birliği süreci başladı; bence paradigmalar ve koşullar kökten değişti. Onun için de Kıbrıs’a eskisi gibi bakmaktan vazgeçmek gerekir. İki tane amacımız var bu Kıbrıs konusunu tartışırken. Birisi sayın büyükelçi söyledi, oradaki Kıbrıs Türklerini tutukluktan kurtarmak. İki, Türkiye’nin AB yürüyüşü önünde engel olmasını ortadan kaldırmak. Uzatmadan söyleyeceğim, Türkiye’de ne istiyorsak Kıbrıs’ta da onu istemeliyiz. Yani, üniter Kıbrıs devleti. Irak’ta da onu istemeliyiz, hatta Filistin-İsrail anlaşmazlığında da onu istemeliyiz. Çağımızın gelip dayandığı nokta buradadır. Annan Planı'na o nedenle karşıydım, toplumları ayırma esasına dayanıyor. Toplumları birleştirme esasına dayalı bir plan eğer Türkiye ortaya koyar ve yürütürse bu hem AB bakımından hem de oradaki Kıbrıslı Türkler bakımından çok yerinde olacaktır. Çok teşekkür ederim.
Soru / Suha Tarman:
Ben de TÜSES’e, Friedrich Ebert Vakfı'na ve değerli bakan ve katılımcılarımıza çok teşekkür ediyorum. Benim yorumum şöyle. İlk önce ben başkanı olduğum bir dernek adına AB’nde bu on ülke katılırken, oradaki AB toplantısına katılma fırsatı bulmuştum. Orada, Çek Cumhuriyeti'nin baş uzlaşmacısıyla tanıştım. Dedim ki o zamanlar Türkiye’de gündem bu Türkiye adına katılacak kişinin özelliklerinin ne olması lazımdı diye sordum kendisine. Kendisi de dedi ki, çok iyi bir espri anlayışının olması lazım . Yani sayın müsteşarımız da çok güzel belirttiler, bir fodepar var diye. Tabii ki fodepar olacak, bu fodepar olmasına rağmen biz bu yarışta önde gelip birinci bitireceğiz. Bizim birinci bitirdiğimizi saymayacaklar, buna bizim alışık olmamız ve bununla mücadele edecek destekleri sağlamamız gerek diye düşünüyorum. Sonuçta bu bir mücadele.
Panelistlere sorum şu. Son günlerde sayın Rice, Amerika Dışişleri Bakanı ziyaret etti. Bu konuda son gelişmeler hakkında bilgi verirseniz çok memnun olurum. Çok teşekkür ederim.
Soru / Osman Erten:
SODEV kurucusuyum. Ben sayın Sanberk’e bir soru soracağım. Yurtdışında okuyan 20 bin öğrencimiz var dedi ve bunlar Türkiye’nin temel meseleleri konusunda yeterli bilgi sahibi değiller. Dışişleri Bakanlığında bu okuyan çocuklarımızın adresleri olduğuna göre niçin bu temel meseleler konusunda 20 bin tane dosya hazırlanıp bunlara gönderilmez? Çünkü dört beş yıl bunlar yurtdışında okuyacaklar. Hem onlara devletimiz hatırlamış olur hem de bu konuda tezlerinde bilinçlendirmiş oluruz.
Soru / Volkan Özdemir:
ODTÜ Sosyal Demokrasi Topluluğu Başkanıyım. TÜSES’e böyle anlamlı bir panelde, böylesine güncel bir sorunu tekrar tartışma fırsatı verdiği için ben de teşekkür ediyorum.
Sorum sayın Karayalçın’a olacak. Konuşmanızda Londra ve Zürih anlaşmalarına dayanarak Kıbrıs’ın Türkiye’nin üye olmadığı üçüncü bir örgütlenmeye katılamayacağını belirttiniz. Bunu da Türkiye’nin uluslararası arenada yeterince teşhir edemediğini, bunun da bir zaafımız olduğunu söylediniz. Fakat akabinde SHP olarak bazı çekincelerinize rağmen Annan Plan'ına son tahlilde evet dediğinizi söylediniz. Sizce burada bir çelişki yok mu? Şöyle ki eğer Annan Planı kabul edilseydi, birleşik Kıbrıs cumhuriyeti, yine Türkiye’nin üye olmadığı AB’ye üye olmuş olacaktı. Ve bu bağlamda sizin Türkiye’nin AB üyeliği konusunda nasıl düşündüğünüzü, parti olarak ne kadar gerçekçi baktığınızı merak ediyorum. Çünkü size Gümrük Birliği konusunda da çeşitli yerlerde bazı bazı suçlamalar olduğunu okuyorum, görüyorum, televizyondan basından takip ettiğim kadarıyla. O konudaki fikirlerinizi de Türkiye’nin AB üyeliği perspektifi açısından değerlendirmenizi rica ediyorum, tekrar teşekkür ediyorum.
Şule Kut:
Benim için susmak aslında çok zor. Araya girip söyleyeyim. Biraz da böylece yumuşatmış oluruz. Çünkü sadece böyle iki dışişleri bakanı, karşımda bir başka dışişleri bakanı, her zaman yaptıklarını hep izlediğim, bakanlıktayken müsteşar olarak işim gereği izliyordum, sonra TESEV’de bulundum, her zaman izliyorum. Bütün hocalarım falan da var karşıda. Sanmayın, sadece öğrencilerim var orada. Dolayısıyla çok ağır bir durumdayım. Ben burada konuşulanlara katılmıyorum aslında. Çok da sosyal demokratların daha böyle arkadan gelen, izleyen değil, daha ön alan insanlar olmaları gerektiğini düşünüyorum ve ben Annan Planı'nın da -siz bana o zaman çok kızmışsınızdır herhalde- ilk ortaya çıktığı zaman kabul edilmiş olması gerektiğini düşünenlerdenim. Çünkü ben şeye inanıyorum, belki yanılıyorum, biz kabul ediyoruz hodri meydan deseydik, Yunanistan ve tabii Kıbrıs Rum kesimi asla bunu kabul etmeyecekti. O zaman belki de durum bu kadar bariz olarak Türkiye ve Türk tarafı evet demiş, öbürleri de ayak diriyor, belki de giremeyeceklerdi. Belkiyi şimdi söylüyorum ama giremeyeceklerdi AB’ye tam üye olarak. Dolayısıyla orada ben önemli bir hata olduğunu düşünüyorum, en azından kendi adıma. Konuşmayacağım dedim ama konuşturdunuz beni. Sizin de böyle bir maharetiniz var, biliyorum. Şimdi sayın Karayalçın konuyu açtı ve bu yönde de çok konuşuldu. İki ayrı devlet, olur, yani herkes olur; Sırplar da bıraktılar, şu Kosova gitsin, yarısını alalım, yarısı devlet olsun diyorlar. Bence orada Arnavutların düşünmesi lazım, bu doğru mudur? Şimdi burada da öyle. İki ayrı devlet olduktan sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bağımsız bir millet olarak ne kadar yaşayabilir bir devlettir, onu bir düşünmek lazım. Türkiye açısından, Türkiye’nin kendi çıkarları açısından ne kadar doğru olur, ona bir bakmak lazım. Burada asıl hedef herhalde sayın İnönü’nün dediği gibi, dünya başka bir tarafa gidiyor ya da gitmesi gerekiyor. Yani sadece reel şeyler değil, olması gerekenleri de belki bizim zorlamamız lazım. Sosyal demokratlar biraz daha hayalci olurdu ama hiç hayal kalmamış diye düşünüyorum.
Şimdi, isterseniz, tam ters sırayla gitmemizi önersem, mümkün mü? Sayın büyükelçim siz başlayın.
Özden Sanberk:
Suallere kısa kısa cevap vereyim. Sırasıyla gitmeyeceğim. Amerika Dışişleri Bakanı Rice’ın ziyaretinde bir gelişme oldu mu? Bilmiyoruz, ama tahmin etmiyorum. Olacağını da düşünmüyorum. Çünkü Kıbrıs ABD’nin dış politika öncelikleri arasında bir konu değil. Ama bir mesele var, eğer Amerika direkt uçuşları başlatmakta bir adım atarsa, o zaman gerçekten önemli olur. Onu da yapacağını hiç sanmam. Amerika bu konuda İngiltere’yi takip ediyor, İngiltere de AB ana doğrusunu izlemekte.
Bir değerli katılımcı şöyle bir görüş beyan etti. Türkiye çözüm kapasitesi olan bir ülke değil, sorunları biriktirir. Hakikaten de doğru. Biz sorunları biriktiriyoruz. Çünkü bunu yapmak için bulunduğumuz noktadan geri ya da ileri gitmek lazım. Netice itibariyle aynı noktada kalarak olmuyor. Bu da tabii bir hükümet etme kapasitesi gerektirir. Bunu anlatmak lazım kamuoyuna. Kamuoyundan da desteği alarak yapmak lazım. Demokratik ülkelerde böyle oluyor. Kamuoyu olmayan ülkelerde ise daha kolay bu işler. Ama artık Türkiye o şeyi geçti. Demek ki çözüme gitmek için bulunduğunuz noktadan farklı bir noktaya geçmeniz lazım. Hükümet etmek burada ortaya çıkıyor. Maalesef Türkiye çok temel sorunlarını çok uzun zamandan beri biriktirmiş durumda. Fakat ben Türk dış politikasının Kıbrıs’ta başarısız bir imtihan verdiği görüşüne katılmıyorum. Şu ana kadar Türkiye Kıbrıs’ta hep ileri adımlar attı. Ama, hep bıçak sırtında gitti. Temel sorunların hiçbirinde geri gitmiş değiliz. Bir tek şey var belki haklı olduğunuz, Türkiye kuvvetler dengesini yanımıza toplayamadığı içindir ki çok haklı konularda daha ileri adımlar atamadı. Burada gerçekten bir dış politika zaafı var ama bu yalnız Türkiye’nin tek başına kuvvetler dengesini kendi yanında toplamasına, ona bağlı olan bir konu da değil, biraz zaman ve mekân dinamiğinde değişkenlerin de burada rolü çok. Şimdi, Kıbrıs’ta değişmeyen bir şey var. Bu bir temel parametredir. Kıbrıslı Rumlar ve Türklerin birbirleri üzerinde yetki ve otorite iddiasında bulunmamaları bir temel parametredir. Bu 59-60 anlaşmaları, 77-79 Denktaş-Makarios görüşmeleri, yani bundan sonraki bütün BM planlarında var, Annan Planı'nda da şöyle diyor. Uzattım biraz ama önemli bir nokta olduğu için tekrar etmekte fayda var. Kıbrıs, Kıbrıslı Rumların ve Kıbrıslı Türklerin ortak yurtlarıdır ve Rumlar ve Türkler birbirlerinin aynı kimliğini ve bütünlüğünü tanırlar. Aralarındaki ilişki azınlık ve çoğunluk ilişkisi değil, hiçbir tarafın diğerinin üzerinde yetki ve otoriteyi savunmayacağı siyasi ilişki biçimidir. Bunun çözülmesinin sebebi, bu ilkenin Rumlar tarafından kabul edilmemesi. Ben çok özete getiriyorum. Şimdi Türkiye tek başına, bu temel parametreden ayrılınmaması şartıyla birleşmeye karşı değil. İki devlet olsun iddiasında değil. Sayın bakanlarım daha iyi bilecekler, sayın Ecevit de bir ara söyledi, biz icap ederse topraklarımıza katarız dedi, fakat Türkiye’nin devlet politikası bu değil. Bu belki zamanlama bakımından politik bir beyan da olabilir, onu bilemeyeceğim. Ama temel parametre budur, bundan geri düşülmedi. Ama bunun da geçerliliğini Türkiye kabul ettiremedi. Orada belki bir başarısızlık olabilir.
Kıbrıs siyaseti Rauf Denktaş’ın sorumluluğu mudur? Bence Rauf Denktaş’ın sorumluluğu varsa, belki üslupta, çok açık söyleyeyim, Rauf Denktaş’ın esasa müteallik, yani öze ilişkin olarak şimdiye kadar söylediği her şey aslında bu demin bahsettiğim temel parametreyle ilgili. Bu temel parametrenin ifade ediliş şeyi, uluslararası gramatolojide anlaşılmıyor. Ve devamlı bir uyuşmazlık çıkaran lider konumunda kaldı. Haksız bir konum. Netice itibariyle sorumluluğu varsa da ben üsluptan başka bir yerde sorumluluğunu görmüyorum. Belki bir sorumluluğu da şu olabilir. Ama o sorumluluğu Türkiye olarak paylaşıyorum, ben kendi Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığımı da buna dahil ediyorum. Sayın bakanlarımın da aynı sorumluluğu paylaştığını düşünüyorum. Türk kamuoyuna Kıbrıs konusu hakkında yeterli bilgi veremedik. Kıbrıs konusunu bir devlet meselesi olarak devletin içinde çözülebilecek ve kararları paylaşmayan kamuoyuna, kendi kararlarımızla bunu anlıyoruz. O yüzden, üniversitelerde Kıbrıs uzmanı yetişmedi, Kıbrıs kürsüleri kurulmadı, Kıbrıs konusuna hâkim gazeteciler ortaya çıkmadı. Bu belki bir hata olmuştur. Ama o zamanki Türkiye ile bugünkü Türkiye farklı. Şimdi Kıbrıs konusunu bilen insanların, araştırmacıların, profesörlerimizin sayısı artıyor.
Şimdi AB’nin Kıbrıs’taki çıkarları nedir? AB’nin Kıbrıs’taki çıkarları stratejik, ama bu strateji İngiltere’nin AB üyeliğinden kaynaklanıyor. Aslında AB’nin ABD gibi bir devlet stratejisi henüz yok, bir ortak politikası yok AB’nin. Bir ortak politik prosedürleri var, onları uyguluyor, henüz ortak politika mecburi değil. İngiltere dolayısıyla Kıbrıs AB’nin önemli bir konusu. Ama bazı ülkeleri hiç ilgilendirmez, ama orada bir AB dayanışması var.
Bir de Şimon Perez önemli bir şey söyledi, AB, Kıbrıs ve Malta’yı içine almakla Akdeniz’e iki ayağını sokmuştur. Bu stratejik bir ifadedir. Tabii ileride daha farklı dünyanın gidişatına bağlı olarak AB Kıbrıs’tan gerçek bir stratejik ada olarak faydalanabilir.
Şimdi, birleşik Kıbrıs istemimizde, evet bir soru da şuydu. Biz birleşik Kıbrıs istiyoruz, birleşik Kıbrıs istememizde hiçbir sakınca yok. Biz aslında birleşik Kıbrıs istiyoruz, aslında politikamız da bu. Ama eşitlik temelinde istiyoruz. Ama bunu istemeyen tarafın Kıbrıslı Rumlar olduğunu dünya 24 Nisan referandumunda biraz gördü, fakat şimdi yeniden unutmaya yüz tutuyor. Bizim bakımımızdan bir sorun yok birleşik Kıbrıs’ta. Sorun, Rumlar bakımından var. Çünkü Helenizm, aslında içine kapalı bir milliyetçilik. Fakat milliyetçilik sayılmıyor. Her türlü milliyetçilik dünyada political incorrect haline geldi, Helenizm hariç. Çünkü, Helenist olduğunuz zaman dünyanın bir nevi bugünkü uygarlığın temelini oluşturuyorsunuz. O tabii biraz bizi handikate durumda bırakıyor, sayın Erdal İnönü biraz önce bahsettiler bu konudan.
Bir şey daha söyleyeyim, tarihe kayıt düşmek bakımından. Sayın Karayalçın da yanımda oturuyor. 5 Mart 95 AB Bakanlar Konseyi'nde Türkiye’yi sayın Karayalçın temsil ettiler, o toplantı sırasında karşımızda Yunanistan dışişleri bakanı, sonra bir uçak kazasında ölen Kriandiotis idi. Sayın Karayalçın orada Kıbrıs’ın AB’ye katılmasından önce AB’ye katılması Londra ve Zürih anlaşmalarının açık ihlalidir, dedi. Ve bu, yalnız ifade etmekle kalmadı, o zamanki zabıtlara da bu aynen geçti. Onun için hiç kimse çıkıp da sayın Karayalçın’a böyle bir şeyde bulunması, tacizde bulunması haklı bir şey değil. Ben de kendisinin müsteşarı olarak burada bunu söylemeyi görev biliyorum. Saygılarımı sunuyorum.
Şükrü Sina Gürel:
Gelinen nokta bana şunu da gösterdi. Tarafsız olmayan başkanlar yalnız parti kurultaylarında bulunur zannediyordum, meğer panellerde de varmış.
Şule Kut:
Ya da yalnız başkanlar. Yalnız kaldım baksanıza.
Şükrü Sina Gürel:
Şimdi bu taraflı tarafsız yorumundan da hareket ederek, çözüm konusuna gelmek istiyorum. Çözüm bulabilen bir toplum değiliz. Biz işte solcular olarak, ben işte demokratik solcular diyeyim, siz sosyal demokratlar deyin, biz solcular olarak hayal edip, ön alıp, bir çözüme doğru yaklaşmak, uzanmak işlevini üstlenmeliyiz gibi sözler bana biraz havada sözler gibi geliyor. Nedeni şu, burada bu sorun, özellikle bu sorun, çok ciddi tarihsel köklere bağlı ve bizim önerdiğimiz son derece adil ve yani hem hakça, üstelik uluslararası hukuka, uluslararası teamüllere de her zaman uygun olabilecek parametrelere rağmen bir türlü karşı tarafça kabullenilmeyen parametreler olduğu için bunlar çözüme götürülemeyen bir konu. Burada sayın Denktaş’ın ve bundan önceki Türk hükümetlerinin çözümsüzlüğe katkısı ne kadar olmuştur diye bir soruyu ben doğrusu bir haksızlık olarak görüyorum. Tabii eğer hem siyasi tecrübemiz ışığında hem de sosyal bilimler, özellikle uluslararası ilişkiler dalıyla ilgilenmiş kişiler olarak konuya baktığımızda şunu görüyoruz. Bir kere etnik bir sorun. Bir bölgede etnik bir sorun yaratılmışsa maalesef bunun çözümü o etnik grupların birbirinden ayrı yaşamalarıyla çözülebiliyor. En kesin çözüm bu. Şimdi bakın, bu çözüm nasıl sağlanabilir. İşte etnik temizlik denemediler mi? İnsanları yıldırarak, öldürerek, ırzına geçerek, belirli bir bölgeyi, belirli bir insan grubundan ayırmayı denemediler mi? Ve bunun çok acılı sonuçları olmadı mı? Oldu, ondan sonra ne oldu, iki taraf da kan ve ateşten o kadar bıkmıştı ki herhangi bir çözüme razı oldular, Bosna’da olduğu gibi. Karmakarışık, nasıl yürütüleceği pek belli olmayan bir çözüm geldi ama ayrılığa dayanan bir çözüm geldi yine, ister istemez.
Bakalım, Türk Yunan ilişkilerinde ne oldu? Lozan’da ilk yapılan yani Lozan barış antlaşması imzalanmadan, Lozan’ın iki önemi, o anlaşmazlıkla sonuçlanmadan önce Ocak 1923'te Türkiye ile Yunanistan bir mübadele sözleşmesi yaptı. Ve maalesef, yine söylüyorum, bu sorun Türk Yunan sorunlarının özü, insanların o günlere kadar yaşadıkları yerlerden ayrılmalarıyla ancak çözülebildi. Şimdi Kıbrıs’ta neler oldu? İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki ilk etnik temizlik işine girişti Rumlar, Türklere karşı. Etnik temizlik denilen, yani soykırım demiyorum ama etnik temizlik denen işi tam tanımına uygun olarak ilk defa Avrupa’da, Akdeniz’de Kıbrıslı Rumlar Türklere karşı yaptı. Ve orada ne oldu? Adanın yüzde 3’üne hapsedildi Türkler. Ben burada hayretler içinde bir katılımcının Kıbrıslı Türkleri tutukluktan kurtaralım artık deyişine şahit oldum, şaşmamak elde değil. Türkiye zaten Kıbrıs konusunda 74’te askeri bir harekâta girişirken, Kıbrıslı Türkleri tutukluktan kurtarmak için bu işe başlamıştı. Ve yüzde 3’üne hapsedilmiş olan Türkleri ve Lefkoşa’dan Girne sırtlarına, Beş Parmak sırtlarına çıkıp, denize ancak uzaktan bakabilen Türkleri o tutukluktan kurtarmak için Türkiye müdahale etmiştir zaten.
Bu kadar haklı olduğumuz, bu kadar haklı gerekçelerle işe başladığımız bir konuda, şimdi kendi kendimizi nasıl haksız konumda görebiliyoruz, ben ona şaşıyorum. Ondan sonra da bakıyoruz, Türkiye ve Kıbrıslı Türkler 1974 ertesinde işe nasıl başladılar? Bir egemen eşitlik isteyerek, ayrı bir devlet kurarak değil. Bir federe devlet kurarak ve Rumların da karşılığında bir federe devlet kurmalarını, bunun sonucunda da bir federasyona ulaşmayı hedefleyerek yola çıktılar. Ama sonra ne oldu? 83’ten itibaren iş öyle bir çözümsüzlüğe gitti ki, dünya Kıbrıs Türklerine ve Türkiye’ye öyle haksızlıklar yapmaya devam etti ki, bir çözümü sayın Denktaş, New York’ta BM genel sekreterinin huzurunda imzalayıp kabul ettiği halde bu karşı tarafta reddedildiği için, Kıbrıslı Türkler artık biz devletimizi kuruyoruz, ama bu devlet eğer Kıbrıslı Rumlar da devletlerini bizimkiyle birleştirmek isterlerse, her zaman federasyona açık bir devlet olacaktır diye devletlerini kurdular. Şimdi, burada çözüme kapı kapatılmış değil.
Ama üniter devlet Kıbrıs’ta denenmedi mi? Kıbrıs’ta üniter devlet denendi. 60 cumhuriyeti bir üniter devletti, üniter devletti ama belki fonksiyonel federasyondu. Çünkü, iki halkın eşitlik içinde nüfus oranlarına bakılmazsızın temsil edildikleri, yürütmede, yargıda ve yasamada temsil edildikleri bir sistem kurulmuştu. Şimdi, o sistem yaşamadı. Niye yaşamadı, çünkü orada Enosis isteyen, Yunanistan ile birleşmek isteyen bir Rum siyasi liderliği bu işin böyle gitmemesini istedi. 74’te Yunan cuntasıyla beraber bir askeri darbe oldu. Ve, Kıbrıs cumhuriyeti diye bir şey de kalmadı ortada. Şimdi bütün bunları unutarak, şimdi çözüm aramaya çalışmak ve tarafsız, nasıl olursa olsun bir çözüm aramaya çalışmak, bence doğrusu kendi kendimize haksızlık etmek oluyor. Çünkü, bir çözümü şöyle bulabilirsiniz. Bir çözüm, bir tarafın istediği gibi olabilir. Öteki tarafın istediği gibi olabilir, iki tarafın isteklerini bağdaştırarak olabilir. Ama iki tarafın dışından herhangi bir konuya bakanlar, nasıl olursa olsun çözüm isterler. Örneğin, bir Amerikalı diplomatı düşünün; Amerikalı diplomat, Amerika Birleşik Devletleri başkanı tarafından Kıbrıs dosyası eline tutuşturulup, sen benim Kıbrıs özel temsilcimsin diye görevlendirilmiştir. Ve o diplomat, bu işi nasıl olursa olsun bir çözüme götürmek ister. O dosya önünden kalksın, başarıyla kapanmış olarak başkana teslim edilsin ister. Onun umurunda mıdır, şunun ya da bunun hakları halel olmuş, havaya uçmuş, şu veya bu temel unsur unutulmuş, hakkaniyete uygun olmuş mu olmamış mı onun umurunda değildir. Dışarıdan böyle bakılır Kıbrıs konusuna. Ama bizim böyle bakmamız mümkün değil. neden mümkün değil? Bir kere biz Türkiye Cumhuriyeti olarak, adada Kıbrıslı Türklerin haklarını kollamak üzere bir Kıbrıs Sorunu'nu kendi sorunumuz haline getirmişiz. İkincisi, ben de bir zamanlar söylemiştim, anlamamak da mümkün değil bunu, baktığımız zaman açık bir havada, buharlaşmanın olmadığı aydınlık bir günde, Beş Parmak Dağları'ndan baktığınız zaman Torosları görebilirsiniz. Ve onun için ben de şöyle demiştim. Elbette Türkiye Kıbrıs konusuna kendisinden saydığı, kendisinden bildiği Kıbrıslı Türkler adada bulunduğu için çok önem verir. Ama, adada bir tek Kıbrıslı Türk dahi olmasa da Kıbrıs Türkiye için önemlidir. Türkiye için neden önemlidir, İngiltere için bu ada önemli, İngiltere’nin adada egemenlik hakkıyla sahip olduğu üsler var, hatta bu üsler, şimdi Kıbrıs AB’ye girmiş sayıldığı zaman dahi AB müktesebatının dışında tutulabiliyor, öylesine bir Atlantik çıkarlarına bağlı, güvenliğine bağlı toprak parçaları buraları. Ama, baktığınız zaman görebildiğiniz Türkiye’nin adayla ilgisi kendi vatandaşları tarafından bile garip karşılansın isteniyor. Şimdi galiba öyle bir noktaya geldik Kıbrıs konusunda. Bu da doğrusu çok üzücü bir nokta. Ama tabii yine biz hayal gücümüzü çalıştıralım ve bekleyelim ki Türkiye şimdiye kadar Kıbrıs konusunda yaptığı olumlu katkılara devam etsin. Başkaları da Kıbrıs’ı sadece kendi çıkarlarını birleştirebildikleri bir alan olarak görmesin. Oradaki Kıbrıslı Türkleri de görmezlikten gelmesin. Kıbrıs’ın yanı başındaki Türkiye’nin de bu adayla ilgilenmeye, yakından ilgilenmeye hakkı olduğunu da teslim etsin. Teşekkür ederim.
Murat Karayalçın:
Çok teşekkür ederim. Ben konuşmamın ilk bölümünde Türkiye-AB ilişkileri konusundan karamsar bir izlenim yarattıysam, onun bir yanlış açıklamadan kaynakladığının altını çizerek belirtmek istiyorum. Sosyal Demokrat Halk Partisi Türkiye-AB ilişkilerini çok açık bir biçimde desteklemektedir. Hiç kuşkusuz, SHP Türkiye’nin çıkarlarını koruyarak, Avrupa’nın her dediğine evet demeksizin bunun yapılması gerektiği inancındadır. Ama temel yaklaşımı budur. Sayın İnönü, bunu bir konuşmasında yani Türkiye’nin AB üyeliğini bir konuşmasında değerlendirirken, Türkiye’nin tarihindeki, cumhuriyet tarihindeki üçüncü büyük atılımı olarak gördüğünü ifade etmişti, cumhuriyetin kurulmasından sonra çok partili yaşama geçilmesinin ardından, Türkiye’nin AB üyeliği de toplumumuzun üçüncü büyük atılımı olacak demişti. Biz bu değerlendirmeyi benimsiyoruz ve bu değerlendirmeyi de programımıza koymuş bulunuyoruz.
Aslında, tabii ki tarihçi değilim, o tür değerlendirmeleri yapmakta çok yetkin olmayabilirim ama benim bireysel gözlemim, ulusumuzun, halkımızın Batı'ya göçü, Batı'ya gidişi, yönelişi geri çevrilemez şeklinde bir düşünceyi taşımaktayım. Bana göre, ilginç. Tarihten Batı'ya doğru giden halklar olmuştur, Persler Batı'ya doğru gitmiştir, Moğollar Batı'ya doğru gitmiştir. Ama onların tümü sonra geri dönmüştür, geldikleri yere gitmişlerdir, dönmüşlerdir. Biz ise sürekli ilerlemişizdir, gittiğimiz yerde kalmışızdır.
Sevgili genel başkanım, adalara pek intibak edemediğimizi söyledi. Belki o gözleme pek karşı çıkmamak için adaları dışarıda tutmak gerekir ama ada dışındaki tüm yerleşim yerlerine intibak etmekte de hiçbir sıkıntı çekmediğimiz görülüyor. Hatta Avustralya adasında bile bulunmaktayız. Ben bu konuda, SHP’nin düşüncelerini, bireysel düşüncelerimi bu vesile ile ifade etme ihtiyacı duydum. Sayın Atila, biraz önce soru sormuştu ya da sayın Tan sormuştu. Onu açıklığa kavuşturmak amacıyla bu kısa bilgiyi sundum.
Sayın Çepni, bizde hiç kabahat yok mu dedi, sayın Kut da rüyalarımızın, hülyalarımızın daha geniş ufuklu olmasından söz etti. Doğrusu, benim rüyalarım iki kesimlilik, iki toplumluluk ve siyasal eşitlikle sınırlı. Onun ötesinde bir rüya görmeye hazır değilim. Sevgili müsteşarım, Türk’ün Türk’e propagandasının yanlışlığını dile getirdi, sayın Ergün de katıldı. Ama galiba, Kıbrıs konusunda biraz kendi aramızda propaganda niteliğini taşımaksızın, tartışma yapmamız gerekiyor. Ben Sisiphius adını ilk kez Lord Hannay’in bir makalesinde okumuştum. Sisiphius, tanrılar tarafından bir taşı dağın doruğuna çıkarmak üzere görevlendirilmiş bir efsane kahramanı. Her defasında taşı sırtlayıp götürüyor ama sonra taş gerisin geriye ovaya kadar yuvarlanıp geliyor. Tekrar sırtlayıp aynı işlemi yapmak zorunda kalıyor Sisiphius. Kıbrıs Sorunu zor bir sorun. Zaten Lord Hannay Kıbrıs Sorunu nedeniyle bu örneği vermişti. Tabii ki anlaşma olabilirdi. Eğer denilenler kabul edilseydi. Ama ben burada biraz önce sevgili müsteşarımızın çizdiği çerçevenin değiştirilemeyeceği kanısındayım, değiştirilmemesi gerektiğine inanıyorum. Bu müzakere, mücadele, çalışma neyi gerektiriyorsa bu çerçeve içinde o yapılmalıdır. Ama tabii ki barışçı bir söylem, çözümcü bir söylem kullanılmalıdır. Yani şan olsun diye demiyorum. Barış için çalışılmalıdır. Onun için çaba harcanmalıdır. Ama bunun sınırları da bellidir, onun ötesine gidilmemelidir.
Sayın Özdemir’in sorusunu sayın Sanberk yanıtladı. Ama Kıbrıs toplantılarında gelenekselleşen Gümrük Birliği konusunu sayın Özdemir dile getirdiği için ben de geleneksel yanıtımı izin verirseniz, vermek istiyorum. Tabii Türkiye’nin AB üyeliğini ya da Türkiye’nin Gümrük Birliği'ne girmesini isteyebilirsiniz, istemeyebilirsiniz, benimseyebilirsiniz, reddedebilirsiniz. Ama, sakıncalı olmuştur diyorsanız, yani ölçülebilecek bir iddiayı savı ortaya atıyorsanız, o zaman istatistiki verilerin bu savı desteklemediğini de bilmek durumundasınız. Neye göre söylüyorum bunu? Birkaç göstergeyi kullanmak istiyorum. Önümüzdeki ay, dokuzuncu yıl dolacak. 6 Mart 95’te Ortaklık Konseyi'nde bu karar alındı, 1 Ocak 96’da sanayi ürünlerinin serbest dolaşımı gidip gelmeye başladı. Serbest dolaşım başladı daha doğrusu. 9 yıla baktığımızda, yalnızca Türkiye ile AB arasındaki dış ticaret açığını bir gösterge olarak kullanmanız doğru olmaz. Birikimli olarak, Türkiye ile AB arasındaki dış ticaret açığı 60 milyar doları bulmuştur. Belki daha da fazladır, 2004 yılının verilerini bilmiyorum, ama bir tek ona bakabilir misiniz? Yalnızca o değişkenden hareketle değerlendirmede bulunabilir misiniz? Bulunmamalısınız.
Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği'ni kurmasından önce AB ile yaptığı dış ticarette fazlası vardı da Gümrük Birliği başladıktan sonra mı açık ortaya çıktı? Daha önce Türkiye bir fazla mı elde ediyordu? Ya da bir başka şekilde sorayım soruyu, Türkiye’nin Avrupa dışı dünyayla yaptığı dış ticaretinde fazlası vardı da AB ile yaptığı dış ticarette mi açık ortaya çıkmakta? Böyle bir şey olmaz. Türkiye’nin Gümrük Birliği'ne girmeden önce de AB ile dış ticaretinde açığı vardı, hem de yüksek oranlarda açığı vardı. Gümrük Birliği'ne girdikten sonra da açık sürdü. Türkiye’nin AB dışındaki dünyayla dış ticaretinde de açıklar vardır, burada da vardır. Önemli olan şu, size 9 yıl itibariyle sayın Özdemir şu göstergeleri değerlendirmenizi önermek istiyorum. Türkiye’nin 9 yılda yani 1 Ocak 96’dan bu yana geçen süre içinde dünyaya olan ihracatındaki artış hızıyla dünyadan yaptığı ithalatındaki artış hızı hemen hemen aynıdır. Aynı orandadır. Yani 96 yılını 100 alırsanız, 2003 yılında, sekiz yıl sonrasını söylüyorum, ithalattaki artışla ihracattaki artış oransal olarak aynıdır. Türkiye’nin AB’yle dış ticaretine aynı tarihler itibariyle baktığınızda çok ilginç, ithalat hızı ile ihracat hızını karşılaştırdığınızda, ihracatımızın akıl almaz ölçüde 2,5 katı kadar arttığını görürsünüz. İthalatımızın artış hızı da son derece düşük bulunmaktadır.
Ama bütün bunlara karşın Türkiye katma protokolün ve Gümrük Birliği anlaşması, kararı daha doğrusu -Gümrük Birliği bir anlaşma değil, bir karar-, Gümrük Birliği kararının ilgili maddesini kullanarak, eğer burada bir sıkıntı ile karşılaştıysa o maddeyi, 60. maddeyi kullanarak, ithalat nedeniyle yaşadığı sıkıntıyı, herhangi bir ürünü, herhangi bir sektördeki, alt sektördeki ürünü ithalatı nedeniyle bir sıkıntı yaşaması durumunda onu durdurma hakkına sahiptir. Tek taraflı olarak durdurur, ondan sonra da bunu Ortaklık Konseyi'ne götürür. O ürün bir sektörü etkileyebilmektedir. Bir alt sektörü etkileyebilmektedir ya da bir coğrafya parçasında, Türkiye’de diyelim ki İzmir’de, Çorum’da herhangi bir organize sanayi bölgesinin bulunduğu yerde, istihdam açısından sorun yaratmaktadır. Türkiye’nin böyle bir hakkı vardır. Türkiye’nin 1 Ocak 96’dan sonra gelen hükümetleri tarafından bu hakkın kullanılması söz konusu olmamıştır. Yani şu malın ithalatını durduruyorum demek gereksinimini Türkiye duymamıştır. Her şeye karşın, eğer Türkiye AB ile tam üyelik noktasına gelmezse, gelemezse hiç kuşkusuz Gümrük Birliği'nin işleyişini de gözden geçirme durumunda olacaktır. Orada son bir ölçüyü söylemek istiyorum. Ondan sonra da hocamıza sözü bırakacağım. Şu göz ardı edilmemelidir. Türkiye’nin ihracatında AB’nin payı nedir? AB’nin ihracatında Türkiye’nin payı nedir? Türkiye’nin AB’deki toplam ihracatındaki payı yüzde 1’dir. AB’nin ihracat pazarında Türkiye’nin payı yüzde 1’dir, 2003 sonu itibariyle söylüyorum. Ama AB’nin Türkiye’nin ihracatındaki payı yüzde 60’ın üzerindedir. Şimdi bu kimin işine yarıyor? Yani biz eğer rakip durumda olduğumuz ülkelere göre, Hindistan’a göre, Çin’e göre, Kore’ye göre daha yüksek bir avantajla AB pazarına girebiliyorsak, herhangi bir kısıtlama, vergi, resim, harç olmaksızın o pazara mal satabiliyorsak ve son yıllarda izlenen, iç pazarı daraltan iktisat siyaseti nedeniyle büyük ölçüde ihracata dayalı olarak ekonomimizi ayakta tutabiliyorsak, bu Türkiye’nin yararına mıdır, zararına mıdır sorusu bu alanda da tartışılmalıdır diyerek konuşmamı noktalıyorum. Teşekkür ediyorum.
Şükrü Sina Gürel:
Ben de burada çok kısa bir şey söyleyeyim. Ben sayın Karayalçın’a hiç katılmıyorum bu konuda. Gümrük Birliği konusunda.
Murat Karayalçın:
Affedersiniz, ben verileri söyledim, yorum yapmadım. Benimki veri, istatistik, sayı.
Şükrü Sina Gürel:
Ben de başka verileri söyleyebilirim tabii. O zaman madem ki böyle bir fetva veriyor hocamız, ben de bir iki veri söyleyeyim. Dinleyin o zaman. Ben de sayılarla söyleyeyim. 60 milyar dolar değil, 80 milyar dolar açık vermiştir şimdiye kadar Türkiye AB ile ticaretinde. So what diyen arkadaşıma şunu söyleyeyim. Bu büyüklük AB’nin genişlemesini Türkiye’nin finanse ettiğini gösterir. Biraz düşünürseniz belki anlarsınız.
Ben sizin tarzınızı da çok beğenmedim. Ben sizin tarzınızı da çok beğendiğimi söyleyemem. Bunun dışında, bakın sayın Karayalçın şunu söyledi. Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinden hiçbiri 60. maddeyi uygulayarak bir malın ithalatını durdurmadı AB’den dedi. Bu doğru değil, ben AB’den sorumlu olduğum dönemde Yunanistan’dan pamuk ithalatını durdurmuştum. Nedeni de şuydu, Gümrük Birliği düzenlemesinde pamuk, çırçır makinesinden geçirildiği zaman sınai ürün sayılıyor, ama zeytinyağı ne kadar işlenirse işlensin tarım ürün sayılmaya devam ediyor. Ve bizim zeytinyağımıza AB kota uygularken, bırakın Gümrük Birliği vs.yi kota uygularken, biz Yunanistan’ın hem de Kazakistan’dan ithal edip, kendi üretimi gibi gösterip, çırçır makinesinden geçirdiği pamuğu sıfır gümrükle ithal etmek zorunda kalıyorduk ve 60. maddeyi ben uyguladım o zaman hükümetim adına.
İkincisi, şimdi Gümrük Birliği gibi bir düzenleme, eğer sadece ve sadece Avrupa Birliği'nin ve Türkiye’nin karşılıklı ürettikleri ve AB’nin göreli bir üstünlüğe sahip olduğu alanda üretilen malların dolaşımına izin veren, bunun dışında tarım alanında, hizmetler alanında hiçbir işbirliğini ve serbestliği öngörmeyen bir düzenleme, elbette göreli üstünlüğe sahip olan tarafın yani sınai ürünlerde göreli üstünlüğe AB tarafı sahipse, onların işine yarar. Ve bizim için bırakın siyasal açıdan bir handikap olmayı -siyasal açıdan da bir handikap oluşturuyor-, AB zaten Türkiye’den elde etmek istediğini ve varmak istediği noktayı zaten Gümrük Birliği ile sağlamış olduğu için bizimle tam üyeliğe doğru gidecek bir ilişkiyi de ancak çok uzun dönemde belki isterse isteyecek o da kendi kararını verecek ve AB zaten Türkiye ile ilgili böyle bir siyasal kararı oluşturmayı da kendi açısından böyle bir elverişli Gümrük Birliği içinde olduğu için Türkiye ile istediği kadar erteleme avantajına da sahip. Bunları söyleyeyim.
Murat Karayalçın:
Ben de yanıt vermek durumundayım. İktisadi olarak değerlendirme yaptım. Sayın bakan, siyasi değerlendirmeyi de ekleme gereksinmesini duydu. O nedenle, yeni bir yanıt hakkımın veya değerlendirme hakkımın ortaya çıktığını düşünüyorum.
Gümrük Birliği’nin işleyişiyle Türkiye ile AB ile arasındaki dış ticaret açığının birikimli olarak 70 milyar veya 60 milyar değil de 80 milyar dolar olması benim biraz önce yapmış olduğum sayısal değerlendirmenin durumunu değiştirmiyor. 80 milyar dolar olabilir. Ama, sayın Özdemir arkadaşımıza sormuş olduğumuz sorular kapsamında bunun bir ağırlığı yok, 80 milyar da olabilir, 90 milyar da olabilir, bu değerlendirme, genç arkadaşıma yaptığım değerlendirme geçerliliğini korumaktadır. Pamukla ilgili bu uygulamanızı bilmiyordum, kutlarım. Keşke birkaç üründe daha bu yapılabilseydi. Bilgim olmadığı için o şekilde söylemiştim, doğru yapılmış. Çok daha geniş kapsamlı bir biçimde 60. madde işletilebilmeliydi.
Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği'ni başlatmasını siyasi açıdan bir gerileme olarak değerlendirmek bence olanaklı değildir. Sonuçta, Gümrük Birliği AB ile ilişkilerimizdeki tek bağ noktasına gelmiştir. Eğer Gümrük Birliği olmamış olsaydı, Türkiye’nin ben bugünkü adımları atma noktasına gelmesinin de olanaklı olmadığını düşünüyorum. Ayrıca, eğer on yıllık bir müzakere süresi olacaksa önümüzde, Gümrük Birliği'nin gerçekleştirilmiş olmasını müzakere sürecinde Türkiye için çok büyük bir avantaj olacağını düşünüyorum.
Şu eleştiri hep yapılmıştır. Ya hiçbir ülkenin önceden Gümrük Birliği olmamıştır. Ama Türkiye Gümrük Birliği ile bu ilişkiyi başlatmıştır, bu yanlıştır. Aslında bu Ankara Anlaşması'nın ve 73 Ek Protokolü'nün bir gereğidir. Orada öngörülmüştür.
Şükrü Sina Gürel:
Başka gerekleri de vardı, keşke onlar da yerine getirilseydi.
Murat Karayalçın:
Keşke getirilseydi, ben Gümrük Birliği'nden bahsettiğim için başka gereklerine girmedim.
Şükrü Sina Gürel:
Ama yani temel başka gerekleri vardı. Örneğin, serbest dolaşım vardı bunun içinde.
Murat Karayalçın:
Serbest dolaşımı ben yanlış anımsamıyorsam, sayın Ecevit tarafından vazgeçilebilecek bir düzenleme şeklinde dile getirilmiştir. Aslında, belki 80 sonrasına gitmeye de gerek yok, 78 yılında 60. maddenin kullanılarak, ilişkinin dondurulmasının yaratmış olduğu olumsuzluklar yine o çerçevede değerlendirilmelidir. 73 yılında post-Fordist diye adlandırılan bir üretim teknolojisi ortaya çıkmıştır ve AB üyesi ülkeler büyümelerini gerçekleştirmek için artık Türkiye’den işgücü çağırma noktasında olmamışlardır. Başka bir aşamaya gelmişlerdir. 60 işgücü anlaşmalarının AB üyesi ülkelere yüklemiş olduğu yükümlülük, ayrıca işte Ankara Anlaşması'nın bu bağlamda getirdiği yükümlülük o tarihlerde -70’li yıllarda- bu yeni üretim fonksiyonunun devreye girmesi nedeniyle Avrupalılar tarafından çok daha değişik biçimde yorumlanmaya başlanmıştır. Avrupalılar bu yükümlülüklerinden kurtulma arayışı içine girmişlerdir, fırsat beklemeye başlamışlardır. Ve o fırsat 78 yılında ilişkilerin dondurulmasıyla bana göre Avrupalılara verilmiştir. Ondan sonra işgücünün serbest dolaşımı veya öteki konularda Türkiye’nin herhangi bir adım atması, kazanım elde etmesi kendiliğinden ortadan kalkmıştır. Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği ilişkisinin siyasi olarak Türkiye’ye kazandırdıklarını söylüyordum. Bu arada, Türkiye’nin müzakereler sırasında 10 yıl sürecek belki 14 yıl sürecek müzakereler sırasında Gümrük Birliği'ni gerçekleştirmiş olmasının kazanımlarını göreceğini, yaşayacağını söylemiştim.
Tabii, 6 Mart 95 tarihli karar, statik bir karar değil. daha sonra gelen hükümetlerin o tarihte eksik bıraktıkları şeyler varsa, örneğin işgücünün serbest dolaşımı olanaklı idiyse veya hizmetlerin serbest dolaşımı olanaklı idiyse onu da telafi etmeleri söz konusu olabilirdi diye düşünüyorum sayın bakan.
Şule Kut:
Gerçekten saat bakımından zamanımız doldu. Ben bu paneli yönetmeyi kabul ettiğim zaman, bir şartım var demiştim. Ben konuşmayacağım. Olmayacak, çok zor bir durum. Benim de söyleyecek çok şeyim olabilir, farklı düşünebilirim vs. Peki, denmişti bana. Peki, sen konuşma denmişti. Ama ben gerçekten burada farklı düşünüyorum. Tarafsızlık veya taraflılık deyin, gerçekten sizlerden farklı düşünüyorum belki ama sizleri bu kadar kişisel olarak, şahsen yanı başımda dinlemiş olmaktan çok mutluyum. Böylece, geçmişte, bugün ve ileriye yönelik olarak durduğumuz noktaları ve hakikaten Türk’ün Türk’e anlatacağı hâlâ çok şey olduğunu ve farklı şeyler düşünebilmemiz gerektiğini bir kere daha görmüş oldum. Bu imkânı bize TÜSES sağladı. Fakat tabii siz olmasaydınız sayın İnönü, bizim aklımıza bilmiyorum gelir miydi yani AB sürecinde Kıbrıs. Çünkü herkes bu toplantıyı yapıyor, çok da özelliği olmazdı, sizin sayesinde daha özel oldu. Gerçekten size teşekkür borçluyuz. Ben ayrıca sevgili Mehmet’e ve Nilüfer Mete’ye teşekkür ediyorum. Çok güzel bir organizasyondu. Tekrar çok teşekkürler.