Başlama / BitişTarihi:
02.06.2001 / 04.06.2001
Yer:
Bilgi Üniversitesi
2000'li Yıllarda Sosyal Güvenlik Sistemi
PROGRAM
Moderatör: Meryem Koray
Konuşmacılar: Bernd Baron Von Maydell
Kemal Kılıçdaroğlu
Yemek arası
Moderatör: Burhan Şenatalar
Konuşmacılar: Tülay Arın
Bülent Pirler
Özkan Kesgeç
Moderatör: Burhan Şenatalar
Konuşmacılar: Tülay Arın
Bülent Pirler
Özkan Kesgeç
Soru - Cevap bölümü
Burhan Şenatalar:
Bu oturumla ilgili başkanlık görevini yürütmeyi rica ettiğimiz ilk arkadaşımız Ertuğrul Çepni bir işadamıdır, iki gün kala Riyad’a gitmesi gerekmiştir, biz de makul gördük gidip biraz para kazansın, TÜSES’e bağış yapsın diye. Nazımızın geçtiği bir arkadaşı bulduk, Devrim Ulucan. O da iki saat önce telefon açıp rahatsızım gelemiyorum demiş. Bir uğursuzluk gibi bir duygu geldi, sonunda kendimi feda ediyorum.
Toplantımıza üç mesaj gelmişti; Yılmaz Ateş, CHP Merkez Yürütme Kurulu üyesi, teşekkür etmiş, başarılar dilemiş. Aynı şekilde Türkiye Maden İşçileri Sendikası Genel Başkanı Hüseyin Kayabaşı teşekkür etmiş, başarılar dilemiş. Fikri Sağlar, eski Kültür Bakanı, teşekkür etmiş, başarılar dilemiş.
Sayın Tülay Arın, 1977 yılında tanıdığım kürsü arkadaşım, ben o zaman asistandım, Tülay Hanım benim bulunduğum kürsüye Amerika’da doktora yapmış bir kişi olarak geldi. O zamandan beri çok uzun süre aynı akademik camiada bulunduk, aynı zamanda da aynı sivil toplum örgütlerinde bulunduk. Çalışma alanı kamu maliyesi ve etrafında ilişkili çeşitli alanlar. İktisat stratejileri, planlama, iktisadi kalkınma, gelir dağılımı, kadının iktisadi durumu konuları ve gerçekten Türkiye’de gerek demokratikleşme gerek çalışan kesimlerle ilgili konular açısından çok ciddi katkıları olmuş bir arkadaşımız. Bizim de feminizm konusunda ilk terbiye almamıza devamlı uyarılarıyla katkıda bulunmuş bir arkadaşımız.
Tülay Arın:
Bu toplantıya katılmaktan onur duyuyorum. Burhan sabah konuşmasına başlarken, acaba çok da güncel, çok da sıcak bir konu mu diye soruyordu. Hiç kuşkunuz olmasın, evet çok güncel ve çok kritik; bugünlerde uygulanan iktisat politikasının çok önemli bir ayağı sosyal güvenlik politikalarıyla ilişkili. Ve bunu genel çerçevesinden de ayıramayız. Liberalleşme, piyasalaşma, serbestleşme açısından, sosyal önemi bakımından biraz daha geç gelen, ama çok boyutlu olduğu için de çok yakıcı, pek çok konuyu içeren bir alan. Çok kısa zaman içinde temel birkaç soruna değinmek istiyorum. Önce oturumun başlığı ile başlayalım: Sosyal Güvenlik Sistemi. Ben sosyal güvenlik sistemini -konuyu dağıtmak istemiyorum ama- biraz daha geniş ele almak istiyorum. Çünkü bugünkü oturum -sabahki öyleydi, benden sonraki sayın konuşmacılar da öyle bir odak izleyecek- aslında sosyal güvenlik sistemi değil, sosyal sigorta sistemiydi. Dolayısıyla ben sosyal güvenliği daha geniş tanımlamak istiyorum, böyle tartışmalarda bunların çok farklı boyutlarının birbiriyle ilişkisinin kurulması ve bir bütün olarak ele alınmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Elbette sosyal sigorta sistemini bağımsız bir konu olarak tartışabiliriz. Ama sosyal güvenlik sözü işin içine girince ben ukalalık etmek değil ama sosyal güvenliğin gerçek tanımından başlamayı diliyorum.
Şöyle başlayalım. Geçerliliğini yitirdi mi, önemini yitirdi mi, artık devletin bu konuda rolü kalmadı mı, çok mu azaldı sorusuna cevap verebilmek için sosyal güvenliğin ne olduğunu kısaca tanımlayayım. Sosyal güvenlik, insanları, bireyleri objektif hak olarak sosyal risklere karşı koruyan bir sistemdir. Sosyal risk kavramını kullandım, sosyal riskin anlamı da şu: Aslında bireyin kendisinin suçu kabahati olmadan herhangi bir şekilde gelirini kaybettiğinde ona var kalma, yaşama olanağı sağlamanın çok çeşitli yollarını bir arada örgütleyen bir sistem. Şimdi, sosyal sigortaların hangi hakları sağladığından söz edildi. İşsiz kalma, yaşlanma, hasta olma, sakat kalma, iş kazası geçirme, hamile kalma, doğum yapma, ya da çok bireyli aileye sahip olma. Bunlar sosyal risk. Niye? Sanıyorum tartışmanın özü oradan başlıyor. Niye bireylerin kendilerinin yüklenmesi gereken birtakım felaketler veya zorluklar değil de bunlar sosyal risk olarak tanımlanıyor, çünkü sosyal risk olarak tanımlanınca bu risklerden korunma bir sosyal hak oluyor. Sosyal hak olunca da o yükümlülükler sadece bireyin yükümlülüğü sayılmıyor. Bu tür şeylerin sosyal risk sayılmasının nedeni doğrudan doğruya kapitalizmin işleyişi ile ilgili. İnsanın hamile olması niye sosyal risk olsun? Anne olacak. Yaşlanıyor. E, niye sosyal risk olsun? Nedeni şu; bu tür durumların insanları ortada bırakıp var kalmasını tehdit etmesinin nedeni, kapitalizmin en temel özelliği olan emeğin emek gücü olarak ücret karşılığında satılarak var olabilmesi. Bu konuyu çok açabilirim ama açmayacağım. Kapitalizmin iki temel özelliği var, birisi üretimin mübadele amacıyla alınıp satılıp, kâr etme amacıyla yapılması, yani genellenmiş bir meta üretimi. İkinci temel özelliği, belki de daha temel özelliği emeğin kendisinin metalaşmış olması, emek gücü olması. Emek gücünün bir piyasası olması, alınıp satılması, karşılığında bir ücret elde etmesi, alınıp satılamayınca da saf bir meta olarak öbür metalar gibi ortada kalması. Yani karpuzları satamazsınız, bir kıyıya koyarsınız, tamam oradan üreticisi zarar eder, ayrılan kaynaklar telef olur. Depolarsınız maliye çıkar falan. Ama emek gücü dediğimiz şeyin sahibi insan olduğu için onun böyle emek gücünü satamadığı durumda ortada kalması karpuzun ortada kalmasından farklı bir olay. Çünkü sonuçta yaşayacak. Çünkü onu çok uzun süre depolayıp, yeniden üretimi beklesin orada falan diyecek haliniz yok. Bu bence kapitalizmin en önemli çelişkisi. Kapitalizm insanların emek güçlerini satamadıkları durumda -hasta olursa, sakat kalırsa, ana olursa gibi satamadıkları durumda- ortada kalmalarını gerektiriyor. Saf piyasa biçimi bunu gerektiriyor. Bu bence kapitalizmin en büyük çelişkisi. Çünkü, meret oturduğu yerde oturmuyor. Yiyecek içecek, çocuğuna bakacak, yaşlısına bakacak, karpuza benzemiyor.
Nereye gelmek istiyorum? Acaba bu sosyal riskler, kamunun görevleri ortadan kalkar mı? Hayır. Kapitalizmin içkin çelişkisi, bu emek gücünün bir şekilde sadece piyasada ne yaptığına, emeğini satıp satamadığına bağlı olmayarak bir şekilde yaşamasının yollarını bulmayı gerektiriyor. Bu kapitalizmin en büyük çelişkisi. Dolayısıyla kapitalizmde sosyal hak, sosyal risk olur mu, bu kamunun görevi mi değil mi sorusu sadece abes. Dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir döneminde bu kapitalizmin çelişkisi ortadan kalkmamıştır. Çünkü, bir yandan evet kârları artırmak, rekabeti artırmak, emek gücünün verimliliğini artırmak vs. nedeniyle emek gücünü saf meta haline getirmek ve çalışabildiği kadar çalıştığı performansta ücret ödemek, kapitalizmin temelidir. Ama, aynı zamanda bu insanların tümüyle emeklerinin metalaşması da mümkün değildir. Kapitalizm bunu yapamıyor, insan çünkü. O zaman sosyal devlet dediğimiz şey çok doğrudan doğruya kapitalizmin içkin yapısal çelişkisinden doğmuştur. Bu tartışılamaz mı, şöyle tartışılabilir. Bu sosyal haklar sonuçta bu tür bir metalaşma çelişkisinin ne kadar yoğun olduğuna bağlı olarak ya da konjonktürel olarak farklı biçimler alabilir. Daralabilir, genişleyebilir, bir kısım haklar ortadan kaldırılabilir, ama tümüyle ortadan kaldırılamaz. Çünkü gerçekten tanım gereği kapitalizmde insanların bu sosyal riskleri bireysel olarak kaldırmaları mümkün değildir. Evet, geleneksel toplumlarda aileler, komşuluk, köy ilişkileri, cemaat ilişkileri içinde belki bir kısım dayanışma nedeniyle insanlar belli şekillerde, belli kısa dönemler, belli boyutlarıyla var kalabilirler. Ama kapitalizmin bir başka özelliği de insanların başkalarına da uzun boylu bakacak şekilde ücret almasını engelliyor. Kapitalizmin bir başka özelliği de var, toplumu kutuplaştırıyor. Yani, insanların çok büyük bir kısmı ücretli işgücü olarak çalışıyor, çok az sayıda insanın da elinde üretim araçları var. Biliyorsunuz, kapitalizmin en gelişmiş olduğu ülkelerde yüzde 90’ı ücretli, gerisi ücretli değil, farklı gelirleri var belki. Böyle olunca o yüzde 90 nüfusun kendi geliriyle birbirine bakması da son derece zor. Kapitalizmin içkin bir özelliği olarak gerekli mi gereksiz mi gibi bir tartışma tümüyle bütün dünyanın gerçeklerine ayrıca soyutlama düzeyinde kapitalizmin özelliklerine de aykırı. Ama bu konjonktürel olarak ya da dönemsel olarak farklı biçimler alabiliyor. Elbette bu tür sosyal haklar da kendiliğinden ortaya çıkmadı, zaman içinde genişledi. Çok çeşitli nedenleri olabilir ama elbette insanların var kalma sorunları, kapitalizmin ortaya çıkardığı krizlerin sorunları, işsizlik doğurması, yaşlıların ve öyle herkesin artık aile içinde bakılmasının mümkün olmaması, çocukların sadece ailelerin gelirlerine dayanarak yetiştirilmesi gibi olanaklar ortadan kalktığı için çok çeşitli biçimler alabilir. Ama bu işçi sınıfının mücadelesi ile de olmuştur. Bence tarihin kapitalizm içinde en büyük mücadelesi bu tür durumlarda var kalmaya çalışmak mücadelesi de olmuştur. Bunun insancıllıkla da pek ilgisi yoktur, aman sosyal devlet olsun, gelir eşitsizlikleri azalsın falan diyebiliriz ama bu eşitsizliklerin azaltılmasının ötesinde bir var kalma mücadelesidir. Elbette kapitalist ülkelerin gelişmişleri ve az gelişmiş olanları açısından bu durum değişiyor ama şöyle son derece kısa bir biçimde bu sosyal güvencenin ne anlama geldiğini ve hangi mekanizmalarla toplumlarda sağlandığını özetleyeceğim. Sonra Türkiye ile ilgili az gelişmiş bir kapitalist ülke olarak neden daha yoğun çelişkiler taşıdığını söylemeye çalışacağım.
Elbette sosyal koruma ya da sosyal güvence toplumlar içinde bu güvenceleri yaratacak birtakım kıstasları temel alan sosyal koruma programları etrafında örgütlenmiştir. Bu sistem, bir dizi sosyal haklar ve insanların bu sosyal hakları riske düştüğünde, insanları objektif olarak kimsenin birtakım keyfi, idari veya rastgele kıstaslarına bırakmadan, objektif olarak tanınmış durumlar ortaya çıktığında gene objektif ve otomatik olarak o haklara sahip olmasıdır. Bunlar çok boyutlu olduğu için sistem farklı koruma kıstaslarına dayanan birtakım programlar oluşturmuştur. Hem sosyal hakların tanımı, hem bu sosyal haklar ve koruma kıstasları çerçevesinde oluşmuş programların kurumsallaşmış biçimidir sonuçta bu sistem.
Bunun dört tane çok önemli ayağı var: Birincisi istihdam, yani insanlara istihdam yaratmak ki emek güçlerini satabilsinler, bir var kalma geliri elde edebilsinler.
İkincisi sosyal hizmetler, bireylerin kendi başlarına kaldıklarında aslında birtakım çok temel ihtiyaçlarını kendilerinin karşılayamayacağı varsayımıyla, sadece piyasaya kalarak ve ödeme gücüne bağlı olarak bu hizmetler sunulduğunda pek çok insanın bu hizmetleri satın alamayacağı, dolayısıyla sosyal riske maruz kalacağı varsayımı altında sunulmuş hizmetlerdir. Bunların en bilinenleri sağlık hizmetleri, eğitim hizmetleri, gerekirse konut hizmetleri, çevre hizmetleri. Dün 15 bin kişilik bir ilçe boğuluyordu, sosyal risk mi, evet. Üretimin yarattığı ve üretimin sosyal maliyetlerini düşünmeyerek, bacadan çıkan dumanı süzmek için düzgün bir filtre sistemi koymayıp insan hayatını tehdit ederek yaratılan bir sosyal risk. Yani temiz çevre falan gibi, temiz su, neyse, bir yığın hak, bu hizmetleri sosyal olarak özellikle o hizmetlere ulaşamayacak insanlara sunuyorsunuz.
Üçüncüsü sosyal sigorta. Bugün bunun üzerinde odaklanıldı. Sosyal sigortada aslında insanların işgücü piyasasına girme ve orada gösterdiği performansa göre prim ödeyerek elbette bunu işverenle hatta devletin belki katkısıyla paylaşarak, o sosyal riskler ortaya çıktığında işgücü performansına göre, hangi işte ne ücretle, hangi pozisyonda ne kadar yükselerek çalıştığına bağlı olarak prim karşılığı bir havuz oluşturarak, insanları o havuzu kullanarak koruma mekanizmasıdır. Burada elbette sosyal sigortanın temeli ödenen primlerle dönmesidir deniyor. Bu son derece liberal, piyasacı bir yaklaşımdır. Bu bir biçimidir, bunu böyle yaptığınız anda gerçekten insanların piyasada ne yaptığına, ne biçimde metalaşıp ne tür bir ücret aldığına bağlı olarak ödemeler yapılır. Burada sistem, son derece liberal ise şöyle deniyor: Son derece asgari bir yarar sağlar, son derece asgari bir koruma sağlar. İnsanlar daha üst düzeyde koruma isterse buna ek sigorta elde eder. Tersi görüş ise şöyle diyor: Aslında bu sağlanan yararlar, niye toplumsal ortalamanın çok altında olsun ki, toplumsal ortalamaya yakın bir şey olsun, hatta temel gelir denen bir kavram etrafında oluşsun, evet primler iş gücünün ücretine bağlı olarak ödeyebileceği bir yükseklikte olsun, ama gerisi de kamulaştırılsın bu maliyetlerin. Yani bütçeden transfer olsun. Orada, işte bunun ne kadar sosyal koruma, ne kadar bireysel katkılara bağlı koruma olduğu da bu sigorta sisteminin nasıl işlediğine bağlı. Herhangi bir şekilde sırf primlerle ödendiği kadar ödensin deyince, çok büyük bir sosyal havuz var elbette, onun bir yararı var, herkes buna girmek zorunda ama özel sigortadan çok farkı kalmıyor.
Dördüncü boyut, insanlar çalışabilir ya da hiçbir şekilde çalışamayacak durumdadır, ama çalışırken elde ettiği ücret çok düşük olur. Ya da çalışamadığı için hiçbir şekilde sosyal sigorta kesimine giremeyecek insanlar da ortada kalır. Buna yoksulluk diyoruz. Bir sosyal güvenlik sisteminin dördüncü temel programı yoksulluk programıdır. Bu toplumda en kötü yoksulluğa düşen insanları korumak olarak tanımlanabildiği gibi, İsveç ve Kuzey Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, kişinin vatandaşlık hakkı denen temel bir gelir düzeyine -burada toplumun ortalamasına ya da ücretlerin ortalamasına yakın bir gelir düzeyine- ne olursa olsun, ister çalışsın, ister çalışmasın bir vatandaşlık hakkı olarak sahip olması olarak da tanımlanıyor. Elbette kapitalizmde bu uç biçim. Gerçekten emek gücünü neredeyse tümüyle meta olmaktan çıkarıyor ya da meta olma özelliğini çok azaltıyor. Bütün bunlar tartışılmış.
Şunu da ekleyeyim. Biraz da sözünü etmeye çalıştım ama bu sosyal güvenlik sistemleri özellikle Avrupa Birliği'nin ne kadar "sosyal Avrupa" olacağı tartışmaları boyutunda sosyal refah devletlerini karşılaştırmak amacıyla sınıflandırıldı. Bence bu sosyal koruma literatürü ve uygulamalarına çok önemli bir katkıdır. Çünkü "sosyal Avrupa" mı ya da "iktisadi Avrupa" mı, yoksa "siyasi Avrupa" mı tartışmalarında bir kesim bunun sosyal Avrupa olması gerektiği ve bütün Avrupa vatandaşlarının da belli bir düzgün refah devleti koruması altında olmasını savundular. Ne tür refah devletleri var Avrupa’da ve dünyada? AB bunların hangisi temelinde böyle bir asgari standarda, ilkelere ulaşacak? Burada gerçekten hepsinin adı refah devleti olabilir. Türkiye için de bu öyle, sözünü ettiğim istihdamdan sosyal hizmetlere, yoksulluk programlarından sosyal sigorta programlarına kadar hepsi var. Ama bunların bileşimi, bu programların birbirlerine göre ağırlığı ve önemi refah devletlerinin türlerini, modellerini değiştiriyor. Buna refah devletleri rejimleri deniyor. Bir liberal refah devletleri var Amerika, İngiltere’de örneklerinde olduğu gibi; bir kurumlaşmış refah devleti denen bir devlet var Almanya örneğinde olduğu gibi; bir de sosyal refah devleti var ki o da özellikle Kuzey Avrupa ülkelerinin bir kısmında ve İskandinav ülkelerinde gözleniyor. Bir de Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde ya da Avrupa’nın güneyindeki bazı ülkelerde oluşmakta olan refah devletleri var, tam oluşmamış. Yararlar son derece düşük, ama aynı zamanda birtakım uygulamalarda doğrudan objektif hak biçiminde değil, dolaylı, belli ürünlere yönelik, belli bölgelere yönelik, belli iktisadi faaliyetlere yönelik dolaylı birtakım sübvansiyonlar şeklinde oluyor. Elbette tarım sübvansiyonları kastettiğimi de anlıyorsunuz. Tarıma sübvansiyon vermek, insanlara destek vermek değil aslında, ürünlere destek vermek.
Türkiye’deki sosyal sigorta sistemine değinmek istiyorum. Birinci olarak, Türkiye’de artık devletin 1970’lerde Keynesçi iktisat politikalarının da bir gereği olarak uyguladığı tam istihdam politikaları biliyorsunuz genel olarak terk edildi. Hele Türkiye’de özel olarak sanki istihdamı azaltmak için, sanki değil, özel olarak istihdamı azaltmak, liberalleşmek, özelleştirmek, bankaları rasyonelleştirmek gibi bir yığın nedenle işsizlik muazzam artmış durumda. Şu anda bir anlamda depresyondayız. Türkiye’de bunlar değil işsizliği azaltma programları, belki köylüyü tarım kesiminde tutma ama istihdamı daraltma programları oluyor. Biliyorsunuz, sosyal hizmetler, eğitim, sağlık, onlar da özelleştirilsin gibi tartışma içindeler. Yoksulluk programlarımız ise Fak-Fuk-Fon gibi, yeşil kart gibi ya da sosyal yardım gibi ek birtakım şeylerle aslında komik, minimal bile değil, asgari ücretin yüzde 10’u gibi yararlar sağlayan programlar.
En kapsamlısı sosyal sigortalar. Az gelişmiş bir ülke olarak Türkiye’de sosyal sigortalar sistemi şöyle çelişkiler taşıyor. Son derece reel sorunlar bunlar. Ama doğrusu ülkenin özelliklerini düşününce, bugün yapılmaya çalışılan liberalleşme programlarıyla toplumun sadece hiyerarşisini artıran, birtakım insanları da dışlayan bir yöne doğru gidiyor. Sosyal sigortalar sistemi İngiltere veya Almanya’da kurulurken birtakım varsayımlar altında kurulmuş. Bir, sanayileşme sonucu halkın çok geniş kesimleri ücretli, yani kişinin sadece kendisi ücretli değil, anası babası da ücretli çalışmış, çocuğu da ücretli çalışacak, karısı da belki çalışıyor. Bunların hepsi prim ödeyecek, asgari bir düzeyde yarar sağlanacak ondan sonra da daha çok isterlerse özel sandıklara, özel sigortalara gidecekler. Türkiye’de bu varsayımların hiçbirisi geçerli değil. Yani bizim nüfusumuzun çalışabilecek kısmının yarısı falan işgücüne katılıyor. O işgücüne katılanların çok büyük bir kısmı ya da önemli bir kısmı sigorta olmaya uygun alanda çalışmıyor. Üçüncü olarak, sigorta olmaya uygun alanda çalışsa da sigortalı olmuyor. Sadece iki tane rakam vereceğim. Genel olarak Türkiye’de çalışma yaşında olup, çalışabilecek durumda olanların sadece yüzde 22’si sigortalı. Erkekler arasında bu yüzde 38, kadınlar arasında yüzde 6. Kadınlarımızın yüzde 6’sı kendisi, eşinden kocasından, oğlundan bağımsız sigortalı. Yani hiçbir şekilde sosyal vatandaş değil. Çünkü işgücüne doğrudan ücretli olarak katılamadığı için, çalışınca da ücret almadığı için aslında meta, emek gücü meta olarak, işgücü piyasasına bile girmiyor. Dolayısıyla piyasa vatandaşı bile değil. Kadınlarımızın çok büyük bir kısmı böyle. Erkeklerin de bir kısmı meta bile olamamış. Piyasa vatandaşı bile değil. Bir de sosyal vatandaş olması için bunu da kat kat aşması gerekiyor. Böyle bir durumda sosyal sigortalar elbette Türkiye’de yüzde 91 nüfusu kapsıyor diyoruz, nasıl kapsıyor, çalışabilecek insanların istihdamının bu kadar sınırlı veya kayıt dışı kalması, devlet politikalarının üstüne üstlük bunları büsbütün azaltması. Onun üstüne, böyle eşitsiz ve bileşik gelişme bağlamında bir yandan gerçekten sanayi toplumu bile değiliz, zanaat ve ziraat toplumu düzeyinde gelişmişlikle nüfusun büyük bir kısmı yaşıyor. Şimdi siz bunları sigorta etmeye çalışıyorsunuz. O zaman garip bir şey ortaya çıkıyor. Ücretliler, esnaf, zanaatkâr ve bağımsız çalışanlar ve memurlar gibi ayrı ayrı gruplar. Bu toplumun, gerçekten hâlâ öyle daha emek gücünü meta kılamamış toplumun ayrılmaz bir çelişkisi. Şimdi bu insanları sigortaya alıyorsunuz, ama kendisi ile beraber bağımlılığını getiriyor. Mecburen getiriyor, dünyanın hiçbir sigorta sisteminde bağımlıları sigorta dışında bırakıp, sadece kendisi düdük gibi bir tane çalışanı sigorta sistemine alan bir mekanizma yok dünyada. Mutlaka en yakın birinci derecede bağımlıları sigorta ediyor. Türkiye’de bunu deneyince, anası babası ücretli değil, zaten sigortasız, onlar giriyor. Karısı elbette büyük ihtimalle çalışmıyor, çoluğu çocuğu da var. Bunu söylerken, şöyle bir aktif sigortalıların pasif sigortalıları destekleme hesabı, elbette yapılması gereken bir hesap. Ama bunu yaptığınızda iki tane sigortalıya bir tane yararlanan düşüyor diye hesapları yapmak, anlamsız bu demografik yapıda. Ya şunu diyeceksiniz, bu ülke böyle bir sigorta sistemini kaldıramıyor, bırak dağınık kalsın, insanlar zekata mı kalır, cemaate mi kalır, yoksa birtakım zenginlerin aş evine mi kalır, kendi içinde mi halleder, ya da piyasaya kalır, nasıl kalırsa kalsın. Ya da derseniz, bunlara bir tür sosyal güvence sağlayacağız bağımlılarıyla birlikte, o zaman bunu primlerle yapmaya olanak yok. Bunun nesini tartışıyoruz. Mümkün değil. Ve 1991 yılına kadar devlet de hiçbir destek vermeden yürüttü. Birkaç yıldır milli gelirin yüzde biri kadar bir şeyi veriyor. Bunu kalkıp da kara delik olarak tanımlamak, devlet batıyor demek gerçekten ayıp, en hafifiyle ayıp. İkincisi ideolojik bir skandal. Bu olamaz, her şeye ters. O zaman şunu diyeceğiz, bu insanların bağımlılarını atamayacağımıza göre, bunu destekleyecek bir mekanizma geliştirmek lazım. Herhangi bir toplumun birinci görevi ortalama olarak -ortalaması her ne ise- insanlarının var kalmasını yani bu tür sosyal risklerden korunmasını sağlamaktır. Yoksa o zaman ne diyoruz, biz “sosyal damping” yaparız, ücretler ne kadar düşerse düşsün, insanlar ne kadar kayıt dışına çıkarsa çıksın, başlarının çaresine bakarlar, ölürlerse ölürler, ölmezlerse kalan sağlar piyasanındır.
Burhan Şenatalar:
Bülent Pirler, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Genel Sekreteri. Çok genç, olduğundan da genç görünüyor. 1963 Malazgirt doğumlu. Saint Benoit mezunu. 1993 yılında yani sekiz yıl önce TİSK Genel Sekreter Yardımcısı pozisyonuna gelmiş, 1999’tan itibaren TİSK Genel Sekreteri, aynı zamanda Yüksek Hakem Kurulu üyesi, Asgari Ücret Tespit Komisyonu işveren kesimi başkanı ve ILO yönetim kurulu üyeliğine devam ediyor. Bu kadar yoğun işleri arasında çok sayıda makalesi ve iki kitabı yayımlanmış. Konuya hâkim kişilerden biri, gerek kişisel görüşlerini, gerek bir bakıma işveren kesiminin bakış açısını yansıtacağını tahmin ederek sözü kendisine bırakıyorum.
Bülent Pirler:
Biraz farklı açıdan bakarak girmek gerekiyor. Sabahtan beri yapılan konuşmalarda bir ekonomik tahlil, sosyal tahlil, hatta ideolojik tahliller yapılarak girildi konuya. Galiba, sosyal güvenliğe de bir çerçeve zorunluluğu çıktı. O bakımdan genel konulara girerek, ondan sonra sosyal güvenliğe gelmeye çalışacağım. Bir optikten bakmak gerekiyor.
Özellikle kapitalizmin getirdiği klasik üretim teorisi şu anda ne halde? Biraz buna bakalım. Klasik üretim teorisi, zaman birliği, mekân birliği ve ürün birliğine bağlı teorilerdir. Üçü de bitti. Yani, teknolojik gelişmeler, değişim demeyeceğim, dönüşüm bu üç faktörü de bitirdi. Bunlar nedir? Çok basit olarak söylemek gerekirse, artık bir fabrika düdüğüyle işçiler giriyorlar, çalışıyorlar, yine fabrika düdüğü çalıyor, çıkıyorlar, bu kavramlar bitti. Birincisi buna bakmak gerekiyor. Çok net bir biçimde yapısal bir dönüşüm ve değişim yaşanıyor.
İkincisi başka olaylara gitmek gerekiyor. Dünyada artık belirleyici olan, Türkiye küreselleşme lafını pek sevmese de bir gerçek olarak çok net biçimde -küreselleşmenin sonucu olarak- ortaya çıkan başka kavramlar var, biten kavramlarla birlikte ortaya çıkan kavramlar. Birincisi rekabet gücü kavramı. Rekabet gücünün son dönemlerde, eski klasik teoriye göre değiştiğini de görüyoruz. Eskiden gelişmişlerle gelişmemişler arasında rekabet gücü kavgası vardı. Şimdi bu biraz şekil değiştirdi. Şekil değiştirirken, araç değiştirdi, gelişmişlerle gelişmekte olan ülkeler arasında bir rekabet gücü kavgası başladı. Bakın artık, Almanya ile Fransa’nın rekabet gücü kavgası her zaman olabilir, Amerika ile de olabilir ama esas teknolojik değişiklikler, emek yoğun teknolojiler, bunların değişmesi ile birlikte rekabet gücü kavramları değişti. Bizim idealimiz neydi; Almanya ile AB ile rekabet edebileceğimiz koşulları oluşturmak. İlk önce bir gerçeği görelim. Bir Arjantin ya da bir Mağrip ülkesiyle rekabet edebiliyor mu Türkiye, buna bir bakmamız gerekiyor. Rekabet gücü kavramının değiştiğini çok iyi görmemiz gerekiyor. Bu değişirken çok enteresan kavramlar ortaya çıktı. Ekonomik anlamda rekabet olgusu da ortadan kalkıyor yavaş yavaş. Artık gelişmiş olan ülkeler, gelişmekte olan ülkelerde rekabet edebilmek için ekonomik araçlar yerine sosyal araçları ön plana çıkarmaya başladılar. Hatta çok ilginç kavramlar vardır, bunları söyleyenler de işçisever kapitalistler olarak adlandırılmaya başlandılar. Ekonomik anlamda rekabet edilemeyince gelişmekte olan sosyal standartlarını üst seviyeye çekerek, bu rekabet dezavantajını rekabet avantajına çevirmeye çalışıyorlar. Yani bazı kavramları değerlendirirken tek bir optikten değil, öbür optikten de görmek gerekiyor. Türkiye’nin konumuna bakınca, sosyal düzenlemeleri yüksek, ekonomisi zayıf bir ülke ve gelişmişlerle gelişmekte olan ülkeler arasında melez bir ülke. Az gelişmiş ülke kavramını Türkiye için kabul etmiyorum, gelişmişlerle gelişmekte olanlar arasında melez olarak kalmış bir durumda Türkiye, çok enteresan bir konumu var. Uygulama kapsamından bahsetmiyorum. Yasal müeyyidelerin ve getirilen hukuki düzenlemelerin yüksekliğinden bahsediyorum. Kapsama girememesinin nedenlerinin de buna bağlı olduğunu ifade edeceğim daha sonrasında.
Türkiye eskiden hukuki yapıya uygun ekonomik ve sosyal düzenlemeler yapıyordu. Fakat dışa açılma felsefesiyle birlikte, bu bir karardır, içeriye kapalı kalmış bir ülke olabilirdik, ama dışa açıldık, eskiden kapalı ekonominin getirdiği hukuki yapıya uygun ekonomik ve sosyal düzenlemeler, yapısal bir değişime uğruyor. Şimdi şu hale geliyor, ekonomik yapıya uygun hukuki ve sosyal düzenlemeler haline geliyor. Türkiye’nin yaşadığı dönüşümden kaynaklanan hususlar da bu çerçeveler içinde tanımlanabiliyor. Şuna gelmek istiyorum. Yapısal değişim çerçevesinde sosyal güvenlik sistemlerini hangi çerçeveye oturtabiliyoruz. Sabah güzel açıklandı, çok hoş şeyler vardı. Sayın Baron von Maydell’in konuşmasında üç hususu not aldım. Maliyetlerin azaltılması, uluslararası rekabet sağlanması ve primlerin indirilmesi kavramları ortaya çıkıyor bütün bu çerçevede. Ve yeni sistemler ortaya çıkıyor. Şili modelinden bahsedildi. Kamudan uzaklaştırılmış bir sosyal güvenlik modeli, alternatif modeller, birinci model var, ikinci model var, kamu eliyle yürütülen, kamu eliyle zorunlu ihtiyari olarak özel yürütülen, daha sonra tamamen özel olan üç model olarak gelişen kavramlar ortaya çıktı. Bu felsefeye ülkelerin nasıl ve ne kadar adapte olabildiklerine bağlı olarak sosyal güvenlik sistemlerinde de bu dönüşüm yaşanıyor. Belki bu saptamaları yaparak Türkiye’deki sosyal güvenlik sistemine dönmek gerekiyor.
Bir başka faktöre daha dönmek gerekiyor, Türkiye sosyal güvenlik sistemi kapsamında olduğu için.
Türkiye’de sosyal politikalar -bugüne kadar olduğu ve sanıyorum bundan sonra da öyle olacak- en kolay ve popülizme en açık sistemlerdir. Ve bugüne kadar o bu şekilde kullanılmıştır. Sadece siyaset için de söylemiyorum, mesela AB normları deyince, işçi kesimi olsun, işveren kesimi olsun işine gelen yerleri alıyor, işine gelmeyen yerleri yok sayıyor. Bu yanlış. Bugüne kadar bu böyle geldi, ama böyle gitmeyecek. Eğer Türkiye bu dönüşüm sürecini yaşamak istiyorsa, ne işveren kesimi işine gelen yeri alacak, ne işçi kesimi yok sayacak. Türkiye bu noktaya gelip dayanmış durumda.
Türkiye’deki özellikle SSK uygulamalarına değinmek istiyorum. Türkiye’de SSK çok enteresan bir kurum. Belki bir yabancı açısından incelenip ilginç bulunacak bir kurum. İşçi ve işveren primi ödüyor, devlet harcıyor; böyle bir kurum. Özerklikten bahsediliyor. Sayın Maydell üzerinde durdu, özerk kurum olması konusunda. Türkiye’de özerklikten bahsedilirken, en son hazırlanan SSK’nın kurum, kuruluş kanununa dönmek gerekiyor. Özerklikten bahsediyor ve özellikle başkanlık adı altında özerk müessese ve hatta başkanlık şeklinde yapılandırmada nasıl amaçlandığını şöyle ifade ediyor. Tek cümledir, hizmette birlik ve aynı zamanda özerklik anlayışı. Düşünün, Türkiye’de bütçesi devlet bütçesinden sonra en büyük ikinci kurumdan bahsediyoruz. Ve, hakikaten yönetilmesinde şöyledir böyledir, ama en azından şu son hazırlanan kanunla ilgili bir şeyler söylemek ihtiyacı duyuyorum. Taslak Meclis'te ve biz işçi ve işveren kesimleri olarak henüz bu taslağı elde edemiyoruz, alamıyoruz. Ben bunu her yerde rahatlıkla söylüyorum. Alamıyoruz. Taslakta ne gibi düzenlemeler var, öğrenmekte bile zorluk çekiyoruz.
Mesela, özerklikten bahsediliyor, şöyle sağlanıyor. Beş tane kamudan yönetici, üç tane işçi, işveren ve emeklilerin temsilcileri. Oylamayı da bir kenara bırakın, atanmışlarla seçilmişler arasındaki rakam farkını görün. Sayın Kılıçdaroğlu, işçi ve işverenler fren görevi görmeli diyor. Böyle bir yapı içinde nasıl fren görevi yapacaklar, lütfen siz açıklayın bana. Siz her karara muhalif kalarak, fren görevi yapmayı düşünüyorsanız, böyle bir şey yok. Özerk yapının gereği olarak nasıl bir yapı gerekiyorsa bu SSK için oluşturulmalı. Birinci unsur bu.
İkincisi koskoca bir kurum, denetim kurulu yok. Bunu anlamak mümkün değil. Kurulmak da istenmiyor. Niye, bilmiyoruz. Türkiye’de ilk defa işçi de işveren de ortak taslak hazırlayıp götürüyorlar bakanlığa. Taslakta son halinde var mı bilmiyorum, en azından bütçe plana geldiği halinde birkaç husus vardı. Devletin nasıl bu konuda daha yetkin hale gelmesi, nasıl otoritesini daha etkin kullanması anlamında. Mesela taslağın bazı yerlerinde, kurum gayrimenkullerinin, bakanlık tarafından, bakanlık ve bağlı kuruluşlar tarafından bedelsiz devri öngörülüyor. Biz buna açık söylemek gerekirse, Ekonomik Sosyal Konsey de dahil olmak üzere avaz avaz bağırdık. Yani, böyle bir şeyi kabul edemiyoruz, işveren kesimi olarak. Bu kadar anlamsız bir şey düşünemiyoruz. Bu geçti mi geçmedi mi bilmiyorum son taslakta. Ayrıca, bakanlığın ve bağlı kuruluşların katıldıkları toplantılar, seminerler falan bütün harcamalar kurumun kaynaklarından kurum tarafından karşılanacak deniliyor. Böyle bir şeyi algılayamıyorum. Bakanlık ayrı bir şeydir. SSK’nın kaynaklarına bu kadar pervasızca el atılmaması gerekir.
Bizim üzerinde çok durduğumuz üçüncü bir unsur, yerli ve yabancı sosyal güvenlik kuruluşlarınca yapılan bir ihaleyi, diğer bir kuruluşun ihale yapmaksızın devralması. Ucu nereye kadar gider anlatmayayım. Ama o kadar açık bir hüküm ki. Diyelim BAĞKUR’da yapılmış uluslararası bir ihalede, bu rakam 600 bin dolar da olabilir, SSK otomatik olarak o ihaleyi aynen geçerli kabul ediyor. Bu tip uygulamaları anlamak mümkün değil.
Karşı çıktığımız hususlar bunlar. Bunlar çok önemli unsurlar. Ama sayacak olursak, yaklaşık 50 tane yapısal değişikliğe ilişkin husustan bahsedebilirim. SSK’dan bahsederken, öbür sosyal güvenlik kurumlarının da bunlardan çok farklı olmadığını söyleyeyim. Yani, burada alınacak önlemlerin öbür iki sosyal güvenlik kuruluşu içinde hemen hemen aynı paralellikte olduğunu söylemek istiyorum.
Bir noktaya daha gelmek istiyorum. Sayın Maydell, ekonomik verimlilik ile prim yüksekliği arasında ilişki yok dedi. Gelişmiş ülkeler anlamında olabilir, ama kayıt dışı sektörü gerçekten yüksek olan bir ülkede ücret gelirleri olsun, diğer gelirler anlamında GSMH’da kişi başına düşen gelir 3 bin dolar olan bir ülkede primlerin yükseltilmesi 30 bin dolarlık bir ülkedeki aynı etkiyi yaratmaz. Kayıt dışı sektöre fevkalade şekilde kaçışı hızlandırır. Bir tane rakam vereyim, sosyal güvenlikte reform denildi, 4447 sayılı Yasa çıkarıldı. Burada yaşın 58-60’a çıkartılması gibi tartışmalar içerisinde çok farklı şeyler geldi. Bu 58-60 yaş tartışmaları nedeniyle güme gitti, esas önemliler onlardı. 58-60 işin bir rasyonel boyutuydu esasında. Ama tartışmalar arasında o ön plana çıkınca, arkasındaki pek çok şey yitip gitti.
4447 sayılı Yasa çıktığında, SSK primindeki taban rakamı yüzde 85’ler civarına, tavan rakamı yüzde 630’lar civarında arttı. Bir buçuk, iki yıllık bir süreçte. O dönemdeki, aynı döneme ilişkin enflasyon yüzde 91. Burada sorular da sorulduğunda niye kayıt dışı sektöre kaçış oluyor deniyor. Başlıca nedenleri, yüzde 90’lık bir enflasyonun yaşandığı bir yerde yüzde 630’lara varan prim artışlarıdır. Bunun mantıklı bir izah tarzını yapabilecek bir iktisatçı, hukukçu kim varsa konuşalım. Yok, işte bu öyle yok olan bir felsefe, başka yoklukları getiriyor. İşte kayıt dışı sektörlere kaçışı getiriyor, diğer faktörleri getiriyor.
Bir de kayıt dışından bahsederken biraz dikkatli olmak lazım. Hemen yasal tedbirler alınmalı, üstüne gidilmeli, çözülmeli, hayır böyle çözülemez. Bir kere şuna bakmalı, kayıt dışı sektörü ne yarattı ve ne yaratıyor? Eğer bunları iyi görmezsek, ondan sonra alacağımız tedbirler havanda su dövmekten ibaret olur, hatta başka kesimleri daha çok ürkütür, daha farklı kaçışlar olur. Türkiye’de de son dönemlerde yaşanan başka şeyler oldu. Yani, işte mali anlamda çok sıkı alacağınız tedbirlerin Türkiye’de kayıt dışı sektörü büyüttüğünü ve Türkiye’den para kaçışını ne kadar hızlandırdığını gördük. Bunun için kayıt dışı sektöre yaklaşırken, birazcık itidalli yaklaşmak gerek. Bunu bir faktör olarak söyleyeyim.
Kayıt dışı sektörden bahsederken, savunduğum için değil, alınacak tedbirlerin hızı ve şiddeti konusunda bir yorum yapmak için söylüyorum. Kesinlikle, hele TİSK olarak, kayıt dışı sektörün bir an önce bitirilmesi gerektiğinin altını çizerek vurguluyorum. Ancak, burada kayıt dışı sektörün başka fonksiyonlarının olduğunu da unutmamak gerek. Kayıt dışı sektörün özellikle istihdam anlamında bir tampon olduğunu söyleyebiliriz, başka konularda da tampondur. Onun için yaklaşırken, gerekçelerini çok iyi görerek yaklaşmak gerek. Onun için tepeden inme kararlarla, cezalarla, şunlarla bunlarla kayıt dışı sektörün önlenemeyeceğini söyleyeyim. Sonucunda ekonomik hadise ekonomik tedbirlerle çözülür, hukuki tedbirlerle değil. Ekonomik yapıya uygun ekonomik düzenlemeler gerekiyor. Artık hukuka uygun ekonomik ve sosyal yapı Türkiye’de de kalktı.
Son olarak başka unsurlardan bahsetmek istiyorum. Birincisi SSK verilerine kesimler arasında ulaşılabiliyor mu? Biz ulaşamıyoruz. Bütçesel büyüklükler anlamında bahsediyorum. Açıklardan bahsediliyor, SSK primleri yüzde 40 artırılmasaydı 4 katrilyonluk açık olurdu deniyor. Vardır bir hesabı ama başka şeylere bakmak lazım. Bu SSK giderleri içerisinde emekli ödemeleri yüzdesi kaçtır, sağlık harcamaları yüzdesi kaçtır, bilemiyorum, bulamadım da. Yatırımların yüzdesi kaçtır? Şimdi bütün Türkiye tasarruf derken, SSK çok hovardaca harcama yapabilir mi? SSK için bu yıl içerisinde 4 katrilyonluk bir açık öngörülüyorsa, o zaman SSK’nın da kendi içinde bazı tasarruflara gitmesi gerekiyor. SSK’nın otomasyona geçmesi fevkalade önemli ama krizin yaşandığı bir dönemde, rakamı da çok iyi bilmiyorum ama 600 bin dolarlık bir ihaleye gidilmesi anlamlı mı değil mi, oturun siz karar verin. Yanlış buluyoruz. Bu büyük bir kaynak Türkiye açısından. Bu krizi atlatırsınız, ondan sonra bunun devamı gelir diye düşünüyoruz. Yani, bu dönemde SSK’nın da kendi içinde tasarrufa gitmesi fevkalade büyük zorunluluk. İşçi ve işverenden kesilen primler bu kadar yükselirken SSK’nın hiçbir tasarruf önlemini şu ana kadar görmüş değiliz. Ve bunu da yadırgıyoruz.
Burhan Şenatalar:
Sıra bu grubun son konuşmacısı sayın Özcan Kesgeç'te. Oldukça uzun süreden beri Sosyal-İş Sendikası Genel Başkanı ve oturumun da en sakıncalı konuşmacısı. 1959 yılında Kuleli Askeri Lisesi'ne girip, 1963 yılında mezun olmuş. 20-21 Mayıs 1963 olayları nedeniyle Harp Okulu'ndan 1453 öğrenci ile birlikte uzaklaştırılmış. Bugün herhalde emekli orgeneral falan olacaktınız. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne girmiş, 1969 yılında mezun olmuş. 1967 yılından itibaren de SSK’da çalışmaya başlamış, 1969’da Sosyal-İş Genel Sekreterliğine gelmiş, 1972 yılında Genel Başkanlığa gelmiş. 70’li yıllarda Özcan Kesgeç ve Sosyal-İş kelimeleri özdeş gibi kullanılırdı. 1973 yılında CHP İşçi Büroları Genel Sekreterliğine gelmiş. Ardından SSK Müdürler Kurulu üyeliğine gelmiş; işçilerin, kurum çalışanlarının oylarıyla ve sendika adayı olarak. DİSK Başkan Vekilliği yapmış, 1975 yılında ikinci TİP’in kurucuları arasında yer alıp, Merkez Yönetim Kurulu üyesi olmuş 1980 yılına kadar. Şimdi Türkiye açısından, hepimiz açısından acıklı kısmı geliyor. 1980 yılında DİSK ve bağlı sendika yöneticileriyle birlikte gözaltına alındı, 5 yıl tutuklu kaldı -korkunç, bir kelime tutuklu kalma- ve beraat etti. Bu nasıl bir sosyal güvenlikten bahsettiğimizi biraz aydınlatan bir ifade. Ben bunu okurken bu 5 yıla inanamadım ama baskı hatası falan değil. 8-10 ay önce bir başka panel yapıyorduk, konuşmacılarımız Uğur Alacakaptan, Ahmet İsvan, Süleyman Çelebi. Onların da biyografileri vardı, oturumu açıyordum, hepsi hapiste yatmış, bizde konuşmacı olmak için hapiste yatmak bir avantaj oluyor. Gerçekten, DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerinin içeride yattığı sürenin toplamı 2000 yıl ediyor diye biliyorum ben. Şimdi, bazen bazı kişiler diyor ya, haklar yukarıdan verildi, mücadele edilmedi diye. O gibi ifadeleri çok temkinli kullanmak lazım, mücadele edip çok ağır bedel ödeyen birçok insan var. Bu saatten sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin en azından bir özür dilemesi lazım, 5 yıl boşuna yatırdığı insanlardan. Daha yaşlı olanlardan bazıları sonsuzluğa göçtüler. O insanlardan özür dileme şansı yok. Sayın Kesgeç, Sayın Nebioğlu burada, başka arkadaşlarımıza da bu özverileri ve çektikleri çile dolayısıyla duyduğumuz saygıyı dile getirmek istiyoruz. Bu saygıyı bütün diğer arkadaşlara da beslemekte olduğumuzu ifade etmek istiyoruz.
Özcan Kesgeç:
Teşekkür ederim. Sosyal güvenlik konusunda, özellikle ülkemiz açısından yapılan tartışmalar bakımından, son derece tehlikeli gördüğüm, son derece yanlış bulduğum bir yaklaşıma işaret ederek başlamak istiyorum. Gerçi, sayın Arın Hoca önemli ölçüde benim bu konuda söylemek istediklerime değindi.
Birisi şu, son zamanlarda Türkiye’de sosyal güvenlik sadece emeklilik ve sağlık hizmetlerine indirgenen, bunun yalnızca finansman yönünü öne çıkaran ve sosyal sigortalar düzleminde olayı ortaya koyan, bunu koyarken de sosyal tarafını kapatarak, ticari sigorta tekniği imiş gibi olayı vurgulayan bir tartışma yapılmaya veya yaptırılmaya çalışılıyor. Oysa, sosyal devlet, refah devleti kavramları, bunların tarihsel gelişimi, sosyal güvenliğin çıkışı ve kavramlarla olan iç içeliği bir arada düşünülmeden kısaca sosyal güvenliğin bir sosyal politika alanı olduğu, bu yönüyle siyasal ve ideolojik boyutu bulunduğu; yine sosyal güvenliğin, sosyal politikanın en somut alanı olduğu göz ardı edilerek ve bu yan ortadan kaldırılarak yapılacak tartışmalar kuşkusuz sosyal güvenlik tartışması olmaktan uzaklaşıyor. Bir diğer nokta, yine bu tartışmalar yapılırken, fert başına düşen milli geliri 3 bin dolar civarında olan bir ülke koşulları değil, fert başına düşen milli geliri 25-30 bin dolar olan ülkelerin sosyal güvenlik sistemlerinin sorunları sanki birebir özdeşmişçesine ortaya konularak tartışılmaya çalışılıyor, bu da son derece yanıltıcı, konunun kuramsal yanını gözlerden uzak tutan bir tartışma ortamı yaratıyor.
Unutmamak gerekir ki üretim süreçlerinde ne denli değişiklik olursa olsun sosyal güvenlik her şeyden önce insanın yaşamındaki tüm güçlüklere karşı onu koruma altına alan bir toplumsal projedir. Bu yönüyle de bilindiği gibi sosyal güvenlik, sosyal haklar, ekonomik haklar içerisinde yer alır. Yine bu anlamda dünyada da Türkiye’de de özellikle sosyal güvenliği ekonomik hak olmaktan çıkaran, ekonomik özgürlükler alanına iten bir yaklaşım egemen olmaya veya egemenleştirilmeye çalışılıyor. Ekonomik haklar bireyin toplumdan alacaklı olduğu haklardır. Ekonomik özgürlükler, ekonomik haklardan farklıdır. Ekonomik haklara kamunun olumlu müdahalesi gerekir. Ekonomik özgürlüklere ise hiç karışmamak gerekir. Bu anlamda sosyal güvenlik ekonomik haklardan olduğu için ekonomik özgürlükler alanında tartışılamaz ve tartışılmamalı. Zaten o alanda tartıştığınız zaman parası olanın parası olduğu kadar sosyal güvenliğe ve sigortaya sahip olabileceği bir düzenlemeyi savunmuş olursunuz.
Yine burada buna bağlı olarak söylemek gerekir, gerçekten sosyal güvenlik kuruluşlarının finansman sorunlarından kara delik, açık diye söz etmek anlaşılır gibi değildir. Kuşkusuz sosyal güvenlik kuruluşlarının yani sosyal sigortanın kendi topladığı katkılarla, primlerle kendi işlevlerini en iyi biçimde yapabilmesi istenilen, olursa çok sevinilen bir durumdur. Ama bu olmayabilir. Bunun olmamasında ne garipsenecek bir durum vardır, ne yadırganacak bir durum vardır. Çünkü SSK açısından kamunun bu alana katkısı vazgeçilemez ve kaçınılmazdır. Çünkü SSK bireysel sigorta gibi tek tek bireylerin sigortalandığı bir alanın adı değildir. Bir sigortalı kendi bağımlılarıyla birlikte bizim ülkemiz koşullarında ortalama dört, dört buçuk kişiyi sosyal güvenlik şemsiyesi altına almış olur. Zaten ticari sigortayı sosyal sigortadan ayıran en önemli özelliklerden biri de budur.
Zihniyeti anlatmak bakımından, Türkiye çok acı bir tablo yaşamakta. Sosyal Güvenlik Bakanı boy boy afişlerle bütçeden geçen yıl sosyal sigortalara 2 bin lira ayrılıyordu, bu yıl 500 liraya indirdik diyerek övünebilmektedir. Şimdi, bu anlayışın egemen olduğu bir ülkede, sosyal güvenliğin ekonomik hak olmaktan çıkarılmasının ciddi alt hazırlıkları yapıldığına dikkat çekmek isterim. Bu anlaşılır bir şey değil. Eskiden anlatılırdı, Maarif Nazırının, “Okullar olmasa maarifi nasıl güzel idare ederdim,” demesi gibi bir şey. Sosyal güvenlik kuruluşları olmasa hazineden hiçbir şey ayırma gereği duyulmaz, gayet iyi de idare ederiz.
Bize yıllar yılı ne hikmetse, ulaşılabilir kaynaklar, toplanabilir kaynaklar, hep tanrı buyruğu gibi, değişmez gibi anlatılmaya çalışılır. Oysa bunlar böyle değil. Transferlerin nereye nasıl yapılacağını karar veren siyasal mekanizmalardır. Bunlar politik ve ideolojik tercihlerin ürünüdür. Bunlarda siz ne kadar yer alabilirseniz, erişilebilir kaynakların hem toplanmasında hem dağıtılmasında o denli etkili olup karar verebilirsiniz.
Diğer bir nokta, ne yazık ki özellikle 1980’den sonra işçi sendikaları dahil, bizler dahil, Türkiye’de sol siyasal partiler dahil, ciddi bir sosyal güvenlik politikasının olmayışıdır. Gerçekten böyle ciddi bir sosyal güvenlik politikası yoktur. Bu bakımdan bu ve benzeri toplantıların önemi çok büyüktür. Sırf bunun için TÜSES’e teşekkür borçlu olduğumu ifade etmek isterim. Artık Türkiye’de biz işçiler de bazı şeyleri öğrendik, biliyoruz; yutmuyoruz artık. Serbest piyasa hükümetler müdahale etmesin der; Türkiye’de sermaye hâlâ hükümetlerin müdahalesini istiyor, ama müdahalenin yönü farklı olsun istiyor. Yoksa, müdahaleden vazgeçtiği yok. Yani ufacık son kriz dönemindeki tabloya bakın, Türkiye Odalar Borsalar Birliği müdahale talepleriyle her gün hükümetin kapısında. Şimdi ben bunu yadırgamıyorum.
Biraz sonra asıl Türkiye’de sosyal güvenlik kuruluşlarının özellikle sosyal sigortaların kurumsal yapılanması konusundaki düşüncelerimi ifade etmeye çalışacağım.
Türkiye’de sosyal sigortaların tarihi bir anlamda Türkiye kapitalistleşmesinin tarihidir. Türkiye’deki SSK tarihini Türkiye’deki sermaye birikimi tarihi diye de söyleyebilirsiniz. Pek çok benzer kuruluşlarda da olduğu gibi. Bizim gibi ülkelerde sermaye nasıl birikecek, sömürgelerimiz yok ki. Kendi içimizi sömüreceğiz. SSK’nın tarihi de bununla eş aslında. 45 yılında çıkarılan 4792 sayılı Kanun, kuruluş yasası var, İşçi Sigortası Kurumu diye. Ben şahsen bu yasayı arıyorum bugün. Aradığımız kurumsal yapılanma düzenlemesinde çok sevindirici bir nokta ki biz Türk-İş’le anlaşamıyoruz ama TİSK’le yüzde 90 örtüşüyoruz. Bu yasa taslakları üzerinde yaptığımız çalışmalarda bunu somut olarak gördük. Sayın Kılıçdaroğlu’nun genel müdür olduğu dönemde başladı, sonra Kemal Oktar ile devam etti ve çok ciddi çalışmalar yaptık. Sayın Yaşar Okuyan -hani işçi işveren anlaşsın biz bunları hallederiz diyen- onları bir tarafa attı, 610 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname ile bir ucube çıktı. Biraz sonra o ucubeye değineceğim. SSK işçi sigortası olarak kurulduğu zaman, gerekçesi gerçekten bugünkü çağcıl anlamıyla sosyal güvenliğin kurumsal yapısını içeriyor, gerçekten özerk, gerçekten siyasi iktidarların vesayetinden uzak, gerçekten kurumu oluşturan işçi ve işverenlerin ve üniversitelerin, bilim adamlarının yönetiminde ibra yetkisi olan, seçimle gelen yönetimde çoğunlukta olduğu, denetleme kurullarının bulunduğu bir genel kurul yapısıyla bütünleşmiş bir işçi sigortaları kurumuydu. Biriken bu paralar siyasal iktidarın iştahını açıyor, yalnız siyasal iktidarın değil, siyasal iktidarın şemsiyesi altında sermayenin de -o dönemde birbirinden ayırmanın manası yok-. Kurum fonları bugün Eximbank olarak faaliyette bulunan Kalkınma Bankası kanalıyla yok denecek faizlerle devlet tahvillerine ve o yolla sermayeye kredi olarak veriliyor. Bugünkü rakamlarla bunun tutarı 20 milyar dolardır. Bir sosyal güvenlik kuruluşunun fonları, geçmişinde böyle değerlendirildi. Şimdi de sıfır faizle değerlendiriliyor. Çuvaldızı bir de kendimize batıralım. Bununla kalmadı. Sus payı olarak işçilere de konut kooperatifleri yoluyla sosyal güvenlik kuruluşundan faizsiz bedava konut kredileri verildi. Bunların çok önemli bir kısmı da geriye dönmedi. Konut kredileriyle ilgili kısım, Emlak ve İnşaat Dairesi yeni yapılanmaya gitti, bölgelerde bilmem ne yaptı, hiç görevi olmayan birimler oluşturarak ayrıca bir cari harcamalar kanalı açtı. 1992 yılına kadar, bütün bunlara rağmen, Sosyal Sigortalar Kurumu hazineden bir tek kuruş almaksızın, işlevini reel rakamlara vurduğunuzda gerek emekli maaşı gerek diğer hizmetler bakımından bugünkünden kat be kat daha iyi, üst noktada rakamlarla sürdürdü. Bütün bunlara rağmen. Gerçekten Türkiye hem genç bir nüfusa sahip, ama 38 yaşında emeklilik falan onlar palavra, hukuken mümkün ama fiilen kuruma herhangi bir yük getiren bir şey değil. Hukuken bile savunulur mu, savunulmaz. Ama o başka bir şey. Ama bunun kurumu batırıcı, finansmanını açık hale getiren bir fonksiyonu falan yok. Bunlar doğru şeyler değil. Bu giderek katmerlenerek bugüne kadar geldi. Bugün kurumun hazineden aldığı, SSK anlamında söylüyorum, paraların önemli bir kısmı zaten kurumun kendi alacaklarıdır. Avrupa Birliği ülkeleri veya OECD ülkeleri standardında, işçi işveren prim katkısı gibi devlet prim katkısı olmuş olsaydı, şu anda hazineden SSK’ya aktarılan para yine devede kulak kalırdı onun yanında. Belki o zaman finansman meselesinden bile söz edilmeyecekti. Ama, 4447’de, çıkarılmaya uğraşılan yasada bile ne hikmetse, hükümet, siyasal iktidar, hâlâ sürekli hükümet katkısının sosyal güvenliğe yapılmasına karşı çıkıyor.
Sosyal Sigortalar Kurumu ile bitmiyor sosyal güvenlik meselesi. Hiç bilinmeyen, üzerinde durulmayan, sosyal güvenlik denince sadece sosyal sigorta anlaşıldığı için bizim aradığımız zaman bulmakta zorluk çekeceğimiz sosyal yardım oluşumlarımız var, yasayla oluşturulmuş. Çok önemli sayıda. Nasıl işler, kime ne yapılır kolay kolay bilmek mümkün değil. Ben tespit edebildiklerimi okuyayım. Primsiz sosyal güvenlik kategorisi içinde yer alanlar, mesela 4109 sayılı muhtaç asker ailelerini destekleme, istiklal madalyası almış olanlara yardımı amaçlayan 25 sayılı Yasa, 3292 sayılı vatani hizmet tertibinden kişilere ve ailelerine yardım yasası, 2330 sayılı güven ve asayiş sağlarken ölen ve sakatlananlara yardım, 2022 sayılı 65 yaş ve üzerindekilere maaş bağlanması yasası, 3713 sayılı terörle mücadele edenleri korumaya yönelik yardım yasası, 168 sayılı yabancı ülkelerde Türk kültürüne hizmet edenlere yardım yasası, 2629 sayılı Türk Silahlı Kuvvetlerinde görevli bazı personele yardımı amaçlayan yasa, 3294 sayılı fakir yurttaşlara yardım yasası, 3320 sayılı konut edindirmeye yönelik yasa, 3580 sayılı öğretmenliği destekleyen yasa, 2022 sayılı muhtaç, çocuk, sakat ve yaşlılara sosyal hizmet vermeyi amaçlayan bir yasa, 3359 sayılı sağlık hizmetlerine ilişkin bir yardım yasası, 3816 sayılı ödeme gücü olmayanlara yeşil kart, bunlar gibi daha pek çok. Bir de Türkiye’de vakıflar yoluyla yapılan sosyal yardımlar vardır. Bu sosyal yardım kuruluşları da koordine edilebilmeli ve işler hale getirilerek, sosyal güvenliğin gerçek anlamda tamamlayıcı unsuru olarak yerini almalıdır. Bunların tamamlayıcı unsur olarak yerini alması sosyal güvenlikte özellikle primli sigorta sistemlerinde maliyet hesaplarının yeniden gözden geçirilmesine katkı sağlayabilecektir.
En büyük sosyal güvenlik kuruluşu olan Sosyal Sigortalar Kurumu, bugün çıkartılmasında ısrar edilen yasa ile etkin ve yetkin bir sosyal güvenlik sosyal sigorta kuruluşu olmaktan kesinlikle daha da uzaklaştırılmış olacaktır. Aslında bu kanun hükmündeki kararnameye dayalı yasa Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilmiş, yenisi çıkartılması için belli bir süre verilmiştir. Buna rağmen iptal edilmiş kanun hükmündeki kararnamede öngörülen her şey, siyasal iktidarca sanki yasa var ve normal şartlarda yürürlükteymiş gibi uygulanmaktadır. Bu getirilenlerle bile SSK Çalışma Bakanlığı'nın bir kuruluşu olmamasına rağmen, hastanelerde falan bütün tabelalar değişti. İlk kez Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Sağlık İşleri Genel Müdürlüğü, Sağlık Sigortası Genel Müdürlüğü, Göztepe Eğitim Hastanesi, Samatya Hastanesi, Okmeydanı Hastanesi gibi, işte Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı, Köy İşleri Bakanlığı, İl Müdürlüğü gibi tabelalar düzenlemekte. Bu yasaya bile aykırı bunlar ama niyeti göstermesi bakımından son derece önemli. Tabela değişiklikleriyle harcanan paralar ne kadar tutmaktadır, tasarruf ediyoruz ya, onu da bir hesaplamak gerekir. Hani demişler ya siz içeriden, biz dışarıdan bu ülkeyi batıramadık diye, bu Sosyal Sigortalar Kurumu da ona benzer hale geldi.
Sosyal Sigortalar Kurumu’na ve sosyal güvenliğe devlet ne yapacağını değil, ne yapmayacağını bildirme noktasına mutlaka çekilmek zorundadır. Gerçekten bu kuruluşlar özerk, gerçekten bu kuruluşlar sosyal tarafların yönetiminde, gerçekten profesyonellerce yönetilen sosyal güvenlik kuruluşları haline gelmedikçe sorun çözülmez, niyet gerçekten bunları bu hale getirmekse bu yanlışlardan mutlaka geri dönülmek zorundadır. Sosyal güvenliğin bir sosyal politika alanı olduğu, onun da en gelişmiş üst alanı olduğu unutulmamalıdır.
SORU - CEVAP BÖLÜMÜ
Soru / Asalettin Aslanoğlu – DİSK Tekstil İşçileri Sendikası Eğitim Bölümü:
Sayın Pirler, gelişmiş ülkeler rekabette sosyal araçları kullanıyor ve bunu zorluyorlar. Diyorsunuz ki artık bizim gibi ülkelerle rekabet edebilmek için sosyal araçları zorluyorlar. İşçi ücretlerinin yükseltilmesi vs. konularında bizleri sıkıştırıyorlar, rekabet şansımızı azaltmak istiyorlar demek istiyorsunuz sanıyorum. Biraz açar mısınız?
Yine AB normları denince, işçi ve işveren tarafı işine geleni alıyor, gelmeyeni almıyor diyorsunuz. Bu konuyu da açmanızı rica ediyorum.
SSK’ya parayı biz ödüyoruz, devlet kullanıyor dediniz ama Özcan Bey aslında paranın nereye gittiğini güzel bir şekilde ifade etti. Aynı fikirde misiniz, onu merak ediyorum.
Kayıt dışına daha itidalli yaklaşmak gerek diyorsunuz, başka sorunlar çıkar diyorsunuz, ne gibi sorunlar çıkar, işveren tarafının görüşünü biraz daha net koyar mısınız?
Ekonomik hadise, ekonomik önlemlerle çözülmelidir, hukuk ekonomiye uygun hale getirilmelidir diyorsunuz, dil sürçmesi mi diye merak ettim.
Bir de işveren sendikasının ve TÜSİAD’ın raporları hep siyasal ve kültürel alanları ilgilendiren konularda hazırlanıyor. Bunu yapmak kolay mı oluyor, neden sosyal konulara ilişkin raporlar ve çözüm önerileri gelmiyor diye merak ediyorum.
Soru / Sabiha Çaycı:
Sorum Tülay Arın’a ve konuk konuşmacı da yanıt verebilir. Avrupa’da yeni bir liberal akım var, bu akımı daha çok sermaye çevreleri destekliyorlar. Siz sosyal devletin görevleri arasında sosyal hizmetler var demiştiniz. En çok destekleyen akım bu, kadınların mümkün olduğu kadar işgücünü sosyal hizmetlere kaydırmak gibi bir görüş, yani aktif ekonomiden kadın işgücünü çekmek şeklinde. Halbuki Avrupa’da durum böyleyken, Kuzey Avrupa ülkelerinde tamamen farklı. Orada da kadın işgücünü hemen hemen her iş kolunda eşit düzeye getirmek için çaba sarf ediyorlar. Örneğin, enformasyonda, bilişim teknolojisinde kadının daha az ilgi duyduğunu görürlerse, kurs dahi verdiriyorlar ki o sektörde de kadın-erkek işgücü eşitlensin. Onun için bu konulardaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum. Sosyalist sistemde kadın erkek emeği farklı değerlendirilmez ama kapitalist sistem böyle yeni yeni akımlarla destekleyerek kadını aktif ekonomiden çekmeye çalışıyor gibi görüşler de var. Yabancı konuğumuz da yanıt verebilirler, bu görüşüm doğru mu, böyle bir görüş var mı, yaygın mı? Teşekkür ederim.
Soru:
Uzun süre önce bir toplantınızda konuşmak için izin almıştım, tam konuşmaya başlarken, konuşma acemiliğim yüzünden yanlış laflar ettim. Aslında ben konuşmayı hiç sevmedim, konuşmak hastalıktır. Ama bugün Özcan Kesgeç çok güzel, doğru ve yerinde öyle şeyler söyledi ki, bir süre önce Petrol-İş toplantısında İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı’nın da bulunduğu panelde bunları söylemiştim, hatırlatmak istiyorum Özcan Bey’e ve konuşmasına eklemek istiyorum.
1946’da Sosyal Sigortalar Kurumu olarak değil İşçi Sigortası Kurumu olarak kuruldu. 1965’te zamanın genel sekreteri ve çalışma bakanı -şimdiki başbakanı- yeni bir yasa getirdi, adı Sosyal Sigortalar Yasası ve her şeyi değiştiren bir yasa. Ama gerekçesine göre, sosyal güvenlik kuruluşlarının bir çatı altında birleştirilmesi öngörülüyor. Emekli sandığı var, işçi sigortaları var vs. Uzun lafın kısası yasa çıktı, bir sürü yanlışlarla dolu. Ama sosyal güvenlik kuruluşları birleşmedi, yeni bir kuruluş kurdular; BAĞKUR ve binlerce memuru var, genel müdürlükleri var. Biz işçiler olarak 25 sene prim ödedik, vergi ödedik. Ama bizim vergilerimizin, primlerimizin karşılığında ancak hasta olduğumuzda tedavi olduk. Ama işverenler bir de kredi aldılar. Acaba, ben bu kurulun kurucusu, üyesi olarak bu yapılan yanlışları düzeltmek için dava açabilir miyim?
Soru:
Kılıçdaroğlu’na sormak istiyorum. Fona devredilen 11 bankanın içinin boşaltılması yanında, o bankaların hepsinin özel sandıkları var, onlar birleştirme durumunda ne olacak? SSK’ya yeni bir yük mü gelecek, tekrar buradan paralar mı çıkacak? Satılamama nedenlerinden birisi de bu olsa gerek. Bu konuda nasıl bir düşünce var? Sendikacı olarak hükümetin nasıl bir uygulama yapacağını kestiremiyoruz.
Soru / Mete Tütüncü:
Birinci sualim Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na. Bu bireysel sigortacılık sistemi dört beş yıldır üzerinde uğraşılan bir sistem. Özellikle son aylarda yaşadığımız iki ağır bunalımdan sonra bilindiği üzere gelir dağılımı daha da kötüleşmekte. Yakınlarda DİE verilerine göre, iki uç değer söyleyeceğim, Muş’ta gelir olarak 802 dolardan bahsediliyor, Kocaeli’nde bu 6 bin dolara yükseliyor. Ama Türkiye genelinde 1991’de, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük milli gelir azalmasıyla (yüzde 6,1), milli gelirimiz 185 milyar dolara inmişti. 2001 yılındaki son Şubat bunalımıyla birlikte yaşanan fiili devalüasyonla birlikte milli gelirimiz 150 milyar doların altına inmiş durumda. Ayrıca bu arada dış borç ve iç borç stokumuzun yine Hazine Müsteşarlığı'nın, Merkez Bankası ilgililerinin, devletin verdiği verilere göre milli gelirin yüzde 106’sına yükselmiş olduğunu biliyoruz. Şimdi, bu kadar çarpıklaşmış bir gelir dağılımı varken ve ekonomik ve siyasal bir bunalım yaşanırken, en az iki üç senede düzlüğe çıkacağımız söyleniyor. Bireysel sigorta sistemi kurumu nasıl işler, var olan eşitsizliği, çarpıklığı daha da derinleştirmez mi? Bu hususta Kemal Bey’den biraz açıklık getirmesi, ek bilgi vermesini rica ediyorum. Ayrıca, ne yazık ki devlet yetkililerince bunca yolsuzluklar üzerine çeşitlemeler sürerken, ağır bunalımlar halka fatura edilirken, SSK’ya transfer edilen kaynaklar son derece abartılı söylenip, kamuoyu yanıltılmakta. Bütçeden ayrılan paralar aslında son derece düşüktür.
Diğer sorum Tülay Arın’a. Bizim hiç değer vermediğimiz bir teknolojik gelişme olayı var. Üniversitelerden akademisyenlerimizin verdiği son bilgilere göre, 1999’da milli gelirden teknolojik gelişmeye ayrılan pay on binde 63’e çıkmıştır. Ya da yaklaşık olarak bu 800 milyon dolar demektir, bu hiçtir. Güney Kore’nin en az bunun on katı, G7’lerde ise 25, 30, belki 40 katı olabilir. Bu bizi iki yönlü etkilemekte. Teknoloji haritası yapılıyor dünyada, bu haritada BM’e kayıtlı 187 ülke arasından 38 ülke var. Bu 38 ülke, ileri teknoloji diye tanımladığımız teknoloji üretecek çapta ülkelerdir, bunlara altı milyon nüfuslu İsrail de dahildir. Ama Türkiye’miz bunun dışındadır. Bu bizi son derece vahim neticelere götürecek bir husustur. Çünkü teknoloji üretmek için üniversitelerimizin sorunsuz olması lazım. Bilim üretecek durumda olması lazım. Bunları üretemezsek, biz yeni boyunduruklar altına gireceğiz, ki bunu da yaşıyoruz. Bunun önemli neticesi hâlâ emek yoğun, katma değeri düşük üretimdir, onu da ihraç bile edemiyoruz. Ne yazık ki AB üyesi olmadan Gümrük Birliği'ne üye olmak bizi son derece olumsuz etkilemiştir, dış ticaret açığımız giderek artarak bunu ispatlamaktadır. Sayın hocamdan ricam, bu konuyu açması.
Soru:
Almanya’da fonlardan hiçbir şekilde gayrimenkullere yatırım yapılmadığını öğrendik. Bizde arsa ve gayrimenkullere yatırım yapıldığını söylediniz. Acaba primler mi yüksek yoksa gerekli yerlere harcamalar mı yapılmıyor, bizde nasıl birikiyor, orada neden yok?
Soru / Hüseyin Sunal – Öğretmen:
Ben Sayın Tülay Arın’a sormak istiyorum. Pirler Bey’in söylediği sosyal düzenlemeden sonra ekonomik düzenleme -ben bunu anladım- bana göre, faşizmin dayatmasıdır. Ama ekonomik düzenlemeden sonra sosyal düzenleme, bunu anlamadım. Burada politika kime işleyecek, bizden gizli gibi bir kılıf var.
İkinci soru, Sayın Pirler’e. Geçenlerde bir tiyatro vardı, meşhur eleştirmen Osmanlı döneminde yaşamış bir şair, İttihat Terakki’nin zulmüne uğrayıp içeri girdiğinde Abdulhamit’in işkencesiyle karşılaşıyor. Diyor, bu ne hal, biz ortadayız. Başta bana işkence yaptın, şimdi de yapacak mısın? Yok diyor çek git. İşveren temsilcisi olarak önceki politik durumdaki tavrıyla, madem şimdi değişiyorsa, nasıl bir özeleştiri getirebilir. Getirebilir mi, madem önce sosyal devleti öne aldılar, şimdi ekonomiyi öne alıp, ondan sonra hukuka geçeceklerine göre, ortada hep onlar duruyor, başlar mı değişiyor? Bu bakımdan özeleştiri istiyorum.
Üçüncüsü, 1961 Anayasası ve 1982 Anayasası'yla sosyal, ekonomik haklar bakımından bir gerileme, hakların kaybı yönünde ülkemiz ne gibi kayıplara uğramıştır, o bakımdan bu konuyu anayasa diliyle öğrenmek istiyorum.
Soru / Sait Gençer – Vatandaş:
Bu sosyal güvenlik sistemleri küreselleşme gerçeği dışında tartışılabilir mi? Ayrıca, küreselleşmeyi şöyle tanıttılar, dünya tek pazar olacak, sosyal pazar ölecek, ulus devlet de yok olacak, devletlerin yerini holdingler, tekeller alacak, sermaye özgür dolaşacak, emek tutsak edilecek. Böyle bir gerçek var. Şimdi, bir de IMF ve Dünya Bankası temsilcisi, baş ekonomistin açıklaması var, eski bir kişi bu. IMF’nin ölüm fermanını açıklıyor, ortada ölüm fermanı bir program var, ama bu programda insan yok, sosyal güvenlik yok, üretim de yok. Bu programı yürütmek için beyin ve kalemler satın alınmış, işbirlikçiler var. Ülkenin yeniden doğacağı, dünya vatandaşı olacağımız, Batı'nın bizi çağdaşlaştıracağı ve bizi adam edeceği ve sosyal güvenliğe kavuşacağımız kazanacaklarımız olarak sıralanıyor. Bu doğru mudur? Dobra dobra konuşalım.
Tülay Arın:
Aslında belki birtakım soruları toparlayıp beraberce cevap vermek daha zaman kazandırıcı olabilir. Bana sorulmayan bir soruya da bu arada bir yorum getirmek istiyorum.
İlk soru, Sayın Oyman’dan. Büyük Atatürk, "Tüccar, ulusun emeği ve üretimini değerlendirmek için eline ve usuna güvenilen ve bu güvene yetenek göstermesi gereken bir kişidir," der. Kapitalistlerimiz bu ilkelere ne kadar uyuyor? İkinci olarak da sosyal konulara çözüm önerileri TİSK’ten, TÜSİAD’dan pek gelmiyor diye bir soru vardı. Bu ikisini birleştirmek istiyorum.
Elbette tarihsel olarak bakıldığında kapitalistler, feodal veya kapitalizm öncesi rejimleri yıkmışlardır, emek özgürleşmiştir, girişim özgürleşmiştir. Orada birtakım siyasi askeri boyunduruktan kurtulan insan çabası ve girişimciliği üretimi, teknolojiyi, refahı geliştirecektir. Bunun için de gerçekten insanların özgür olmasını sağlayan bir düzen olmalıdır. Böylece burjuva devrimi dediğimiz devrimin en önemli öğesi emeğin özgürleşmesi, serf veya köle olmaktan çıkması, özgür emek haline gelmesi, birtakım feodallerin dışında para biriktirmiş kişilerin, sermayedarların da girişimci olması. Burada gerçekten böyle bir durum, çok kısaca, devlet ve piyasa arasındaki ilişkileri de doğrudan açıklamaya çalışır. Orada daha önce bu piyasanın serbestliğini yok eden, askeri, dini ya da siyasi zor, iktisat dışı zor kullanan öğelerin siyasal gücü ortadan kalkar. Devlet de aslında genel olarak böyle özgürlüklerin uygulanmasını sağlayacak bir mekanizma kurar. Böyle bir özgür ortamda sermaye daha iyi gelişir, emek daha verimli olur denir. Gerçekten belki burjuva devriminin böyle bir özgürleştirici yanı var.
Şimdi Türkiye’ye baktığımızda aslında bizim kapitalistimiz, kendi biriktirdiği gücüyle kapitalizm öncesi düzeni yıkmadı. Tam tersine çok fakir bir girişimci kadromuz vardı veya yoktu. İşte ilksel birikim denen şey, aslında bu kapitalistlerin eline devletin gücüyle bir taraflardan alınarak öbür tarafa aktarılarak geçirildi. Türkiye kapitalist yetiştirmek için devletin gücünü kullandı. Bu devlet çok uzun yıllar bunu yaptı, sonra 1960’larda sanayileşme sürecinde de bunu yaptı. Bugünlerde deniyor ki, aslında bizim özel sermayemiz artık devletten bağımsızlaştı. Devletin korumasına, para aktarmasına ihtiyacı yok, Ankara’dan bağımsız işlerini yürütüyor. Bunu tartışabiliriz, ama tartışmayacağım.
Bugünlerde ilginç bir şey oluyor; TÜSİAD demokrasi raporları yayımlıyor. Ben şöyle açıklıyorum bunu. Evet, Türkiye artık içe kapalı bir ekonomide değil, sermayecinin devletin gücüyle korunarak çok iş yapmasına olanak vermeyen bir liberalleşme içinde. Entegre olacak birtakım şeyler de dayatılıyor, girişim özgürlüğü falan. Gerçekten şunu ayırmak lazım, bir sermaye sınıfını ya da sermayedarları ya da sermaye ilişkisini korumak vardır, bir de tek tek sermayedarları korumak vardır. Mücadele biraz da korunmayan sermayedarların kimsenin korunmaması ya da mafya gibi şeyler varsa da o tür gizli ilişkilerin ortadan kalkmasını savunuyor olması şeklinde olabilir. İkincisi yabancı şirketlere gidiyor onların devletleri de böyle insan hakları diyor, özgürlük diyor; insan hakları, sosyal haklar anlamına değil, negatif haklar anlamına. Yani bir şeyi yapılmaktan alıkoymak ya da devletin zor kullanarak bireyleri bastırması, buna burjuvalar da dahil. Tam bir liberal demokrasi çerçevesini belki savunuyorlar. Ama buna paralel bir başka şeyi savunuyorlar; Sayın Aslanoğlu’nun da sorusu bağlamında, aynı liberalizmi sosyal konularda da gösteriyorlar. Ben bir yazı yazdım, ayrıntılı baktığım için Türk-İş dergisinde birkaç yıl önce çıkmıştı, "Anayasal İktisat" başlıklı özel bir sayıda. Orada TİSK’in ve TÜSİAD’ın anayasal iktisat raporlarını inceledim, gerçekten ultra liberal görüşler içeriyor, gerçekten sosyal sigortalardan tutun, devlet hizmetlerine, istihdam yaratmaya kadar son derece liberal. Diyor ki, elbette biz sosyal sorunlara duyarsız değiliz, yani temel eğitim önemlidir, ayrıca kendisine bakamayacak akıl hastalığı, sakatlık, çocuk, yoksullara bakarız. Yani TÜSİAD’ın savunduğu şey, en ultra liberal, en kötü, müptezel yoksulluğa devletin yardım edeceği bir düzen.
Şimdi isterseniz, buradan Kemal Derviş’e gelelim. O da piyasa biçimlerinin yerleşmesini çok savunuyor, ben sosyal demokratım diyor. Piyasa serbest çalışacak ama biz yoksulluk yardımı programlarını kuracağız, birazcık da gelir desteği vereceğiz. Bu TÜSİAD’ın görüşüyle aynıdır, sosyal demokrasinin içinin böyle boşaltılmasını kendisine sosyal demokrat diyen insanların izin vermemesi gerekiyor. Sosyal demokrasinin içi boşala boşala en ultra liberal TİSK, TÜSİAD raporlarıyla ben sosyal demokratım diyen insanların aynı kefeye konulması kandırmasını biz burada afişe etmek zorundayız. Bu bizim sosyal görevimizdir.
Sabiha Çaycı’nın sorusuna cevap vermek istiyorum. Kadınların konumuyla ilgili Avrupa’da yeni liberal akım bir yandan sosyal hizmetleri kısıtlıyor bir yandan da elbette onu ailenin üstüne yıkmaya çalışıyor. Ailede böyle bir işbirliği varsa kadınların üstüne yıkmaya çalışıyor, yani çocuk bakımından başka şeylere kadar bir yığın sosyal hizmeti kadınların üstüne yıkmaya çalışıyor. Kamusallaşmaktan çıkıp piyasa biçimine dönüşürse bu kadının üstüne kalır. Tarihimiz böyle çalışıyor. Ama ikinci olarak da işgücünün feminizasyonu, yani kadınlaşması diye bir olgu var. O da aynı işin bir parçası. Bunlar çelişkili eğilimler değil. Kadınları sosyal güvencesi olmayan bir biçimde, eğreti işlerde, kısmi zamanlı işlerde, daha başka işlerde evet, daha yüksek işlerde çalıştırıyor olabilirler. Ama işgücünün feminizasyonunun anlamı şu: Sosyal güvenceli, sendikalı, sosyal sigortalara dahil, toplu pazarlıkla ücret elde etmiş erkekleri işten çıkarmak, daha eğreti çalışma biçimleriyle, daha düzensiz, daha kolay çıkarılabilecek ve çok daha düşük ücretlerle kadınları bu işlere almak. Bu aslında sosyal düşürümdür (damping). Yani, az gelişmiş ülkeler ve daha zayıf kesimler, kadınlar, yaşlılar falan bu liberalleşme ile sosyal düşürüme uğruyor. Sosyal düşürüm sosyal korumanın tersi. Ve orada ortaya çıkıyor ki teknolojik ilerleme, verimlilik, rekabet yerine, bu uygulanan baskıcı devletle beraber az gelişmiş ülkelerde her şey kapitalistlerin çok daha kolaylarına geliyor. Teknoloji falan zaten başa çıkamıyoruz, sosyal düşürümü emek gücünün maliyetini düşürerek sağlarız. Ama bu da bitmiştir bence Türkiye’de. Yani, elbette bu kriz işgücünün değerini işsizlikle falan muazzam düşürecektir, müthiş bir yoksullaşmaya yol açacaktır ama bu temelde rekabet etmek artık dünyada çok zordur.
Önce işte hukuk kuralları mı gelir, ekonomi ve sosyal durum ona göre mi düzenlenir benim de kafama takıldı. Bu bir sosyal mücadele. Kim eline gücü geçirirse, neyi nasıl düzenlemeye çalışırsa onu yapar. Şu ülkede, tarım çökmüşken liberalleşme ve onu kuralına uydurma, tütün yasası falan yani ekonomik duruma uygun mu, elbette değil. Bu bir sosyal mücadeledir, bütün demokrasinin içeriği böyle tanımlanır. Demokrasi denen şey budur, sosyal mücadelede kim bastırırsa... O yüzden de gidip gelir tartışılır. Bunun öyle tek yönlü kuralı yoktur.
Bülent Pirler:
Dünya ekonomisinin yorumu istendi benden. Birkaç unsura değinmek istiyorum. Birincisi sosyal araçlardan bahsettik, rekabet olgusundan. Gerçekten gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere karşı kendi sosyal standartlarını ihraç etmesi gibi bir fonksiyonu var, bu gayet doğal. Bundaki temel kaygıyı vurgulamıştım, rekabet gücü kaygısıdır. Ama sizin söylediğiniz işçi ücretlerinin yükseltilmesi konusunda farklı bir boyut var. Burada işçi ücretleri yükseltilmek istenir mi istenmez mi, bunlar farklı dengelerdir. Bir GSMH’nız vardır, kişi başına milli geliriniz vardır. Ücretlerin yapısı da kendi içinde ortaya çıkar. Ancak, burada ihracata engel getirilmesi anlamında sosyal standartların yükseltilmesi kavramı var ki Dünya Ticaret Örgütü ile ILO arasında son dönemlerdeki ilişkileri, Dünya Ticaret Örgütü'nün sosyal şart getirme şeklindeki yaklaşımlarını sadece buna bir örnek olarak getirebilirim. Durup dururken, 1995’lerden itibaren çocuk işçi sorununun bir anda ön plana çıkarılması, arkasından 2000'den itibaren de kadın işgücü sorununun ön plana çıkarılması, işte bu bahsettiğimiz olguların bir boyutu olarak karşımıza çıkıyor.
İkinci unsur; AB’ye göre işçi kesimi farklı, işveren kesimi farklı davranıyor. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Güncel bir tartışma, iş güvencesi tartışması. Çok net, AB’deki herhangi bir ülkenin standartlarını, ekonomik açıdan gelişmiş bir ülkenin herhangi bir iş güvencesi yasasını Türkçeye çevirin, getirin, uygulayın. Ama karşılığında şunu söylüyorum, aynı ülkenin tazminatları ve esneklik uygulamalarını da getirelim. Yani siz bir ülke düşünebiliyor musunuz, kısmi zamanlı çalışmayı yok sayıyor. Yani, işinize gelene evet, gelmeyene hayır, bunları söylüyoruz. Bir örnek daha vereyim. Biz bir tane taslak hazırladık, 1475 sayılı İş Kanunu. Şu geçiyor orada: -ultra liberal falan da diyebilirsiniz- Kadınların gece çalışma yasağını bizim taslağımız kaldırıyor. Gazetelerde çıktı arkaik örgüt TİSK diye. AB’nin yönergesi var kaldırıyor, Fransa ceza yiyordu, bundan iki ay önce meclisinden çıkararak bunu kurtardı. Şimdi Avrupa öyle uyguladığında, biz bunu getirmek istediğimizde vay TİSK arkaik örgüt oluyor. Bu dengelere iyi bakmak gerekiyor. İşimize gelene evet, gelmeyene hayır dememek gerekiyor. Özellikle altını çizerek bir kere daha vurguluyorum.
SSK’dan aktarılarak özel sektöre kaynak yaratıldı mı, yaratıldı. Hiç burada söylenecek bir şey yok. Ama bir şey daha söyleyeyim. Sosyal güvenlik ve sosyal politikalar Türkiye’de en fazla popülizme açık politikalardır. Popülizmin olduğu yerde popülizme karşı çıkılmazsa, o anda halkın lehine gibi duran düzenlemeler gelecekte farklı biçimde maliyet olarak karşımıza çıkarsa işte orada durmak gerekiyor. Emeklilik yaşı 38 ve 43’e düşürüldüğünde hangi işçi konfederasyonundan ya da toplum kesiminden itiraz geldi? Bu popülistçe bir yaklaşımdı. Süper emekliliğe kimse sesini çıkarmadı TİSK dışında. Hizmet birleşmeleri vs. niye bunlara karşı çıkılmadı? Bir tek kesimi suçlarken insanların biraz dönüp bakması gerekiyor, SSK nasıl gitti diye. Bunlara kimse karşı çıkmadı, 38-43 SSK’yı batırmaz dendi. Hayır. Bakın, şu an için o günkü eğilimlere bakarsanız, 38-43’e düşürüldüğü yıl, -ben bizzat yaptığım bir araştırmada- işveren dergisinde SSK’nın 2000 yılında iflas noktasına geleceğini rakamlarla ifşa ettik. Fakat yaptığımız bir hata enflasyonu bir sene yüzde 70 diye almıştık, yüzde 120’ye çıktı, biz onu kontrol edemedik. Şimdi, ekonominin bazı gerçekleri bu kadar net ortadayken, bazı şeyleri net koymak gerekiyor. Tek taraflı da bakmamak gerekiyor olgulara.
Kayıt dışına ilişkin olarak, kayıt dışının şu anda Türkiye’de ve dünyada ifa ettiği bazı görevler var. Yani, görevler derken, kendine özgü fonksiyonları var. Kayıt dışı ekonomi ekonomik bir hadisedir. Bunun altını bir daha çiziyorum. Ekonominin sorunlarını ancak ekonomik tedbirlerle çözebilirsiniz. Tayvan örneği, en büyük kayıt dışı ekonomi örneklerinden birisiydi. O kadar cazip teşvik politikaları getirildi ki Tayvan’da bu firmalara ilişkin, hepsi bundan yararlanmak için kayıt içine girdiler. Bakın, ekonomik soruna ekonomik yaklaşım. Varsayın ceza getirdiniz, inanılmaz katı cezalar, çözecek misiniz? Ben çözemeyeceğinizi söyleyeyim.
Bir başka unsura daha gelmek gerekiyor. Tabiri yanlış kullandınız. Hukuk ekonomiye uygun hale getirilmelidir demedim, dönüşüm sürecinden bahsettim. Geçmişte de hukuki yapıya uygun ekonomik ve sosyal düzenlemeler yapılıyordu, bu süreç artık bitmiştir dedim. Ekonomik yapıya ve gelişmelere uygun hukuki düzenlemelerin yapılması süreci başlamıştır dedim. Bu ne anlama geliyor? Ekonomik anayasadan bahsetti hocamız, TİSK savunuyor ekonomik anayasayı, sonuna kadar da savunacak. Devletin bu kadar pervasızca iç borçlanma, dış harcama yapmasına hepiniz karşısınız. Biz burada devletin fonksiyonları konusunda farklı yaklaşımlara, görüşlere sahibiz. Ultra liberal denilebilir, liberal denilebilir, bu anlamda düşünmüyoruz. Biz serbest piyasa ekonomisi anlamında Türkiye’nin ekonomik alanda yönetilmesi gerektiğine inanıyoruz. Çok rahatlıkla söylüyorum. Serbest piyasa ekonomisi, küresel sürecin doğurduğu bir mekanizmadır. Yahut eşanlı çıkmış mekanizmalardır. Küreselleşmeyi tu kaka etmek yerine, küresel ekonomiden nasıl daha iyi yararlanmamız gerektiğini daha iyi ölçmemiz gerekiyor. Yaptığımız temel hata bu noktada. Bir örnek vereyim, bir gecede dünyada dönen paranın miktarı, son rakamlar, 16 milyar dolardır. Üstümüzden uçup gidiyor. Biz -kötüdür diyoruz, bilmem ne diyoruz- şunu düşünmüyoruz, acaba bu parayı 15 saniye Türkiye’de tutabilmek için ne gibi araçları ve fonksiyonları ortaya çıkarmamız gerektiğini düşünüyor muyuz? 16 milyar dolar, bir geceden bahsediyorum. Yıllık süreçte şöyle bakmak gerekiyor. Türkiye’nin açığı 16 milyar doları bulmak için neler yapılıyor, bunu itelemek yerine bundan nasıl faydalanacağımızı düşünmek gibi bir yapıya sahip olmamız gerekiyor, farklılığımız buradan kaynaklanıyor.
İkincisi, şunu hiç anlamadım. Faşizmin dayatması gibi bir lafla karşı karşıya geldik. Bakın, bir şey daha vardı. TİSK, TUSİAD, siyasal ve kültürel konular dışında farklı bir şey, sosyal konularda hiçbir şey yapmıyor deniyor. Herhalde, beyefendi siz bizim araştırmalarımızı almıyorsunuz, bizim araştırmalarımızın yüzde 90’ı sadece sosyal konular üzerinedir, adresinizi verirseniz, bütününü göndereceğim. Şunu rahatlıkla söyleyeyim. Faşizmle bağlantısını kuramadığım için, ideolojik anlamda da tutarlı olmadı diye düşünüyorum.
Öbür konulara girmek istemiyorum, ;dünya vatandaşlığı, Batı bizi adam mı edecek gibi kavramlar var. Bakın, kendi içimize kapalı kaldığımız sürece, kendimizi aşamadığımız sürece, dünya ekonomisini böyle her seferinde vay bunlar şöyle böyle yapıyorlar, vay kapitalistler anlayışıyla gittiğimizde ve bu mantığı değiştirmediğimiz sürece ve bu eğilimin sonuçlarını Türkiye’nin lehine nasıl çevireceğimizi bulamadığımız sürece bu tartışmalar çok uzayıp gider.
Özkan Kesgeç:
Eğer Sosyal Sigortalar Kurumu her şeyiyle çok doğru çalışsaydı şu anda sermayesi ne olurdu diye soruyor bir arkadaşımız. Sermayesi ne olurdu bilmiyorum ama çok doğru çalışsaydı, en azından finansman problemi bugün söz konusu olmazdı. Çünkü, dağıtım sistemine göre faaliyet gösteren bir şey. Ben cevap anlamında değil ama Sayın Pirler’in değindiği bir konuya değinmek zorundayım, tazminatlar meselesine. Gerek iş güvencesi gerek tazminatlar AB normu değil, AB’de böyle bir norm yok, aksine iş güvencesi İLO normu, tazminatlar ise ülkeden ülkeye değişiklik gösteren bir durum. Türkiye’de kıdem tazminatının gelişmesi durumu farklı. Fransa’daki farklı, Almanya’daki farklı. Ama 158 sayılı İLO sözleşmesi ile iş güvencesi bir norm ve aynen ulusal programdan çalışma hayatı mevzuatının AB’ye uyumu şartlarını da dikkate alarak, İLO normlarına uygun hale getirilmesi amacıyla yeni sözleşme onaylama faaliyetleriyle onaylanmış İLO sözleşmelerinin çalışma mevzuatına yansıtılma çalışmaları sürdürülecek diye yazıyor, gerçi bunu yapmayacaklar, ben de bunu biliyorum, bakış açısı bile böyle.
Kemal Kılıçdaroğlu:
Sayın Menteş’in özellikle özel bankaların Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'na alınması kapsamında yeni bir yük gelecek mi sorusu vardı. 506 sayılı Yasa'da bir değişiklik yapıldı, bakanlar kurulu kararıyla herhangi bir özel bankanın özel emeklilik sandığı -506’nın geçici 20. maddesine göre kurulmuş sandığı- Sosyal Sigortalar Kurumu'na devredilebilir. Ama bu devir yapılmadan önce o sandığın özel aktüeryal hesabı çıkarılıyor, muhtemel SSK’ya gelecek yükler hazine tarafından finanse ediliyor, böyle bir düzenleme var.
Sayın Tütüncü’nün bireysel emeklilik sistemi nasıl işler sorusu vardı. Gelir dağılımının çok bozuk olduğu bir ortamda bireysel emeklilik sisteminin çok iyi çalışacağını sanmıyorum. Yasa üç yıl içinde en az 100 bin kişilik bir emeklilik şirketinin 100 bin kişilik bireysel emekliliğe hizmet sunumunu öngörüyor. Burada sistem şöyle çalışacak, büyük bir ihtimalle sosyal sigorta kuruluşları ne kadar kötü hizmet verirse, ne kadar düşük maliyetle hizmet verirse, insanlar öbür tarafa gideceklerdir. Sanıyorum izlenecek politika bu olacak.
Hazine'den SSK’ya ne kadarlık bir kaynak transferi yapıldı bugüne kadar, bu karşılıklı kıyaslandığında SSK’nın Hazine'ye kaynak transferi daha fazla. Onu söyleyebilirim.
Yine bir soru geldi, bizde fon var, niçin Almanya’da fon yok, ama biz gayrimenkullere yatırdık diye. Her sosyal sigorta kuruluşu, kurulduktan belli bir süre sonra risk doğduğunda sigortalılarına hizmet veriyor ve o süre içinde de fon birikiyor, sosyal sigortalar kurumu 1945’te kuruldu, ama Almanya’daki sistem çok daha eski, Bismarck’tan gelen bir sistem. Oradaki sistem, emekliler belli bir miktara eriştikten sonra sistem doğal olarak bir tasarruf yaratmış, tıpkı bizde olduğu gibi, baştan fon biriktirme sistemi, sonra dağıtım sistemine geçmiş durumdayız. Niçin gayrimenkul? 1950’lerde gayrimenkul dışında başka bir seçeneğiniz yok. 1950’lerde SSK’nın birikimleri, Sağlık Bakanlığı bütçesinden daha büyük, zorunlu olarak SSK’ya hükümet, sen hastane yap, kendi sigortalılarına kendin bak diye bir program uygulamış, o program bizi buraya getirmiş.
Özetle, nasıl bir reform yapmalıyız. Kısaca bilgi sunayım. Öncelikle sosyal sigorta kuruluşları, idari ve mali açıdan özerk olmalı. Özerklik, idari açıdan mutlaka ama mutlaka bu kurumların başına gelecek kişinin bu kurumların genel kurullarından seçimle gelmeli. Yasa seçimle gelecek kişinin niteliklerini saymalı. Örneğin, dört yıllık yüksek okul mezunu, sosyal güvenlik konusunda şu kadar deneyimi olan vs. diye belirlenmeli. İşçi işveren kuruluşları kendi ortak iradeleriyle kendi yöneticilerini, kendi kaynaklarını yönetecek kişiyi seçmeliler. Mali açıdan bu kurumların kaynaklarına asla müdahale edilmemeli. Prof. Hirsch, Sosyal Sigortalar Kurumu'nun ilk yönetim kurulunda görev alan kişilerden birisidir. Prof. Hirsch’in SSK’dan istifa etmesinin tek nedeni de dönemin bakanının SSK’nın mali kaynaklarına müdahale etmesidir, kendi anılarında gayet güzel yazar. Mali özerkliği sağlamak, şu demek değildir; ben özerkim, kimse bana müdahale edemez. Hayır, edebilir, kesinlikle bu kurumun kaynakları ve kurumlar sivil toplumun denetimine açılmalı, bu kurumlar oldukça saydam hale getirilmeli. Her sigortalı kurumun kaynaklarına istediği zamanda, istediği ortamda ulaşabilmelidir.
Bir diğer konu, özellikle kayıt dışı istihdamla mücadele konusunda, yasal düzenlemeler yanında, cezalar yanında örgütlü toplum olma kesinlikle özendirilmeli, sendikacılık kesinlikle özendirilmelidir. Sendikacılığın olduğu yerde kayıt dışı istihdam asla olamaz. Kayıt dışı istihdam mutlaka kayıt dışı kişinin çalışması anlamında değildir. Örneğin, çalışıyor gösterilen bir kişi 30 gün çalıştığı halde 15 gün çalıştı gösteriliyorsa bu da kayıt dışı istihdamdır. Kişi ayda 1 milyar aldığı halde asgari ücretten gösteriyorsanız, bu da kayıt dışı istihdamdır. Bunun tek panzehiri sendikacılıktır. Bu kuruluşlar teknoloji kullanımından asla ve asla vazgeçmemeliler, teknoloji kullanımı hizmetin kalitesi ve verimliliğini artırması açısından çok önemlidir. Devletin mali anlamda sistemli ve düzenli katkıda bulunması garanti altına alınmalıdır. Yani SSK, BAĞKUR, Türkiye İş Kurumu’na vs. aylık yüzde 2 katkı yapıyor, işçi işveren katkısı dışında devlet de katkıda bulunuyor; bunlara da böyle bir katkı yapılmalıdır. Sosyal tarafların, özellikle SSK’da ve BAĞKUR’da, Türkiye İş Kurumu’nda sosyal tarafların kendi kurumları olduğunu bilmeleri, kurum kültürünü oluşturmalarında çok büyük katkılarının olması gerekiyor. Sosyal taraflar kendi sosyal kuruluşlarında, işçi kuruluşlarında, işveren kuruluşlarında bir sosyal güvenlik masası oluşturmak zorundadırlar. Bu kurumları düzenli gözaltında bulundurmak zorundadırlar. Yine sosyal taraflar bu kuruluşlarda profesyonel yönetici bulundurmaya özen göstermelidirler. Siz kalkıp da ilkokul mezunu bir kişiyi, bu kuruluşların yönetiminde görevlendirmemelisiniz. İşçinin, işverenin hakkını temsil edecek kişilerin profesyonel olması lazım. Bu kurumda ne olup olmadığını öğrenmeleri lazım. Sosyal yardım ve sosyal hizmet kuruluşları bugün Türkiye’de çok dağınık. Bu dağınıklıktan mutlaka arındırılması lazım. Başbakanlığa bağlı benim bildiğim beş, altı tane sosyal yardım ve sosyal hizmet kuruluşu var. Sosyal yardım vakıfları dahil, asker ailelerine yapılacak yardımdan tutun, Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu, aile kurumu vs. bunların hepsinin dağınık olmasının en büyük nedeni de, sayısını bilemediğim her bakana bir kurum bağlamaktır. Bu derece gariplik sosyal güvenlik sistemimizin geleceğini de zedeliyor.
Ben bir fıkra ile bitireyim. Benim gibi çok konuşan birisine bir toplantıda bir gün söz vermişler. Adam konuşmuş, konuşmuş, bakmış arada bir kestirenler var, özür dilemiş, galiba biraz fazla konuştum, saati almayı unutmuşum. Öndekilerden birisi demiş ki, beyim saati boş verin, arkadaki takvime bakın. Ben özür dileyerek hemen kalkıyorum, hepinize teşekkür ediyorum.
Burhan Şenatalar:
Siz sabahtan beri çok konuşmayı izlediniz. Türkiye’de en çok tartışılan konular hakkında bir fikriniz oldu. Bunlar hakkında yapmak istediğiniz yorum varsa, bunları dinlemekten memnun oluruz. Ayrıca gelen sorulara cevap verirken, çok fazla zaman baskısı hissetmeyin, uzaktan geldiniz, görüşlerinizi dinlemekten memnun olacağız.
Bernd Baron Von Maydell:
Teşekkür ederim, bana karşı çok cömert davranıyorsunuz. Aslında ben üç, bilemediniz dört konu üzerinde durmak istiyorum. Bana bir sual yönetilmişti. Kadınların ekonomi içindeki yeri ile ilgili, Avrupa’da bu konudaki düşüncelerle ilgili. Neoliberal sözü burada kullanıldı, ben daha çok yeni muhafazakâr demeyi tercih edeceğim. Esas düşünce kadınların evinin, mutfağının başında olması gerektiği idi. Geleneksel görüş bu idi. Fakat Batı Avrupa’daki durumu şöyle izah etmek istiyorum. İskandinav ülkelerini haklı olarak bu Avrupa’dan farklı tutunuz, Avrupa’daki durumu ben biraz daha farklı göreceğim. Avrupa’nın pek çok ülkesinde bugün şöyle bir çıkmazın farkına varmıştır insanlar. Gayet kısa olarak açayım: Evvela pek çok ülkede bir sosyal sigorta sistemi vardır ve bu sosyal sigorta sistemi o sigortalı kişinin kazandığı para, onun kazancına göre düzenlenir, kadınlar ise daha düşük bir kazanca sahip oldukları için sistemin bir sonucu olarak dezavantajlı duruma düşerler, özellikle anne olan kadınlar için bu geçerlidir.
İkinci tespitim şu: Doğumun gerilediği, nüfusun yaşlandığı bir toplumda esas ilgi bu süreci bir de sistem aracılığıyla büsbütün hızlandırmaktan kaçınmak yönündedir. Çocuk yetiştirmek, kadınların büsbütün marjinalleştirilmesine ve yoksullaşmasına yol açmamalıdır.
Üçüncü bir problem daha var, bu bağlamda, emek piyasası daha bugünden ve gelecekte de böyle olacaktır, kadınların çalışmasına bir büyük talep göstermektedir. Yani, burada kadınların çalışma hayatının dışına atılmamaları, tam tersine çalışma hayatının içine çekilmeleri kavranmaktadır.
Bütün bu saydığım problemleri bir araya getirecek olursanız, bir şekilde çözmek isterseniz bunları, o zaman Batı Avrupa’daki toplumların pek çoğunda bunların önemli bir tartışma gündemi oluşturduğunu, kadınların hem iş hem aile hayatını, hem çocuk bakımını, hem yaşlılık ve emeklilik sigortalarını vs. bir arada nasıl ele alabileceği sorusunun önemli yer tuttuğunu görürsünüz. Biz kendi enstitümüzde bu konuda kocaman ciltler tutan raporlar, araştırmalar hazırladık. Zira pek çok yönü olan bir konudur. Hayır, ben bu konuda tılsımlı çözüm bulunmuştur diyemiyorum ama gerçekten tartışılıyor hâlâ. Tam bir çıkmaz, bütün çıkarların dengeli bir biçimde ele alınabilmesinin yolu bulunamıyor.
Kadınların bunun neticesinde çalışma hayatının dışına itilme tehlikesi veya düşük ücret alacakları, dolayısıyla da kadınların aleyhine bir durumun doğacağı, bir ayrımcılığa uğrayacakları sorusuna gelince, Avrupa Adalet Divanı'nın ayrımcılığa karşı aldığı kararlar, özellikle Avrupa için geçerlidir, burada doğrudan doğruya ayrımcılık, Avrupa Adalet Divanı tarafından yasaklanması gereken bir davranış olarak görülmüş, bunun eşit davranma ilkesi açısından kabul edilemez olduğu açıkça dile getirilmiştir. Sadece kadınlar ve erkekler arasında cinsiyete dayanan bir ayrımcılık açısından değil. Tam tersine kadınların de facto olarak büyük mağazalarda kısmi zamanlı çalışmaları bakımından ki yüzde 80-90 oranında kadın tezgâhtarlar tarafından yapılmaktadır bu işler. Burada emeklilik konusunda gene Avrupa Adalet Divanı'nda alınan bir başka karar, kadınlara karşı bir ayrımcılık olarak yorumlanmış ve alınan bu kararın geçersizliği dile getirilmiştir. Tabii bu yolla ne ölçüde başarıya ulaşılır, bu başka bir soru.
İkinci nokta olarak benden önceki konuşmanın sözlerine gönderme yapmak istiyorum. Bir sosyal sigorta kuruluşunun ancak ve ancak özerk olması halinde iyi işleyebileceğini söyledi. Bununla hem personel hem finans bakımından bir özerkliği kastetti. Onun bu düşüncesine bütün yüreğimle katılmaktayım, sözlerinin altını çizmekteyim. Böyle bir özerkliği devlete karşı ama gerçekten hayat içinde de savunmak ancak ve ancak özerklik, güçlü sosyal ortaklar tarafından desteklenir ise olur. Ben bununla hem işveren hem de işçi kuruluşlarını, işçi sendikalarını kastediyorum. Ancak ve ancak bu sosyal kuruluşlar bir güç oluşturabilirler ve söz konusu özerkliği devlete karşı mümkün kılabilirler. Sadece kâğıt üzerinde özerklik yazmakla özerklik oluşmaz. Eğer bir özerkliğin arkasında toplumsal güçler olmazsa onu gerçekleştirecek güçler olmazsa bu özerklik hayata geçmez. Bunu da yapacak olan sosyal ortaklardır. Yasada sadece özerklikten söz edilmesi bence de yeterli veya değerli değildir. Evet biliyorum, sosyal ortaklarla çalışmak kolay değil, ama insan da istediği her şeye sahip olamaz. Hem toplumda önemli birtakım fonksiyonel görevler yerine getirecek sosyal ortaklarınız olsun, hem de bunlar zayıf olup seslerini kıssın, bu ikisi bir arada olmaz, birinden birini tercih etmek zorundasınız.
Bir başka nokta, fevkalade ilgiyle izledim bugünkü tartışmaları. Sanıyorum, bu tartışma ve bu tartışmanın yürütüldüğü tarz, sosyal güvenlik konusundaki bu angajman bana bir şeyi gösteriyor. O da sosyal güvenliğin lüzumsuz olduğu şeklindeki düşünceler aslında anlamsız düşüncelerdir. Doğru bir konu, önemli bir konu. Hepimiz tam da bu konu için bir araya geldik. Sanıyorum, bu konuda bir reformun yapılması gerektiği anlaşılmakta. Bu reformun ne şekilde yapılması gerektiği hakkında da her zaman birbiriyle yüzde yüz örtüşmeyen düşünceler dile getirildi, bu da çok normal. Çünkü farklı çıkarlar, farklı açılar, konular dile getirildi. Elbette tartışmada görüş ayrılıkları olacaktır. Bu tartışmanın sonuna gelinmiş değil. Burada dile getirilmiş olan pek çok husus bize bu sosyal güvenlik sistemi içerisinde yapılması gereken pek çok şeyin hâlâ olduğunu ve sadece içerik bakımından değil, aynı zamanda karşılıklı tartışma usulü açısından da yapılacak şeylerin olduğunu anladık.
Mesela, büyük bir hayretle, karara bağlanması gereken birtakım kuralların sosyal ortaklara hiçbir şekilde bildirilmiş olmadığını işittim. Buna çok şaşırdım, böyle bir usul yadırgatıcı, alışılmış değil. Ama öte taraftan devlet açısından ne kadar maksada uygundur, bu da tartışma götürür. Zira, eğer siz bir yasa çıkaracaksanız, bunun bir şekilde yani yasa çıktıktan sonra gerçekten uygulanabilir olmasını ve pürüz çıkartmamasını istemeniz gerekir. Tabii, sosyal ortakların bu yasalar dahilinde faaliyet göstermesini istiyorsanız. Bu sadece nezaket gereği değil, aynı zamanda akıl gereğidir. Akıllı adam baştan danışır, hem de mümkün mertebe erken bir aşamada. Ve karşı taraftan gelebilecek olan argümanları olumlu ya da olumsuz olsun, bir şekilde değerlendirmeye ve onlara göre kendi yolunu tayin etmeye çalışır. Bu aynı zamanda biraz da politik kültür meselesidir. Biz burada sosyal sigortalar kültürü hakkında konuşup durduk, biraz da burada politik kültür işin içine giriyor, böyle bir tartışmanın nasıl yürütüleceği, usulün ne olacağı, bu kültürün bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Dinlerken şaşırdığımı itiraf edeyim. Bu konuda herhangi bir değerlendirme yapmak haddime düşmez. Lakin, şaşırdım, öyle diyeyim.
Tabii sadece küçük çevreler içinde hapsolup kalmayan, mümkün mertebe geniş çevreleri kapsayan, bilime sosyal ortakları dahil edebilen bir tartışma büsbütün yararlı olacaktır. Galiba bugün yargıç yoktu aramızda, galiba altı ay kadar önce bir seminere katılmıştım, gene Türkiye’de. O seminerde konu, işsizlik sigortası idi. Ve, orada gene şaşırmıştım. Yargıçlar sosyal ortaklar, politikacılar ve idarenin temsilcileri bir arada bulunuyorlardı. O toplantıda ve bu kadar hayati ve merkezi önem taşıyan bir konuda bu tartışmaya katılmaktaydılar. Şimdi bu tartışmanın da çok önemli olduğuna inanıyorum. Beni davet etmiş olduğunuz ve tartışmayı izlememe imkân verdiğiniz için yürekten teşekkür ederim.
Burhan Şenatalar:
Çok teşekkürler. Değerli arkadaşlar, toplantının sonuna gelmiş bulunuyoruz. En başta da söylediğim gibi Türkiye’nin güncel konuları arasında görünmemekle birlikte, temel sorunları arasında çok ön planda yer alan sosyal güvenlik konusunu tartıştık. Bizim konuşmacı yelpazemizin de uygun ve yararlı tespit edilmiş olduğunu görmekten memnunum. Bir yandan Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Genel Sekreteri, bir yandan Sosyal-İş Genel Başkanının burada bulunmuş olması oldukça verimli bir diyalog olanağı sağladı. Baron von Maydell bir yandan Avrupa deneyimini bize aktardı, bir yandan da Türkiye’den çok habersiz bir konuşmacı da değil. Türkiye’deki bazı iş hukuku ve sosyal hukuk gelişmeleri hakkında bilgi sahibi bir kişi. Kemal Bey’in birikimini söylemeye gerek yok, Tülay Hanım da daha temel ve daha geniş açılı bir katkıda bulundu, hepsi birbirini çok iyi tamamladı diye düşünüyorum. Biz gerçekten sosyal güvenlikle ilgili, sosyal haklarla ilgili Türkiye’de daha geniş bir tartışmanın yapılmasını çok gerekli görüyoruz.
Tülay Arın’ın kullandığı güzel bir ifade vardı, sosyal demokrasinin içinin boşaltılması. Türkiye’de çok ciddi bir sorun bu. Sosyal demokrasi nedir, değişen koşullar karşısında ne olmalıdır, bunların hepsi haftalarca, aylarca tartışmamızı gerektiren konular. Değişen dünya karşısında eski pozisyonlarla, eski tutumlarla devam etmek olanaksız. Ama değişiyoruz derken, kimliğimizi yitirme tehlikesi de var. Biraz evvel verilmiş olan sayın Derviş örneğinde olduğu gibi. Kendisi çok açık biçimde sosyal demokratım demedi, kalbim solda dedi, birçoğumuzun kalbi zaten solda, bu formülasyon bana başka bir şeyi çağrıştırdı. Alman dostlarımıza kalbim solda esprisi Oskar Lafontaine’i hatırlatıyor, onunla ilgili bir şey söylemiyorum. Onunla hiçbir ilgisi yok, bu böyle duygusal solluk, solluğun duygusal tarafı var ama sadece duygusal solluk yetmiyor. O da bana başka bir şeyi hatırlattı. Rahmetli Zeki Müren’e 1960’lı yıllarda solun çok moda olduğu bir zamanda bir gazeteci sordu, herkes sosyalist, siz de sosyalist misiniz dedi, "Evet dozunda olmak kaydıyla sosyalistim," diye yanıtladı. Şimdi, tabii devir değişti, moda değişti, sol popülerliğini epeyce yitirdi, dozu da düştü, bayağı azaldı. Ama şimdi ister sol deyin ister orta deyin, ister başka bir şey deyin 21. yüzyılda insanların teknolojide bu kadar ileri gittiği, olanakların bu kadar geliştiği, üretimin bu kadar arttığı, Türkiye’de dahi 20 yıl öncesine göre muazzam bir üretim artışının görüldüğü bir tablo karşısında biz insanların sosyal güvenliğini, hatta istihdamını tamamen piyasa mekanizmasına bırakırsak, emekliliğini tamamen piyasa mekanizmasına bırakırsak, sağlık sigortasını tamamen piyasaya bırakırsak, bunun yaratacağı sorunlar, gerçekten 21. yüzyıla yakışmayacak kadar adaletsiz olacaktır. Bunu söylerken, tekrar edeyim, bugüne kadarki yapıların sürdürülmesiyle ilgili hiçbir iddiamız olamaz. Bu yapıların hepsini tartışmaya açmalıyız, önyargısız açmalıyız, bütün kavramlarımızı sorgulamalıyız. Ama bunu yaparken, hakikaten iktisat biliminin ortaya koyduğu, uluslararası deneyimlerin ortaya koyduğu bazı veriler de var. Yani bu işleri piyasaya açmak başka bir şeydir, piyasaya tümüyle bırakmak başka bir şeydir. Özel sigorta şirketi olur, özel hastane olur, özel sağlık sigortası olur, bunlar olabilir ama öbür tarafta kamusal veya sosyal programlar, yapılar, kurumlar zayıf olduğu takdirde veya biz bunları zayıflattığımız takdirde veya hedef olarak ortadan kaldırmayı düşündüğümüz takdirde bunun sonucunda gerçekten adaletsiz bir tablo ortaya çıkar. Şimdi, konuşmacı burada güzel bir ifade kullandı, devletin belli bir davranışıyla ilgili olarak sadece kibarlığın değil, akıllı olmanın da gereği dedi. Şimdi aynı şey, büyük sermaye açısından, devlet açısından, siyasetçi açısından bu konuda da geçerli. Sosyal güvenlikten bir dereceden fazla vazgeçtiğiniz takdirde sadece adaletsizlik, merhametsizlik, insafsızlık yapmış olmazsınız, kendiniz için hiç tahmin etmediğiniz sosyal tehlikelerin tohumunu atmış olabilirsiniz. Ve Türkiye’nin bazı yerlerinde çok fazla kapkaççılık, çok fazla vurdu kırdı, maçlarda insanların kolay galeyana gelip birbirlerine saldırmaları; bunların birbirinden çok da kopuk şeyler olmadığını sanıyorum. Gerçekten bugün bu konuda çok mütevazı bir tartışma yapmayı planlamıştık. Ben kendi adıma çok memnumum. Çok yararlı geçti. Ve, bütün konuşmacılara içten teşekkürlerimi sunuyorum.
Moderatör: Meryem Koray
Konuşmacılar: Bernd Baron Von Maydell
Kemal Kılıçdaroğlu
Soru - Cevap bölümü
Meryem Koray:
İlk konuşmacımız Bernd Baron von Maydell, Uluslararası İş ve Sosyal Güvence Hukuk Birliği’nin Almanya şubesi başkanı. Toplantımıza katıldığı için teşekkür ediyor, sözü kendisine bırakıyoruz.
Bernd Baron Von Maydell:
Beni buraya davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Konuk olarak hitap etmek beni çok mutlu ediyor. Ayrıca, bazı teknik sorunlara rağmen, Alman Lufthansa şirketinin yarattığı sorunlara rağmen, yine de İstanbul’a gelebilmiş olmaktan çok mutluyum. Bunun sonucunda da dün öğleden sonra buraya gelebilmemi THY’ye borçluyum.
Konumuz çok geniş, bu konuyu irdelerken, bir iki nokta üzerinde yoğunlaşmam gerekecek. Evvela, belli güçlüklerden bahsetmek istiyorum, sosyal sigorta sistemlerinin yalnız Avrupa’da değil, tüm dünyada karşı karşıya bulundukları büyük sorunlar var. Bu büyük sorunların yarattığı sonuçlardan bir tanesi şu; Kamuoyunda sık sık şöyle bir kanı hakim oluyor, deniyor ki, sosyal güvenlik sistemleri 19 veya 20 yüzyıl sistemleri, ama artık 21 yüzyılda bu sistemlerin herhangi bir anlamı kalmadı deniliyor. Ayrıca, 20 yüzyılda geliştirilen modellerin de hatta daha erken yıllarda geliştirilmiş modellerin de artık işlevinin kalmadığı söyleniyor. Ve tabii özellikle sosyal sigorta sistemi modelinden bahsediliyor, bu iddialar ileri sürülürken. Bu güçlüklerin temelindeki nedenlerden bahsetmeden önce etkilerinden de bahsetmek istiyorum.
Sosyal güvenlik sistemlerinin yeniden ele alınmasında bu güçlüklerin büyük payı var.
Konuşmamın daha sonraki bölümlerinde bu sorunların ne gibi sonuçlar doğurduğunu diğer bir deyimle Avrupa’da olsun, dünyanın başka yerlerinde olsun, devletlerin bu sorunların üstesinden gelebilmek için neler yaptığını açıklamak istiyorum. Mesela, demografik sorunlar. Çünkü sistemlerin çoğunun temelinde bu demografik sorunlar yatmaktadır. Bunların üstesinden gelinmesinde devletler neler yapıyor, bunlardan bahsedeceğim.
Konuşmamın sınırlarını sosyal sigorta ile sınırlamak istiyorum. Tabii iş hukukunun da belli etkileri var. Çünkü sosyal güvenlik sistemleri iş hukukundan türetilen sistemlerdi. Ve iş hukukunda da belli sorunlara yol açmaktadır, bugünkü sosyal güvenlik sistemlerinin durumu. Mesela, sigortaların rolünün yeniden tanımlanması gerekmektedir. Bu saptamayı yapıyoruz. Ayrıca bireysel çalışma hukukunun iş sözleşmesiyle çalışanın korunmasının, tüm bu konuların yepyeni sorumlulukları beraberinde getirdiğini biliyoruz. Mesela, bugün Almanya’da kendimize şu soruyu soruyoruz. “Normal, tipik iş ilişkisinin ötesinde bugün istihdamı koruyabilmek için acaba hukuk ilişkileri içinde de bazı koruma mekanizmaları geliştirilse daha iyi olmaz mı” diye sorular soruluyor. Çünkü, evet belki geleneksel iş ilişkisi hâlâ var ama belli korumaların değişmesi gerekiyor. Mesela artık bir bilgisayarcı bir şirketin parçası olmaktan çıkmış durumda, evinde, bir yerlerde çalışıyor, bir yerde serbest meslek erbabı gibi işini yapıyor ama yine de hiç korumaya muhtaç olmayacak kadar bağımsız değil bu insan. Bu örneği verdim çünkü bütün bu yeni gelişmeler, iş ilişkilerini, iş sistemlerini ve iş hukukunun da yeniden irdelenmesi gibi sorunları beraberinde getiriyor. Ama bu sorunlara girmeyeceğim.
Konuşmamın birinci bölümüne geçiyorum. Bugün karşı karşıya kalınan güçlükler nedir, sosyal güvenlik sisteminin sorunları nelerdir? Bunları beş başlıkta topluyorum. Tabii listeyi uzatmak mümkün ama ben beş ana başlık vermek istiyorum.
İstihdam yapısının değişmesiyle ilgili sorunlar var. Tarihi akışa bakınca, bugüne gelinirken bir sanayi toplumu bir yerde çiftçilik ve zanaat toplumundan gelişen bir sanayi toplumu olmuştur. Ve bu sanayi toplumunda geçerli olan iş ilişkileri, istihdam yapıları vaka bugün hâlâ mevcutturlar. Ama çalışmanın, iş bulmanın başka şekilleri de olabilmektedir bugün. Ve bunlar tipik iş ilişkisi ile serbest meslek erbabı ilişkisi arasında bir yerlerde yer almaktadır. Hizmet sektörü bugün istihdamın tipik bir şeklini teşkil etmekte ve hizmet sektöründe farklı kurallar, farklı süreçler geçerlidir. Tipik bir sanayi işçisi için geçerli olanlardan çok farklı kurallar geçerlidir. Bu yeni istihdam yapılarını tanımlayan en önemli unsurlardan bir tanesi iş ilişkisidir. İş ilişkisi 14 ile 40 yaş arasında bir yerlerde başlar, ve 50’li, 60’lı yaşlara kadar devam eder. Bugün artık bu ilişki bir istisna olmuştur. Bugün tipik olan bağımsız çalışanlar vardır. Bugün çalışanlar birbirinden çok farklı meslekleri yürütmek durumunda kalmaktadırlar. Çalışma süreleri zaman zaman inkıtaa uğramaktadır, ara ara işsiz kalmaktadırlar, ara ara serbest meslek erbabı olarak çalışmakta, ara ara yine belli bir yere bağımlı çalışmaktadırlar. Bütün bu yeni gelişmelere göre sosyal güvenlik sistemlerinin değişmesi ve ayak uydurması gerekmektedir. İnsanlar artık serbest meslek erbabı olmaya daha yatkın davranıyorlar, bizim onlarla bir işimiz olamaz diyemez, bu istikrarsız çalışma yapılarını da güvence altına almalıdır sosyal güvenlik sistemleri. Yani bu değişen iş yapılarına, iş ilişkilerinin ötesinde başka talepler de var. Böyle kuralların geçerli olduğu toplumda başarılı olmanın kuralları da değişiyor. İnsanlara yüklenen talep profilleri değişiyor. Bunların da sosyal güvenlik üzerinde etkileri var şüphesiz. İş piyasasının tamamını etkiliyor bu faktörler. Demek ki birinci karşı karşıya kalınan sorun iş ilişkilerinin, istihdam kurallarının değişmesi.
İkinci başlık; yüksek işsizlik. Bugün, sosyal güvenlik sistemlerinin karşı karşıya bulunduğu en yeni güçlüklerden bir tanesi ki yeni olmaktan da çıktı bunlar ama, tam olarak çözümlenmiş değil, işsizlik sigortası sistemlerinin geliştirilmesi. Bazı ülkelerde işsizlik sigortası sistemleri daha uzun yıllardan beri mevcut. Türkiye’de yeni uygulamaya konuldu. İşte bu işsizlik sigortası sistemleri her şeye rağmen yüksek işsizlik oranlarının etkilerini tam olarak gidemiyorlar. Bir telafi getirmekten tam olarak uzaklar, ve bu yüksek işsizlik oranları sadece işsizlik sigortasını bir sektör olarak etkilemiyor. Diğer sosyal güvenlik alanlarını da etkiliyor. Mesela, sosyal güvenlik sisteminin yaşlılık sigortası, hastalık sigortası veya sağlık sigortası gibi alanları da etkileniyor. İşsizlik nedeniyle, sigorta sistemlerinde, sosyal güvenlik sistemlerinde sorunlar ortaya çıkıyor, yani katkı paylarının ödenmemesi nedeniyle gelir kaynağı azalıyor.
Üçüncü sorun alanı, aile yapılarının değişmesi. Aile yapıları tabii bir ülkeden diğerine pek farklı olabilir ama yine de bazı eğilimler var. Bu ortak eğilimler şunu gösteriyor; aile yapıları geçtiğimiz yüzyıllardaki istikrarını kaybetmiş durumda. Yeni aile şekilleri var, mesela tek ebeveynli aileler var artık. Tek ebeveynli aileler sorunu da sosyal güvenlik sistemlerinin bir meselesi, tek başına çocuk yetiştirmek durumunda olan insanların, bir yandan çocuk yetiştirirken, öbür yandan hayatını kazanmayı icra ederken kendilerine nasıl yardımcı olunabilir? Bugünkü sosyal güvenlik ve istihdam sistemleri bu sorunla baş edebilmiş değiller, bu tamamen yepyeni bir olgu. Ve sistemlerin de kendisini buna göre ayarlaması gerekiyor.
Dördüncü başlık, genelde bu ilk zikredilir, demografik sorunlar. İki alana ayrılırlar. Bunlar birbiriyle hep de ilişkili olmayabilir. Ama kümülatif olarak birbirini etkilerler. İlki şudur, yaşam beklentisi eskiden olduğu gibi bugün de ülkelerin çoğunda yükselmeye devam ediyor. Burada da temkinli olmak gerek. Bazı devletler de var ki ne yazıktır insanların yaşam beklentisi kısalıyor, mesela orta ve doğu Avrupa’daki dönüşüm ülkeleri diyelim. Rusya federasyonunda yaşam beklentisi azalmakta, düşmekte. Bunun nedenlerini tam olarak açıklamak kolay değil. Yaşam koşullarının iyi olmaması nedenlerden birisi olabilir. Ama, sorumlu olabilecek faktörlerden birisi de her ne kadar dolaylı da olsa trafiktir. Trafik kazalarında ölenlerin sayısı gün geçtikte artmakta. Bu da ayrı bir eğilim olarak tek başına incelenmesi gereken bir sorun olabilir. Ama her hâlükârda şunu söylemek mümkün, yaşam beklentileri yükseliyor, bu bir genel eğilim ve eskiden olduğu gibi kadınlarda yaşam beklentisi erkeklere kıyasla daha yüksek.
Beşinci sorun başlığı, bu giriş konuşmasında da değinilen küreselleşme sorunu. Küreselleşme, yeni bir olgu değil. Küreselleşme devletlerin sınırların ötesine taşarak böyle bir gelişim insanlığın modern tarihinde hep olmuştur, ama bugün bu küreselleşmenin yepyeni bir niteliğe ulaştığını görüyoruz. Geçmiş yıllara kıyasla bugün küreselleşme çok farklı bir nitelik kazanıyor. Küreselleşmeden bahsederken ve bunun somut sonuçlarını irdelerken, şunu da vurgulamak gerek. Bir küreselleşmeden ne anlıyoruz, küreselleşme bir seyyaliyet demektir. Pek çok alanlarda sanayi aktiviteleri, endüstri aktiviteleri hareketlenir, belli aktiviteler belli ülkelere yoğunlaşmış olmakla kalmaz, bunlar çok uluslu şirketlerin elinde devletler ötesi bir alana yayılırlar. Tabii zaman zaman bu bazı ülkeler, bunların üzerinde, bu çok uluslu şirketlerin üzerinde bir baskı uygulamaya çalışırlar ama bu da o şirketler indinde bir müstehzi tebessüm oluşturmaktan başka bir sonuç yaratmaz. Mesela, Daimler Chrysler firmasına belli kurallar empoze etmek kolay bir şey değildir. Çünkü, bütün bu firma ve benzer firmalar endüstri aktivitelerini bir ülkeden alıp başka bir ülkeye nakletme gücü ve imkânına sahiptirler. Ve, dolayısıyla bir anda görüyoruz ki devlet erkinin uygulanması -ki devletler hukukunun en temel faktörlerinden birisi-, bir ülkenin kendi sınırları içinde faaliyetlerini sürdürme hakkı, artık böyle bir hak işlerliğini kaybetmiş durumda. Bunun sonucu daha henüz ciddi olarak tartışılmadı. Tek tek bu tartışmalar yapılıyor ama devlet erkinin sınırlar ötesi uygulamasının yapılamamasının sonuçları tam olarak irdelenmiyor, yani sanayi faaliyetlerinin, endüstri faaliyetlerinin seyyaliyeti küreselleşmeye yol açtı.
Aynı şey sermaye için de söylenebilir. Sermaye de artık seyyaliyet kazandı, bir finans müdürü, bir para birimini şu veya bu hesaplamayı uygulamak suretiyle negatife indirebiliyorsa, işte bu seyyaliyetin bizi nerelere götürebileceğini anlamak mümkün.
Bir de tabii çalışanlar artık seyyal hale geldi. Çalışanlar sadece bir ülkede çalışmak zorunda değiller, bir ülkeden diğerine sınırlar ötesi hareket içinde geçebilirler. Peki, tüm bu zorlukların sosyal güvenlik sistemleri üzerindeki etkileri, yarattıkları sonuçlar ne olmuştur, iş hukukuna girmek istemiyorum. Bu iş hukukuyla ilgili konular son derece önemli olmakla birlikte, ben konuşmamı sosyal güvenlikle sınırlayacağım.
Evvela belli genel eğilimlerden bahsedeceğim. Genel hususlara ilişkin bazı eğilimleri dile getirdikten sonra sosyal güvenlik içinde yer alan münferit alanlardaki sorunlardan bahsetmeye çalışacağım.
Genel eğilimler; bugün belirtildi, denildi ki şu soru soruluyor ve tartışılıyor. “Acaba sosyal güvenlik artık hâlâ devletin bir görevi olmaya devam ediyor mu yoksa sosyal güvenlik bugün artık özel kurumların, işverenin veya bireylerin görevi haline mi geldi”. Yani soru şu, “sosyal güvenliğin sağlanması devletin görevi midir, yoksa bu görevin uygulanması acaba özelleştirilemez mi?”. Şimdi özelleştirme kelimesi pek çok sektörde dolaşıp duruyor. Bu özelleştirmenin sosyal güvenlik alanında ayrı bir anlamı var. Soru şu, “Acaba devlet sosyal güvenlik sistemleri için ne gibi sorumluluklar taşımaktadır ve ne gibi sorumluluklar taşımalıdır?”. Biz kendi enstitümüzde bu konuyla ilgili epeyce araştırma, inceleme yaptık. Almanya’da, devlet artık kendisini sosyal güvenlik sisteminin dışına çekmeye çalışıyor, bu sorumluluğu üstlenmek istemiyor. Batı Avrupa’daki sosyal güvenlik sisteminde, mevcut durumda şunu görüyoruz. Eskiden olduğu gibi bugün de devlet sosyal güvenliğin sağlanmasında hâlâ sorumlu kurumlardan birisi. Tüm modern devletlerde şunu görüyoruz. Sosyal devlet olma niteliği yani devletin sosyal güvenliği sağlama yükümlülüğü hâlâ temel bir unsur, modern devletin temel bir unsuru olarak görülüyor. Bu anayasada yazılı değil, sosyal devlet olma olgusu anayasalarda yer almıyor, sosyal hakların ne olduğu anayasalarda bazen yazılıyor, bazen yazılmıyor. Ama bunların yazılı olmadığı İngiltere gibi ülkelerde bile devletin sosyal güvenlik konusundan sorumlu bir kurum olduğu asla yadsınmıyor, tartışılmıyor.
Bu sorumluluğun taşınmasında illa ki yasaların devlet tarafından uygulanması, örgütlenmesi gerekmiyor. Önemli olan devletin yasama yetkisini, bu konuda elinde bulundurması. Bu temelde herkesçe kabul ediliyor, aynen geçmişte olduğu gibi.
Aynı zamanda bu özelleştirme fikri, bir dizi başka etkiyi de ortaya çıkarıyor, bunları irdelerken de şu soru soruluyor, “acaba bugüne kadar yürütülmesi gereken sorumluluk hakikaten bu sistemler tarafından mı yürütülmeye devam edilmeli, yoksa bunlar kısmen bireylere veya işverene aktarılabilir mi?”. Bu çerçevede gene şu soru soruluyor; “Malullük riski, yani şu veya bu nedenle iş yapamaz hale gelme durumu, gerçekten bir yaşlılık sigortası çerçevesinde mi ele alınmalı, yoksa bu risk tamamen işverene mi yüklenmeli yoksa tamamen özel bir sigorta akdi içinde mi yer almalı?”. Örneğin Hollanda’da bundan birkaç yıl evvel böylesine bir özelleştirme denemesi yapıldı. Hollandalıların çok yüksek bir malullük oranı vardı. Ve, işsizlik sorununu bu malullük sigortası ile çözdüler, bunun muazzam bir maliyeti oldu. Şöyle yapmaya çalıştılar, malullük riskini özelleştirdiler, yani görevi işverene yüklediler. Malullük halinde, iş yapamaz hale gelen işçinin tazminatının ve işsizlik maaşının ödenmesi işverene yüklendi. Burada, devlet böyle bir uygulama ile sosyal devlet olarak sorumluluğundan asla kurtulmuş olmuyor. Çünkü, bu alınan önlem karşısında işverenin tepkisi ne oldu?. İşverenin verdiği tepki şu oldu. Bir ayarlama politikası yaptı, ayarlama incelemesi yaparak, mümkün mertebe malul olmayacak insanları işe almaya çalıştılar. Yani istihdam edilirken insanlar, belli bir genetik incelemeye tabi tutuldular, daha sonra ortaya çıkabilecek hastalıkları var mı incelemesinden sonra işe alındılar. Böylesi bir inceleme, uygulama muazzam riskleri ve tehlikeleri de beraberinde getiriyor. Allahtan Hollandalılar bunun çok çabuk farkına vardılar. Ve devlet olarak belli kurallar getirdiler. Bu kurallarda kesinkes şunlar söyleniyor. Bir işveren bir işçiyi işe alırken, hangi incelemeleri yapabilir, hangilerini yapamaz, böylesi bir sağlıksal tercihi ellerinden almaya çalıştılar işverenin. Bunun işlerliği olup olmadığı konusunda benim ciddi tereddütlerim var. Bu gen sorunu büyük bir problem, bu da henüz işverenlerin de tam olarak farkına varmadığı büyük riskleri beraberinde getiriyor. Onun için sosyal güvenlik çerçevesinde bu gibi yükümlülüklerin işverene verilmemesi daha doğru. Bunu tartışmak mümkün, zaten tartışılıyor. Bugün daha resmen bu yöntemin büyük problemlere yol açacağı görülmektedir.
Bu özelleştirmenin bir örneği, başka örnekleri de var. Başka örneklerde sosyal güvenliğin örgütlenmesiyle ilgili. Kim örgütleyecek sosyal güvenliği, devlet kurumları yapmalı ki bunların bazıları emeklilik ödentilerini yöneten kurumlar olabilir, yoksa bunlar Şili de olduğu gibi tamamen özel kurumlar mı olmalı? Başka devletlerde de bunun örneğini görüyoruz. Özellikle Güney Amerika ülkelerinde Şili modeli benimsenmiş durumda. Avrupa modeli, aslında Bismarck tarafından geliştirilmiş bir modeldir ve bir ara modeldir. Sosyal güvenlik kendi kendilerini yöneten kurumlar tarafından yönetilirken, bunların sistemin işlerliğini kaybetmemesi için gerçekten öz yönetime sahip olmalarını gerektirmektedir. Bu kurumlar yalnızca biçimsel bir öz yönetimi örneği olmamalıdırlar. Ve bu sosyal güvenlik kurumlarının devletle olan ilişkileri de çok önemlidir. Devlet veya maliye bakanı bu kurumların kasalarına, sosyal güvenlik kurumlarının kasalarına direkt el uzatabiliyorsa, o zaman bu kurumların öz yönetimi ciddi bir öz yönetim değildir, sadece sanal bir öz yönetimdir. Yani, bu kurumların öz yönetimi finansal yetkileriyle ölçülür, en önemli kıstas budur. Bu pek çok ülkede yaşanan bir sorun olmuştur. Şöyle ki, maliye bakanları kamu maliyesinin getirdiği zorluklar nedeniyle ki bunlar çok ülkede vardır, bu sosyal güvenlik fonlarına şu veya bu şekilde el atmak ve kendilerine bağlamak çabası içinde olmuşlardır. Sosyal sigorta kurumlarının buna direnirken ne derece başarılı oldukları değişken bir olgu.
Almanya’da en başarılı olduğunu söylemek istemiyorum ama bir imkânı yansıtıyor. Özerk özel mali anayasayı geliştirmek suretiyle, yani şöyle söyleyeyim. Bu sosyal sigorta kurumlarına kendi finansal işlemlerini kendileri yürütme hakkının anayasal bir hak olarak garantilenmesi devletin kurumlarının mesela maliye bakanlığının, onların fonlarına el uzatması imkânını ortadan kaldırır. Bu bir ara yoldur. Tam bir koruma getirmez, bunu da iddia etmek istemiyorum. Ama yine de uluslararası bir kıyaslamada yine şunu söylerim ben, sosyal sigortanın bir organizasyon şekli olarak bu öz yönetimi, en uygun bir uygulama veya kıstastır. Bunun hem sosyal sigorta kurumlarının kendi yönetiminde hem de devlet yönetiminde garantilenmiş olması gerekir.
Bazı durumlarda sosyal sektör direkt olarak devlet bütçesinden finanse edilir. Mesela İngiltere örneğini alalım, sağlık sigortası bir devlet sistemidir. Yani, verilen sağlık hizmetleri devletin bu konuda sağladığı imkânlar kadar olmaktadır. Yani eğer devlet tarafından sağlanan imkânlar kısıtlıysa, sağlanan sağlık hizmetleri de kısıtlı olur. Bu sistemin de sosyal olarak sorumluluğu taşınabilecek bir sistem olduğunu iddia etmek zor. Ama gerçekten sosyal bütçeyi genel bütçenin bir uzantısı veya bir eki olarak görmenin bir sonucudur bu durum. Yani devlet bütçesinde ne kadar imkân varsa o kadar emeklilik maaşı ödenecektir denebilir. Veya savunma bütçesine daha fazla para harcanması gibi bir önceliği varsa bir devletin o zaman sosyal alanlara ayrılan ödenekler az olabilir.
Ben, kurumsal olarak garanti altına alınmış bir sosyal sigortadan bahsediyorum. Devlete karşı bunun garantilenmesi gerekir ve bunun bir optimal değer olarak gerçekleşmesi gerekir ki, daha sonraki özelleşmelerin karşısında da bir önlem olabilir bu.
Bir başka problem de dünyanın pek çok ülkesinde şu şekilde karşımıza çıkıyor, finans meselesi. Daha önce buna değindim. İlke olarak sosyal güvenliğin finanse edilmesinde ya devletin bütçesinden bu finansmanın sağlanacağını ya da sosyal sigorta primleri aracılığıyla yapılabileceğini söyledim. Özellikle ikinci seçeneği benim tercih edeceğimi dile getirdim. Ama AB’de şu anda pek çok görüş üretilmekte, bunların hedefi, bu sigorta primlerinin oranlarının azaltılması yönündedir. Zira, işverenin sosyal sigorta primi olarak ödemek zorunda kaldığı para maliyet faktörünü artırmaktadır. Emeği pahalı yapmaktadır ve dolayısıyla uluslararası rekabette bu olumsuz bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Şu esnada Almanya’da bu konuda gerçekten dehşet verici bir tartışma yaşanıyor. Bu primlerin mutlaka indirilmesi yönünde bazı baskılar karşısında. Eğer bu primler indirilmezse Alman ekonomisi çökecek deniyor. Ben buna fevkalade şüpheyle karşı çıkıyorum. Bir ekonominin başarılı olması ancak onun üretici olmasına, verimliliğine bağlıdır. Elbette sosyal sigorta primleri bir maliyet faktörüdür ama bu herhangi bir başka maliyet faktöründen daha farklı değildir. Öteden beri olduğu gibi pek çok Alman firması Almanya’da üretimlerini sürdürmektedirler, son derece yüksek sosyal edimler ödemektedirler, buna rağmen uluslararası planda gayet başarılıdırlar. Demek ki ya biz bir mucize yaratmak zorundayız ya da bu firmalar bu mucizeyi yaratıyor. Ya matematiğin kuralları onlar için geçerli değil ya da bir ekonominin verimliliği ve başarısıyla sosyal sigorta primlerinin yüksekliği arasında ters bir ilişki olacağına dair olan bu tez geçerli değil. Ben bir hukukçuyum, ekonomi konusunda bir şey söylemek haddimi aşar ama bu tezin doğru olmadığı sonucunu çıkarmak hiç de yanlış olmaz. Sosyal sigorta konusunda bu tür teorilere ön yargıyla yaklaştığımı ifade edeyim.
Finansman problemindeki esas mesele şudur. Uzun vadeli riskler için, mesela yaş riski yahut bakıma muhtaç kişiler riski gibi, sosyal sigortalarda yeni bir biçim geliştirildi. Bakıma muhtaçlar için sigorta şeklinde. Bütün bunların işte bu dağıtım yöntemi içinde bugüne kadar olduğu gibi kaynak aktarımı şeklinde finanse edilip edilmeyeceği sorusu karşımıza çıkmaktadır. Burada demek ki esas olarak bireysel kapitalizasyon yöntemi uygulanmak durumunda olunacaktır. Yani o kadar çok fazla sosyal sigorta primi toplanmalı ki bu doğrudan doğruya emeklilere, bu sigortalardan yararlananlara dengeli bir şeklide aktarılabilsin. Bu dağıtım yönteminin esasını oluşturmaktadır. Bu dağıtım yönteminde bu tür teknik bir likidite olmaksızın mümkün bir başarı söz konusu değildir. Ama her zaman bu imkân dahilinde olmuyor.
Almanya’da da olmuyor; sosyal sigortalarda bu tür sermaye olduğundan sosyal sigorta her zaman mesela maliye bakanlarının tutumlarına karşı çıkma cesaretini, direncini kendisinde görmemiştir. Eğer maliye bakanı bu var olan likit fonları kendisi kullanmak istediği zaman şöyle söylemek istiyorum. “Bu maliye bakanlarının biz önünü kesemezsek o zaman bu paraya sahiden ihtiyacımız var mı” diye bir soru ortaya çıkmış. Olmadan da başarıya ulaşılabileceği zamanında bir ihtimal olarak ileri sürülmüştür. Bu sorunun yeniden birçok ülkede gündeme getirildiğini şu anda görüyoruz. Deniyor ki demografi ile ilgili doğan problemler ancak ve ancak bireysel olarak kapitalizasyon yöntemi ile karşılanabilir. Yani yeniden bu sermaye biriktirilir ve bu biriken meblağdan da daha sonra emeklilik mesela karşılanabilir. İlke olarak bir hayat sigortası gibi çalışacak, daha önceden biriktirilecek ve daha sonra size bu bir şekilde geri dönecek.
Burada da çeşitli farklı görüşler ve tartışmalar vardır. Acaba bu bireysel kapitalizasyon yöntemi istenen mucizeyi gerçekleştirecek mi, yani nüfusa bağlı, demografik problemi çözmeye yeterli olacak mı gelecekte, daha az prim alınacağı ve daha fazla ödeme yapılacağı göz önünde tutulacak olursa. Eğer elimizdeki sermaye stoku yeterince büyükse o zaman tabi herkes bundan pekala yararlanabilir, baştan bu para biriktirilmiş olursa. Ama karşımıza şöyle bir problem çıkmakta. Bu sermaye sanki çil çil altınların biriktirilmesi şeklinde toplanmaz. Ancak ekonominin içinde biriktirilir, bir sonraki dönemde çok sayıda emekli sizden para isterse ve ekonomi bunu üretemezse, ekonomik olarak o zaman bütün bu bireysel kapitalizasyon yöntemi işinize yaramaz, ortaya bir enflasyon çıkar ve bu çözümü yetersiz kılar.
Ekonomistler buna karşı şunu söylüyorlar, evet enflasyon olabilir ama bu ulusal ekonomi açısından doğrudur ama küresel bakmamız gerekir, başka ekonomilerle olan ilişkiler açısından değerlendirmek gerekir ve bu parayı başka ekonomiler içinde de biriktirmek mümkündür ve o zaman pekala istenen neticeye varılabilir. Ama bunun kanıtını bugüne kadar hiç kimse koymuş değil.
Bu noktada uluslararası eğilimin şu olduğunu söyleyebiliriz. Büyük riskler, öteden beri olduğu gibi, alışılmış dağıtım yöntemiyle karşılanma yoluna gidiliyor ve evet bazı yaşlılık sigortası sistemleri bireysel kapitalizasyon sistemine dönüşmüştür, fakat bunun da çeşitli modelleri vardır. Yani uluslararası planda ağır basan eğilim karma çözüm yönündedir.
Şimdi üçüncü bir eğilimden söz etmek istiyorum; bu da korumanın ne şeklide biçimlendirileceği. Bismarck’tan günümüze bütün kuzey ülkeleri için geçerli olan model çalışanların sigorta edilmesiydi, yani bağımlı bir iş akti içinde çalışanların bu sigortaya tabi olması esas, bağımsız çalışanlar bu sigortanın dışında tutuluyor idi. Acaba bu sistemi yürütmek mümkün olacak mıdır, bununla ilgili de çeşitli modifikasyonlar var. Tabii bunları teker teker ele almam mümkün değil. Müsaadenizle tek bir nokta üzerinde durmak istiyorum. Genel bir eğilim olduğu için, özel trendleri belki de tartışma esnasında ele almamız daha doğru olur, sağlık sistemi, yaşlılık vs. konularıyla ilgili olarak.
Burada tek bir eğilim üzerinde duracağım, bu da sosyal güvenlik sisteminde uluslararasılaşma eğilimi olarak karşımıza çıkan eğilimdir. Sosyal güvenlik ilk başta ulusal sistemin bir parçası idi, sosyal sigorta ve sosyal güvenlik. Hem pratik hem de teorik olarak o ülkelerin sınırlarından sonra geçerli değildi, o devletin sınırları ötesinde bir düzenleme yetkisi yoktu ve sınırlarla beraber biterdi, kendi ülkesinde ancak geçerli olan bir takım kurallardan oluşmaktaydı. Ama artık günümüzde geçerliliğini yitirmiştir. Bugün sosyal politikaların uluslararasılaştığını görüyoruz. Bu da zorunlu bir şeydir, zira ekonomi küreselleşmiştir. Ekonomik kararlar küresel planda alınıyor, daha önce bunlara değindim. Buna aynı zamanda sosyal güvenliğin de artık sadece ulusal düzeyde düzenlenip karara bağlanamaması gereği, tam tersine uluslararası bir takım yöntemlerin geliştirilmesi gereği tekabül eder.
Bunu birkaç örnekle açıklamak istiyorum, uluslararası bir takım standartlar vardır ve bu standartlar asgari bir korumayı tespit ederler, birleşmiş milletlerin uluslararası çalışma örgütü bunu tespit eder. Sosyal güvenliğin bir takım belirleyici, koordine edici kuralları vardır, kendi ülkeleri dışında yaşayan insanları da bu sistemler kapsar ve bu sistemler şu esnada gerçekten milyonlarca vakayı koordine ederler. Mesela Türk çalışanlarının Almanya’da sosyal sigortalardan yararlanmasını düzenler ve Türkiye’ye döndükten sonra da mümkün kılar. Bu bence muazzam bir edim, eski sadece belli bir toprağa nazaran çok daha önemli ve ileri bir adım, bunun da mutlak surette savunulması ve muhafaza edilmesi gerekmektedir.
Bu konuda deneyimin de devletler arasında değiş tokuş edildiğini görüyoruz. Türkiye bundan kısa bir süre önce işsizlik sigortası getirdi, henüz sistem tam değil, uygulamaya yönelik bazı kurallar henüz vazedilmiş değil. Ne var ki bu uygulama kurallarının iyi işler olması son derece önemli. Bunu tespit edebilmek için de başka ülkelerde nasıl işlediğini veya işlemediğini incelemek lazım. Yanlışlardan, hatalardan da öğrenmek mümkündür. Hakeza sistemler arasında hukuk mukayesesi yapmak, deneyimleri değiş tokuş etmek suretiyle bir takım hatalardan baştan kaçınmak mümkün olacaktır. Özellikle bütün dünyada, Avrupa Birliği çapında bu deneyim değiş tokuşunun gerçekleştirildiğini görüyoruz. Mesela, dünyada yaşlılıkla ilgili bir plan geliştiriliyor ve burada tartışılan şu, acaba bütün dünyada yaşlı kuşakların güvence altına alınması için ne gibi yöntemler geliştirilmiştir, bunlardan hangisi daha iyidir? Sadece sermaye nerede en iyi çalışır, işe yarar gibi bir sorudan ibaret değildir bu. Yaşlılığı biçimlendirmek şeklinde de mümkündür. Ve devletin bu noktadaki görevleri hangileridir? AB bir sosyal birlik değil, ama buna rağmen şu esnada bir takım yeni yöntemler geliştirilmek suretiyle üye devletlerin sosyal politikası hakkında tartışmalar sürdürülüyor. Bir takım yöntemler geliştirilerek sosyal sigorta ve güvenlik sistemlerinin hangi yönde geliştirilmesinin doğru olacağı bulunmaya çalışılıyor, Avrupa Birliği çerçevesinde bir Avrupa Sosyal Politikası geliştirilmek isteniyor. Bence bu konuda yeterince resmi bilgi olmamasına rağmen önemli bir gelişme.
Zamanınızı aşırı aldım ama bana yönelteceğiniz bütün soruları yanıtlamaya hazırım.
Meryem Koray:
İkinci konuşmacımız Kemal Kılıçdaroğlu. 1948 doğumlu, 1971 yılında Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisinden mezun oldu, aynı yıl hesap uzman yardımcılığını kazanarak maliye bakanlığına girdi. 1983 yılına kadar hesap uzmanlığı görevini sürdüren Kılıçdaroğlu, 1983 yılında Gelirler Genel Müdürlüğüne daire başkanı olarak atandı. Daha sonra aynı genel müdürlükte genel müdür yardımcısı olarak görev yaptı. 1991 yılında BAĞKUR’a, 1992’de SSK Genel Müdürlüğüne atandı. 1994 yılında Ekonomik Trend dergisince konusunda yılın bürokratı seçildi. Kısa bir süre Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığında müsteşar yardımcılığı da yapan Kılıçdaroğlu Ocak 1999 tarihinde kendi isteği ile SSK genel müdürlüğünden emekli oldu. 1948 Türkiye İktisat Kongresi, Kayıt Dışı Ekonomi ve Bürokraside Yeniden Yapılanma, İşsizlik Sigortası Kanunu: Yorum ve Açıklamalar adlı üç kitabı var Kılıçdaroğlu’nun. Bunun dışında da birçok dergide yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunmakta. Evli ve üç çocuk babasıdır, gerçekten Türkiye’de Sosyal Sigortalar Kurumu genel müdürlüğünde bulunmuş, bunu uygulamalarıyla içinden yaşamış saygıdeğer bir bürokrat. Şimdi bize Türkiye’de yaşanan sorunlar ve tartışmalarla ilgili derinlemesine bilgiler verecek.
Kemal Kılıçdaroğlu:
Şimdi, sosyal güvenlikte şöyle bir sorun var. Bir uluslararası yaşanan ortak sorunlar, aşağı yukarı bütün ülkelerin yaşadığı sorunlar. İki, her ülkenin sosyal güvenlikle ilgili olarak kendi karşılaştığı özel sorunlar. Sayın Maydell büyük ölçüde uluslararası sorunları ve sosyal güvenliğin karşılaştığı sorunları anlattı. Ama uluslararası alanda karşılaşılan sorunları da yine kendi içinde bölümlemek gerekiyor. Gelişmesini tamamlamış olgun ekonomilerde sosyal güvenliğin karşılaştığı sorunlar ve az gelişmiş ülkelerdeki sosyal güvenlik sistemleri, bu sistemin yetersizlikleri ve karşılaştıkları sorunlar. Biz biraz böyle ara dönemde ara yerde olan bir ülke olduğumuz için bizim sorunlarımız hem gelişmiş ülkelerin yaşadığı sorunlarını yaşıyoruz, hem de kendi ülkemizin siyasal yapısından, ekonomisinden kaynaklanan sorunlar var, bunların sosyal güvenliğe aktardığı sorunlar var, bunları yaşıyoruz.
Birçok alanda sosyal güvenliğin özellikle gelişmiş ülkelerde tartışılmasının üç temel nedeni var, birincisi artan sosyal güvenlik harcamaları. Özellikle, sağlık alanında kontrol edilemez, teknolojinin de gelmesiyle artan maliyetler var. Bu maliyetler bir süre sonra sosyal güvenlik sistemindeki fonları erittiği gibi devlet bütçesinden her yıl giderek artan ciddi katkıları zorunlu kılıyor. O halde, tartışılan konular acaba biz bu harcamaları nasıl kısabiliriz.
İkincisi, maliyet olayı var. Özellikle işçi istihdamının getirdiği, yüksek ücretlerin getirdiği, katkı paylarının işverene getirdiği yükler nedeniyle, emek yoğun sektör sanayiden teknoloji yoğun, emeği bir anlamda devre dışı bırakan ve mümkün olduğu kadar maliyetleri düşürerek birçok alanda rekabet olanağı sağlayan teknolojinin girmesiyle beraber işsizlik ve bunun getirdiği bazı sosyal sorunlar var. Bunlar kendi içinde değerlendirildiğinde her ülkenin politikacısının ve bilim adamının çözüm yolu arama gibi bir görev üstlendiğini görüyoruz.
Üçüncü konu da sosyal güvenlik sisteminin açık vermesiyle beraber sistemin finansmanı için sürekli bir katkı payının artırılması gündeme geliyor. Sigorta prim oranlarının yükseltilmesi gündeme geliyor. Ve bunlar yapıldığı zaman da özellikle belli ülkelerde, kayıt dışının dar olduğu ülkelerde işverenlerin birçok alanda rekabet edememe gibi bir sorunları gündeme geliyor. O zaman sistem kendi içinde sorgulanmaya başlanıyor. Acaba biz sosyal güvenlik sistemini nasıl daha az iki taraf için de maliyetli bir duruma getirebiliriz? Tabii bu tartışma yeni değil. Ama bundan sonra da bu tartışmanın biteceği gibi bir şey görünmüyor. Önümüzdeki dönemde de ağırlıklı olarak götüreceğiz.
Şimdi niçin sosyal güvenlik diye kendimize sorduğumuzda, aslında tek bir yanıtı var bunun, geleceğine güvenle bakan, daha mutlu bir toplum yaratmak. Bu tartışmaların olduğu bir yerde acaba biz geleceğe güvenle bakan mutlu bir toplum yaratabiliyor muyuz? Kişi emekli olduğunda insanca geçinebileceği bir gelir aldığında, kişi hastalandığında daha iyi koşullarda tedavisinin yapıldığı, özellikle çekirdek aile yapısının gittikçe değişerek, - bir rakam vereyim, İsveç’te şu anda tek ebeveynli aile oranı, yani evlilik dışı çocuk oranı yüzde 35’lere ulaşmış durumda. Geleneksel Osmanlı ailesi kentleşme ile zaten yok oldu. Şimdi çekirdek ailenin de anne, baba çocuktan oluşan çekirdek ailenin de süratle parçalandığını görüyoruz. Sistem, yeniden sosyal güvenlik alanında neler yapılması gerektiğini önümüze koyuyor. Bizim ülkemizin şöyle bir sorunu var. Bizim ülkemizde herkes sosyal güvenlik sistemine dahil değil, birinci sorunumuz bu. Yani, bu ülkede yaşayan insanların bir kısmı sosyal güvenlik sisteminden yararlanıyor. Ama bir kısmının henüz sosyal güvenlik sistemi söz konusu değil.
O konudaki 2001 yılı programından hemen rakamları sunayım. 1999 yılında sosyal güvenlik sistemi kapsamında olan sigortalı nüfusun oranı yüzde 91, genel nüfusun yüzde 91’i o kapsamda, yüzde 86’sı da sağlık sigortası kapsamında. Yani yaklaşık yüzde 15’i sağlık sigortası kapsamında değil, yüzde 9’u da herhangi bir sosyal güvenlik sistemine dahil değil. Kaçaklar hariç, yasal olarak olması gerekenler bu kadar.
Bizim birinci sorunumuz, nüfusun tümünün sosyal güvenlik kapsamına alınmaması. İkinci sorun, sistemde yaşanan büyük kayıt dışılık, kaçak istihdam. Belki gelişmiş ülkelerde ekonominin kurumlaşmasından ötürü kayıt dışılık biraz daha düşük, oransal olarak düşük. Ama bizim gibi ülkelerdeki bilim adamları ve uygulamacıların yaptığı tahminler aşağı yukarı çakışıyor, ekonominin neredeyse yüzde 50’sine varan ciddi bir oranda kayıt dışı istihdamın olduğu söyleniyor. DPT hane halkı işgücü verilerinden hareket edince bu rakam maalesef acı da olsa gerçek olarak karşımıza çıkıyor. Yine bizim ülkemizde yaşanan bir sorun, sosyal güvenliğe tabi olan insanlarımız, aynı standartlarda sosyal güvenlik sisteminden yararlanmıyorlar; Emekli sandığına tabi olanlar, SSK’ya, BAĞKUR’a tabi olanlar, yeşil kartlı olanlar, hiçbir sosyal güvenlik sistemine tabi olmayanlar, parlamentoda çalışan değerli milletvekillerimizin sosyal güvenlikleri.
Baktığınız zaman sistemde kendi yurttaşları arasında sınıf farklılıkları yaratan bir sosyal güvenlik sistemimiz var. Oysa sosyal güvenlik sistemlerinin temel amacı kendi yurttaşları arasında, insan olduğu için en azından belli sınıf farklılıklarını kaldırmak, yaratmamak. Gelirde bir anlamda eşitliği sağlamak. Zaten sosyal güvenliğin temel ilkelerinden birisi de ülkede gelir dağılımını olabildiğince dengeli hale getirmek. Bizim sosyal güvenlik sistemimizin yaşadığı bir diğer sorun, sosyal güvenlik kuruluşları arasında eşgüdümün olmaması. Örneğin, hizmet satın almada eşgüdüm yoktur, bypass ameliyatı için Emekli Sandığı farklı para öder, SSK farklı para öder, BAĞKUR farklı para öder, TBMM farklı para öder. Bütçe kanununa göre fiilen çalışanların, kamu görevlilerinin sağlık hizmetlerinin çok daha farklı para ödemesi çıkar ortaya. Bir standart birliği sağlama bizim sistemde henüz söz konusu değil.
Yine bizim temel sorunumuz; -bu gelişmiş ülkelerde çoğu kez yok, varsa da minimize edilmiş bu sorunlar- Teknoloji bizim sosyal güvenlik kuruluşlarımıza henüz girmiş değil. Sosyal güvenlik kuruluşları birer arşiv kuruluşudur, bir kişinin sisteme girdiği andan itibaren emekliliğine kadar, emekli olduktan sonra yaşamını noktalamasına kadar, evlenmemiş kızı varsa onun da ölümüne kadar o dosyayı tutmak zorundadır. Böylesine bir arşiv sistemini bulunduran bir sosyal güvenlik sisteminde eğer siz teknolojiden yararlanamazsanız o zaman sistemde ciddi aksaklıklar yaratırsınız, insanları mutlu kılmazsınız. Yine bizim sosyal güvenlik sisteminin yaşadığı sorun, sosyal taraflar yani işçi ve işveren kuruluşları aslında sosyal sigortanın enteresan bir yapısı var, işçi ve işveren kuruluşları çıkar birliği değil çıkar zıtlığı içinde olan kuruluşlar. Ama iki kuruluşun ortak yönetimi sosyal sigortalar, yani işçi ve işverenler sosyal sigortaların yönetiminde görev alırlar. İşçi ve işverenler yönetimde görev alıyorlarsa, o zaman bu kurumun sorunlarına sahip çıkmak bu kuruma dışardan gelebilecek politik müdahalelere özellikle kaynaklarının sağlıksız kullanımını engellemek açısından müdahale etmek ve orada bir anlamda fren görevi yapmak durumundalar. Ama bu işlevi de yapamadıklarını biliyoruz. Yönetimlerinde idari ve mali özerkliğinin olması gerekiyor. Şöyle bir örnek vereyim. SSK’da 1945’ten bu yana görev yapan genel müdürlerin ortalama görev süresi benim genel müdür olduğum dönemde bir yıl yedi aydı. Ben ayrıldıktan sonra bir yıl altı aya düştü. Bir yıl altı ayda bir kurumun, hele idari ve mali açıdan özerk olduğu söylenen bir kurumun yönetimine bir kişiyi getirmek ve bir süre sonra daha o kurumu tanımadan görevden almak, o zaman bunun adının idari özerklik olduğunu söylemek çok yanıltıcı olur.
Mali özerklik konusunda da bu kurumlar çok ciddi sorunlarla karşı karşıyalar. Kurumun kaynaklarının çok yanlış kullanıldığı, hatta çar çur edildiğini söylersek çok da yanlış bir şey söylememiş oluruz.
Kurumlar, sosyal güvenlik kuruluşları aslında birer fon kurumları. Çok ciddi kaynakların birikmesi gereken kuruluşlar. Bizim AB ülkeleriyle sosyal güvenlik alanında yaşadığımız bir diğer sorunumuz daha var. Henüz normalde karşılaşmamamız gereken bir sorunla biz çok erken karşılaştık. Bugün gelişmiş ülkelerde yaşlı nüfus çok fazla, genç nüfus az, genç nüfusun gittikçe artan yaşlı nüfusa daha fazla kaynak aktarması, birikimleriyle kaynak aktarması mümkün değil. Zorunlu olarak devlet bütçesinden kaynak aktarmak gerekiyor. Bizde daha henüz genç nüfus çok fazla. Ama öyle bir noktaya geldik ki bu genç nüfusumuz bile emekli ettiğimiz nüfusu finanse edemez noktaya geldi. Yani, 2050 yılında karşılaşabileceğimiz bir sorunu bugün Almanya’nın veya Fransa’nın veya İngiltere’nin karşılaşabileceği bir sorunla biz 1990’larda karşılaşmaya başladık. Bu da bizim için çok ciddi bir handikap.
Yine bizim ülkemizde sosyal güvenlik alanında yaşadığımız temel sorunlardan birisi, sosyal güvenlik kuruluşlarının kendi bünyelerinde bir kurum kültürü yaratmamış olmaları. Bu çok önemlidir. Bir Merkez Bankalı olmak, bir Ziraat Bankalı olmak, bir SSK’lı olmak, bir BAĞKUR’lu olmak gibi kurum kültürü yaratmak ve kurumda çalışan tüm görevlilerin kurum kaynaklarının sağlıklı kullanımı için özel çaba harcamaları, bu konuda çok duyarlı olmaları gibi bir kültür oluşturmak gerekiyor. Bu kültür başlangıçta vardı, ama bu kültür de süratle törpülendi. Ve şu anda kurum çalışanları bile bu kuruluşlarda çalışanlar bile kendi kurumlarının yasal statülerini doğru dürüst bilmiyorlar. Böylesine bir kurumsal yozlaşma yaşandı bu alanda.
Şimdi, sistem ağır ağır bütçeye yüklendikçe devlet başka çıkış arayışları içine girmeye başladı. Nasıl acaba bütçede yükü kaldırabilirim, birinci yolu ne? İşçi ve işverene biraz daha fazla yük getirmek, yani prim artırmak. İşçi ve işverene yük getirdiğinizde, sistem kaçak bir yapıya doğru gidiyor. SSK ile ilgili bir örnek getirdim. 2001 Ocak ayında kurumun aylık tahsilatı 448 trilyon lira iken, primler artırıldıktan sonra Mayıs 2001’de kurum tahsilatı 406 trilyon liraya düşmüş durumda. Yani, oranı artırıyoruz ama tahsilat düşüyor. Yani sağlıklı bir araştırma yapmadan, ciddi bir tahlil yapmadan, kişilerin direncini güçlendirebilecek bir yasal düzenleme yapmaktan vazgeçme gibi bir eğilim üzerine bir tartışmayı yapmadan “doğrudan doğruya ben yaparım ve sonucunu alırım” demek mümkün değil. İşte yapıyorsunuz ama sonucunu alamıyorsunuz.
Yine enteresan bir bulgu, Türkiye’nin güçlü ekonomiye geçiş programında, 2001 yılında, 2000 yılına göre, sosyal güvenlik alanında reform yaptığımızı iddia etmemize karşın sosyal güvenlik harcamalarının reel yüzde 25 daha fazla artacağı, bütçeye reel yüzde 25 oranında bir yük gelebileceği ifade ediliyor. Buradan çıkışı nasıl buluyor, Türkiye’nin gördüğü çıkış, bireysel emeklilik modeline doğru insanları yönlendirmek. Yasa çıktı ama henüz uygulaması başlamadı. Bu yönlendirme nasıl olacak, iki boyutlu gündeme gelecek. Önümüzdeki aylarda veya yıllarda, birincisi kamu şunu söylüyor. Ben sizlere asgari düzeyde sosyal güvenlik veriyorum, emekli maaşlarınızı düşürüyorum diyor. Yine 2001 yılında emekli sandığı emeklilerinin maaşları reel olarak yüzde 12 düşecek, SSK’nın yüzde 12.9, BAĞKUR’un yüzde 13.8 düşecek. Bu izlenen bilinçli bir politika. O zaman çalışan şunu düşünüyor. Ben emekli olduğumda aldığım bu maaşla geçinemeyeceğim. Devlet o zaman sizi dolaylı olarak bireysel emeklilik modeline gidin, bu modele para yatırın, oradan emekli olduğunuzda daha fazla para alacaksınız. Üstelik buradayken 58-60 yaşında emekli olacaksınız, ama bireysel emeklilikte 56 yaşında emekli olacaksınız. Gerçekten bireysel emeklilik modeli SSK’nın verdiği maaştan daha mı fazla olacak, kesinlikle daha fazla olacak. Çünkü sosyal sigorta kuruluşlarının sabit harcamaları çok fazla. Neresinden baksanız 64 bin kişi çalışıyor sadece SSK’da. Ama bireysel emeklilik modeli bir fon şirketi olacağı için 15-20 kişiyi geçmeyen bir profesyonel yönetici kadro tarafından götürülecek, birikimler burada çok daha iyi değerlendirilecek. Oysa sosyal sigortalar kuruluşlarında birikimler çok mu iyi değerlendiriliyor, hayır. Örneği var. İşte, çıkan bir yasayla SSK’nın paralarının sıfır faizle Ziraat Bankasında bir havuzda toplanması gibi. Böyle bir modelde emekliye gelecekte daha iyi bir maaş vermeyi garanti edemezsiniz. Bunun getirebileceği şöyle bir risk daha var. İşçiler şunu söyleyeceklerdir gelecekte, ben hem SSK’ya para veriyorum, çok düşük bir maaş alıyorum, hem de gidip bireysel emeklilik modeline para veriyorum. Niçin iki yere birden para vereyim, ben parayı bir yere vermeliyim, oradan da insanca yaşayabileceğim bir maaş almalıyım. Sonuçta büyük bir olasılıkla işçiler de sosyal sigortaları reddedecekler, ne olacak, eğilim bugün Şili’de, Güney Amerika’da başladı,
Türkiye burada ciddi bir adım attı, 20 trilyon lira ile, tıpkı bir banka gibi, bireysel emeklilik şirketleri için çok özel statüler getirildi. En az 20 trilyonluk bir sermayelerinin olması gerekiyor. Emeklilik şirketi adının mutlaka kullanılması gerekiyor, emeklilik alanında sadece faaliyet göstermesi gerekiyor, üç ayrı fonun olması gerekiyor bir şirkette. Bu şirkette kullanılacak fonların SPK’nın denetiminde ve gözetiminde olması gerekiyor. Hazinenin çok ciddi denetimi var. Yasaya göre, bu denetimler yapılacak deniyor. Bu güvencelerle bir anlamda ve bunların yapacağı ciddi bir reklam kampanyası da olacak. O reklam kampanyalarıyla sistem o yöne doğru kaydırılacak diye düşünüyorum.
SORU - CEVAP BÖLÜMÜ
Meryem Koray:
Oturumumuzun tartışma bölümünü başlamak istiyorum.
Soru:
Benim her iki konuşmacıya yönelteceğim ortak bir soru var. Her şeyden önce Sayın Kılıçdaroğlu’na, Sosyal Sigortalar Kurumu'ndaki deneyimi ve orada yaptığı görev esnasında karşılaştığı bir sorun olarak gördüğüm şu sorunu nasıl çözüme kavuşturulabileceğini sormak istiyorum? İşverenler, Sosyal Sigortalar Kurumu'na ödemeleri gereken prim paylarını hatta kendi ödemeleri gerekenleri değil, işçilerden de kestikleri primleri kendi özel amaçları için kullanmakta ve bunu kuruma ödememekteler. Bu adeta ucuz kredi kullanımı yolu olarak görülmüştür. Çünkü, Sosyal Sigortalar Kurumu'nun işverenlerden daha sonra tahsil ettiği primlerin faizlerinin piyasadaki faizlerden çok düşük olduğunu biliyoruz. Bu bir direnç, hatta bazıları çok uzun süreler ödemiyorlar. Bu direnç karşısında SSK'nın kullanabileceği hukuki imkânlar şüphesiz var. Cebri icra yollarına başvurmaktan başlayarak, en önemli müeyyide bu, buna acaba ne ölçüde başvuruyor SSK, bu cebri icra yoluna, bundan sonuç alınabiliyor mu? Ve bu hususta kurum yeteri kadar aktif midir? Sorum bu.
Sayın Maydell’e Almanya bakımından bu sorunun nasıl çözüldüğünü sormak istiyorum. Bir kere şunu öğrenmek istiyorum. Almanya’da işverenlerin böyle prim ödememe konusunda bir dirençleri var mıdır, prim ödememe bir sorun olarak ortaya çıkıyor mu, çıkıyorsa nasıl çözüme kavuşturuluyor?
Soru:
Sayın Maydell’e bir sorum var. İngiltere sağlık sisteminde, tabii orada devlet görevi, Milli Sağlık Hizmeti diye bir kuruluş var. Aşağı yukarı yüzde 90’ını devlet karşılıyor masrafların. Sayın Maydell bir bekleme süresinden bahsetti, herhalde bu sistemle ilgili. Acaba, bunun manası nedir, nasıl, ki bu aleyhte bir sistem olarak görülüyor. Bunun cevabını bekliyorum.
İkincisi, sayın Kılıçdaroğlu’na bazı sorularım var. Bunlardan bir tanesi hâlâ mer'i olan ve anayasada öngörülen hizmetlerin birleştirilmesiyle, sağlık sistemiyle ilgili. 224 sayılı Kanun var, hâlâ mer'i maddesi var, ülkede sağlık sistemi tek elde toplanmalı diye. Bunu anayasaya da koydular, ama 70’li yıllardan beri parlamento buna hiçbir zaman yanaşmadı. Hem sağlık sigorta sistemi ortaya ikide bir atılıyor, ama parlamento bunu bir şeye bağlayamıyor. 224 sayılı Kanun var, buna rağmen sağlık sigortası sistemi var, hastanelerin müşterek kullanılması en faydalı yol olduğu halde, birleştirilmeye gidilemedi, bunu nasıl karşılıyor Kılıçdaroğlu. Sigorta sistemi, bir finans kurumu oluşu gerçeği karşısında devlet hastanelerine sevk ile, üniversite hastanelerine sevk ile hastaları idare ediyorlar. Ama bunu bir çatı altında birleştirmeyi de herhalde düşünüyorlar. Bunu istirham edeceğim, ileride güvenlik sistemi birleştirilip, tek elde toplanacak mı? Bilhassa sağlık sistemiyle ilgili sorum bu.
Soru:
Sayın Maydell’e soruyorum. Sosyal güvenlik sorununda kişisel destek nasıl olmalı, bir örnek vereyim. Dinlenmek amacıyla Madrid’e gittik eşimle. Meydanın ortasında ikimizi de bayıltarak soydular, bundan dolayı herhangi bir destek almadım, kendi imkânlarımla polise gittim, geçmiş olsun dediler, hâlâ bekliyorum sonucu. Bu durumda devletin ve kuruluşların nasıl bir desteği olmalı, ne düşünüyorsunuz? Bir Almanın başına bu gelseydi ne yapardı? Meydanda komalık da yapıyorlarmış, bizi çabuk bayılttılar, ondan dolayı da teşekkür etmek gerekiyor herhalde.
Soru / Asalettin Aslanoğlu – DİSK:
Sayın Maydell’e sormak istiyorum. Teknolojinin üretim alanına yoğun girişi, işsizliği son yıllarda artırmaya başladı; sizin ülkenizde de, bizde de böyle. Bütün dünyaya teknoloji hızlı bir biçimde yayılıyor ve üretim alanına giriyor, makineler yoğun olarak kullanılıyor. Bu da işsizliği artırıyor, sosyal güvenlik sistemlerini sıkıntıya sokuyor. Bu konuda denetim için alternatif bir program hazırlanıyor mu, bu konuya ilişkin siyasal partilerin veya Batı'da kamunun bir hazırlığı var mı? İşsizliği azaltmak için sınırlamak olabilir, iş saatlerini düşürmek olabilir...
Bir de bizim ülkemizde emeklilik yaşını çok yoğun çaba sarf ederek yükseltti devlet, sistem batıyor dedi. İki yıl önce kıyamet koparanlar, bu yıl insanları zorla emekli ediyorlar. Sizde de böyle bir şey var mı, insanları çalışmak istiyorsa zorla emekli etmek, tazminatlarını vererek işten bu şekilde çıkarmak mümkün mü? Onu öğrenmek istiyorum.
Soru / Mete Tütüncü:
Aralık 1999 ve 2000 yılında, daha sonra da Mart 2001’de ulusal bir belge verdik buna karşılık, birtakım taahhütlerde bulunduk. Ben sayın profesörden şu değerlendirmeyi rica ediyorum. Bu 110 bin, 120 bin sayfalık AB müktesebatı içinde özellikle sosyal güvenlik sistemi açısından kısa vadede bunun ülkemizdeki sisteme nasıl etkileri olabilir?
İkincisi, gene halihazır 15 üye dışında, sanıyorum doğu blokundan çözülen Macaristan, Çekoslovakya benzeri ülkelerin ağırlıklı olduğu 12 aday ülke daha var. Bunlardan aşağı yukarı milli gelirleri, ekonomik durumları bakımından bize yakın olanların durumu ne olacak, birkaç senede aday olma imkânına sahipler. İkinci sorum da bunun değerlendirilmesi.
Kemal Bey'e sorum, altını çizdi, birçok akademisyenimizin vurguladığı gibi kayıt dışı ekonomi yüzde 50 düzeyindedir. Ayrıca SSK’nın yıllar yılı kronikleşmiş sorunu, işverenlerin eksik beyanda bulunması, gerçek beyanda bulunmaması. Bu SSK’nın gelirlerini olumsuz etkilemekte. Bir de alacak tahsilatındaki güçlükler var. Bütün bunları dikkate alarak özellikle son art arda yaşanan, Kasım 2000, Şubat 2001 krizlerini de değerlendirerek kısa vadede SSK’yı bekleyen sorunları biraz açar mı, mali açıdan. Teşekkür ediyorum.
Soru:
Almanya’nın doğu ve batı kesimlerinde ücretler konusunda bazı farklılıklar olduğunu duymuştuk. Acaba sosyal güvenlik konularında da doğu açısından olumsuz sayılabilecek bazı farklılıklar var mı? Örneğin, işsizlik sigortası, sağlık sigortası, emeklilik ücretleri falan konusunda.
Soru:
Kılıçdaroğlu’na sormak istiyorum. SSK ile ilgili çok soru var ama kimsenin sormayacağını tahmin ettiğim bir soruyu sormak istiyorum. BAĞKUR Yasası 85’li yıllarda kapsamını genişletti, tarım sektöründe çalışanları da kapsamına almıştı, ancak yasanın 1. maddesi 22 yaşında tarımda çalışan herkes sigortalı olabilir, BAĞKUR’lu diyor. 2. maddede kadınlar ancak aile reisi olabilirse diyor. Düşünüyorum, toplumsal yapımızı biliyorsunuz, birkaç kere evlilikler var, nikâhsız evlilikler var, bir kadın nasıl aile reisi olduğunu ispat edebiliyor, öyle tahmin ediyorum ki çok olanaksız ve çok sınırlı uygulanan bir şey, rakamsal bilgi varsa, çok sevinirim. Uygulandı mı, yararı oldu mu? Bir de 85’te imzalanan cinsiyetler ayrılığını yasaklayan uluslararası sözleşmeye imza attığına göre Türkiye Cumhuriyeti bu maddeyi de değiştirmeyi düşünse fena olmaz diyorum, sizin bu konuda bir gayretiniz oldu mu? Çünkü tarımda yüzde 51 kadın işgücü var. Böyle sosyal güvenlik hakkını sınırlamak hem haksızlık hem de bu haliyle uygulanıyor mu, çok merak ediyorum. Hiç siyasi gündeme girmedi, zaman zaman gündeme getirdik ama.
Soru / Mustafa Okçu:
Gerçi Şenatalar hocam şu aralar sosyal güvenlik güncel değil dedi ama doğru, aslında belirleyici olması açısından da güncelleştirmek gerekiyor. En azından siyasi anlamda, ülkemizde bilhassa işsizlik ve aile, çalışmayan aile bireyleri, çocuklar ve kadın için özellikle sosyal güvenlik sistemi tam oturmuş veya çıkmış durumda değil. Bunun dışında sosyal güvenlik sistemine dahil olmayan yüzde 9’luk bir grup var. Yüzde 15 de sağlıkla ilgili sosyal güvenlik sistemine dahil olmayan nüfus var. Ayrıca bunların dışında bunların işlevsel anlamda, hizmetlerin yeterli olup olmaması konusunda bir sürü eksiklik var, bunları tartışıyoruz. Fakat, asıl önemli olan sanırım, yüzde 40-45 tarım nüfusunun sosyal güvenlik sistemiyle birlikte düşünülerek, tarımın çözülme sürecine katılması sorununu değerlendirmemiz gerekir. Hani, dünyada son anlarda iyice revaçta olan tarıma ürün bazında değil de bireysel anlamda tarım yapan insanlara doğrudan destek gibi bu fonların da sosyal güvenlik sistemi ile birlikte ele alınarak en azından bazı alanların ve Türkiye’deki hâlâ çözülemeyen ve el atılamayan yüzde 40’lık tarım toplumunun çözülmüşlük sürecinin hızlanması, bu anlamda oluşturacağımız yeni dönüşüm programının da belirleyicisi olacak. Bu anlamda bir tartışma yapabilirsek iyi olacak.
Soru / Tülay Arın:
Sayın Bernd Baron Von Maydell’e ve Sayın Kılıçdaroğlu’na aynı soruyu sormak istiyorum. Primle finanse edilen sosyal sigortalarda bu primlerin değerini yitirmemesi ve bir birikim sağlaması için bu fonların bir şekilde gelir getirici, getiri sağlayıcı yatırım alanlarına yönlendirilmesi gerekiyor. Batılı ülkelerde bu daha çok borsalarda, hisse senedi/tahvil alınarak değerlendiriliyor. Ama şöyle bir sorun da çok ciddi: Bu borsalar son derece oynak, belirsiz, güvensiz. Bu tür mali varlıklar değerlerini çok hızlı yitirebiliyorlar. Bu kadar istikrarsızlıkla dengeli bir sosyal sigorta fonu yönetimi mümkün mü?
Sayın Kılıçdaroğlu’nun da bilgisini diliyorum, aslında biraz söz etti. Türkiye’de bu fonlar nasıl kullanılıyor?
Soru / Rıfat Çelebi:
Sorum Sayın Maydell’e. Konuşması içinde iki konuya değindi. Birincisi AB bir sosyal birlik değil; ancak tartışmalar yapılıyor, bir Avrupa Sosyal Politikası geliştirilmek isteniyor demişti. Bu tartışmalarda hangi modeller üzerinden gidiyor? İkincisi, AB içinde bir model tartışmasıyla birlikte, AB kendine bir model bulabilecekse, yine kendisinin bahsettiği sosyal güvenliğin uluslararasılaşması koşullarında bu tartışma daha başlamadan bitiyor anlamına gelmiyor mu, ya da nasıl işleyecek? Uluslararasılaşma dediğimizde, çok iyi bileceksiniz ki sadece AB’yi kast etmiyoruz, aynı zamanda bütün dünya uluslarını kapsayan bir mobiliteden bahsediyoruz. Bu şartlar altında ne tür bir model, her ikisini de kapsayan nasıl bir model geçerli olabilir?
Soru / Cumhur Demir (İstanbul Tabip Odası SSK Komisyonu):
Sayın Kılıçdaroğlu’na iki soru yöneltmek istiyorum. Birincisi, yakın zamanda çıkarılan bireysel emeklilik. SSK’nın yeterli emekli maaşı vermemesini bir şekilde telafi etmek amacıyla çıkarılan bu bireysel emeklilik aslında SSK’yı tasfiyeyi hızlandıran bir süreç olmayacak mı? Kaldı ki daha fazla emekli maaşı almanın, ileride kişinin dışındaki aile bireyleri ve kişinin kendisinin sağlık hizmetlerini alamaması gibi bir ciddi sıkıntıyı da getireceğini göz ardı etmemek açısından önemli olup olmadığını soracağım.
İkincisi, sadece emekli maaşlarının düzeylerini mi değerlendirmek lazım günümüzde, yoksa bunun dışında gerek SSK’nın, gerek Emekli Sandığı'nın, gerekse BAĞKUR’un özellikle sağlık alanında sağladığı hizmetleri göz ardı etmek, olanakları yok saymak doğru olabilir mi?
Sayın Kılıçdaroğlu dedi ki, sosyal güvenlik kurumları kendi kurum kültürlerini yaratmamıştır ki ben buna katılmıyorum. Özellikle SSK’yı ele aldığımızda gerek kendisi gerek kendisinden sonraki kurum yöneticilerinin önemli bir bölümü siyasilerin menfaatleri yönünde dayatmalarına karşı gelmiş, hatta görevlerinden ayrılmaK durumunda kalmışlar ya da birtakım şeyleri engellemişlerdir. Bunu en azından taşra teşkilatında da görmek mümkün. Hastanelerde çalışanlar açısından bizler, özellikle birçok sağlık hizmetini kurumun birçok olanaklarını kullanarak hastanelerin kendi içinde üretmesini sağlamaya gayret etmekte, dışarIdan hizmet alındığında kuruma dayatılan faturaların mümkün olduğu kadar en iyi şeklide kontrolden geçirilerek lüzumsuz yere dayatılan faturaları şişirlmesini yok etmeyi sağlamakta, ayrıca daha önemlisi, -günümüzde çok ciddi bir konu olduğu kanısındayım- ilaç alımlarında ve tıbbi malzeme alımlarında kurum açısından en uygun fiyata ilaçları temin etmekte gayret ediyoruz. Nitekim şubat döneminde, doların alıp başını gittiği dönemde birçok sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı, Emekli Sandığı, BAĞKUR veya kurumlara bağlı kişiler dışarıdan ilaçları, kurum güvencesine rağmen alamama ile karşı karşıyayken, SSK’da bu sorun minimum yaşandı. Sorun ortaya çıktığında, ilaç firmalarının, SSK en büyük alıcı olması ve bu piyasayı belirleyici olması açısından öncelikle onun ihtiyaçlarını karşıladığını belirtmek istiyorum.
Soru / Burhan Şenatalar:
Benim sorum, Sayın von Maydell’e olacak. Konuşmanızın başında beş gelişmeden söz ettiniz. Bu beş gelişmenin sonucu olarak ortaya çıkan durumlardan, sorunlardan söz ettiniz. Benim sorum sosyal devletin ve sosyal güvenliğin Almanya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde ne kadar gerilediğini düşünüyorsunuz? Türkiye’de bazı uç liberal ve uç sol çevrelerde sosyal devlet öldü diye bir iddia var, sosyal devlet yavaş yavaş ortadan kalkıyor, artık korunamayacak diye bir iddia var. Sizce gelişmeler bu kadar dramatik değil ama bazı somut örnekler verebilir misiniz? Almanya ile diğer Avrupa ülkeleri arasında ciddi farklar var mı, sosyal güvenlikle ilgili sorunların çok kaygı verici düzeyde olduğu ülkeler var mı?
Soru:
Ben Kılıçdaroğlu ile von Maydell’e ortak sormak istiyorum. Sosyal Sigortalar Kurumu ile Alman sistemi arasında mağdur olan bazı Türk işçileri var. Mesela şunların: Almanya’dan permilerini satarak dönenler, Alman ekonomisine 35 ile 50 yıl arasında 15 yıllık katkılarla bütün gençliklerini verenler Türkiye’de mağdur durumdalar. Sosyal devlet ilkesi içinde sayın Maydell’in özellikle hukuk konusunda çok büyük araştırmalar yaptığını görüyorum. Bu sosyal devlet ilkesi içinde bu mağdur olanların sorununu çözmede Türkiye’deki kurumla nasıl bir diyalogları vardır? Veya sahipsiz bırakılan bu insanların ıstırapları gerçekten böyle devam mı edecektir, bunların çoğu birçok hastalıkla ya sakattır ya da ölmüştür. Alman ekonomisine 15 yıllık katkıları vardır, sosyal devlet ilkesi içinde Alman ekonomisine katkıları ve orada emekli olmaları yönünde devletin katkısı nerede kaldı, bunlar bundan neden yararlanmadı, bu nokta benim gibi kişileri düşündürüyor, arz ederim.
Soru / Turgut Arın:
Her iki konuşmacıya ortak sorum var. Birincisi, ülkemizde düzineleri aşan sosyal güvenlik kuruluşları vardı, yakın yıllarda bunların iki düzineden fazlası sosyal güvenliğe devredildi ama hâlâ küçük sosyal güvenlik kuruluşları var. Bir de üç, dört büyük sosyal güvenlik kuruluşu var. Ben kendimi bildim bileli bunların birleştirilme çalışmaları var, ama herhalde benim ömrüm yetmeyecek. Bunların özellikleri, farklılıkları nedir, nasıl giderebiliriz, Almanya’da da bu sorun yaşandı mı, nasıl çözebildiler?
İkincisi, sayın Kılıçdaroğlu, İsveç’te evlilik dışı doğum oranının yüzde 35 olduğunu söyledi. Bu oran, insanların yaşamındaki birtakım sorunları etkilemektedir. Doğan her çocuğun ileriki yaşında ölünceye kadar öz anne ve öz babasına bağımlılığı olan hak ve duygusunu olumsuz etkiler. Bunları zaman zaman basında ve çevremizde görüyoruz. 50-60 yaşına gelen insanlar anne ve babalarını arayıp bulmaya çalışıyorlar. Bunun toplum içindeki sonuçlarının topluma maliyeti veya etkileri ne olabilir, bunları da nasıl gidebiliriz?
Soru / Sedat Davutoğlu:
Sorum von Maydell’e. Kendisi Almanya’da ödenen yüksek sosyal güvenlik primlerinin ülkenin rekabetçi yapısını bozmadığını, sarsmadığını söyledi. Ama Almanya dünyanın en büyük üçüncü ekonomisi ve katma değerli ürünler üreterek kalkınıyor. Türkiye gibi emek yoğun yatırımları bekleyen bir ülke için bu genellemesi doğru mudur? Teşekkürler.
Soru / Meryem Koray:
Ben de bir küçük bir katkı ve soru sormak için izin istiyorum. Şöyle bir şey: Bu sosyal güvenlik sisteminin bir yanı ekonomik ve sosyal yaşamla ilgili olduğu için kuşkusuz ideolojik ve politik yanları da var. Buradaki konuşmalar biraz daha yöntemsel, parasal sorunlar, demografik sorunlarla sınırlı kaldı. Acaba bu noktaya da uzatmak gerekmez mi diye Sayın Maydell’e sormak istiyorum. Beş tane değişim var diyordu, beşincisi küreselleşme. Bunun da sosyal güvenlik sistemi üzerinde yarattığı etkiler, sorunlar var. Bunun en başında da biliyoruz ki gelişmekte olan ülkeler ile gelişmiş ülkelerin bir arada, aynı piyasada, pazarda, dünya piyasasında mal, hizmet, ürün satımı için rekabet içinde olmaları geliyor. Bu nedenle, ürün, hizmet maliyeti aynı dünya piyasasında kıyaslanınca, bugüne kadar belirli standartlara ulaşmış olan ülkeler yani ILO’nun da kabul ettiği sosyal güvenlik standartları, sosyal haklar açısından bir sorgulama içine giriyorlar. Çünkü, aynı piyasada bizden daha ucuza üreten ülkeler karşısında bizim bu yüksek primlerimiz ve yüksek katkılarımızla nasıl rekabet edeceğiz? Sorun bununla ile sınırlı kalabilir, ulusal sınırlar içinde veya Avrupa’nın kendi içinde bir sorun olarak kalabilir ya da bunu daha ideolojik bir bakış açısıyla aslında küresel ölçekte nasıl çözülebiliriz diye de bakılabilir. Sadece bugüne uymak üzere birtakım sosyal haklarda kesintilere gitmek veya standartları ileriye değil de geriye doğru bastırma yönünde bir yola gitmek... Sınırlı da olsa Avrupa’nın şu anda tercihi, üçüncü yol; daha liberal bir devlet anlayışı, daha bireysel çözümler bu anlama geliyor. Bu orası için, o ülkeler için bir çözüm olabiliyor. Ama gelişmekte olan ülkeler için bu bir çözüm olmuyor. Çünkü onların zaten olumsuz olan standartları daha da olumsuz, o rekabet piyasasında her ülke kendisinden daha olumsuz, daha büyük bir enformal sektörü olan, daha ucuz işgücü çalıştıran daha çok çocuk işgücü çalıştıran bir işgücünün rekabeti ile standartları iyileştirmek değil aşağı doğru, -bu söyleniyor da- dibe doğru bastırma olgusuyla karşı karşıya. Dolayısıyla, burada küresel cevaplar ne olabilir sorusu önem taşıyor. Ulusal cevapların dışında cevaplar bunlar artık. Hiçbir ülke ben tek başıma en iyi koruma önlemlerini uygulayacağım ve bu sosyal güvenlik sisteminde çalışanların haklarını koruyacağım deme şansına çok sahip değil. Ama öte yandan bu tür standartların, eskiden ILO’nun ortaya çıkardığı ve dünya çapında yerleştirmeye çalıştığı standartların, küreselleşme olgusu içinde, artan acımasız rekabet olgusu içinde çok da esamesi okunmuyor. Şimdi başka bir düşünce, başka bir yaklaşımla olaya bakmak gerek. Kolay değil, kötüye giderken, işleri daha da koruyucu, çalışanları koruyucu bir noktaya getirmek kolay değil, ama çıkış yolu orada. Batı ülkelerinin, özellikle kendilerini sosyal, tabii ki demokrat, sosyal devlet savunucusu olarak tanımlayanların bu soruları küresel çapta cevaplarla birlikte düşünmesi gibi bir zorunluluk karşımıza çıkıyor. Mesela, şu soruyu sormak gerekiyor. İnsan hakları bir bütün müdür? Yoksa insan hakları sadece düşünce özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü gibi, ulusal devletlere karşı ileri sürülecek haklardan ibaret midir? Eğer insan hakları kendinden sonra gelen ikinci kuşak haklarla -ki bunlar ekonomik ve sosyal haklardır- bir bütünse -genelde dünyada insan haklarına yaklaşım bunun bir bütün olduğunu düşündürüyor- o zaman ekonomik ve sosyal hakların var olduğu ülkeler bazında küreselleşmenin bunu nasıl etkilediği ve şimdi bunları var etmek için ne gibi önlemler, ne gibi politikalar uygulanması gerektiğini de düşünmek gerekiyor. Ancak ve ancak ekonomik ve sosyal haklarla, insan haklarını bir bütünlük içinde düşünürsek bunları var etmenin dünyada küresel çapta var etmenin bir görev, bir sorumluluk olduğunu düşünebiliriz. Eskiden bunları bir bütün olarak düşünürken, giderek bu hakların bir kısmı çok önemliymiş, herhangi bir ülkeyi düşünce özgürlüğünü kısıtladığı için suçlayabiliriz, ona yaptırım uygulayabiliriz. Peki bir soru; düşünce özgürlüğünü düşünürken, acaba düşünce özgürlüğünü kullanabilme özgürlüğünü düşünmek zorunda değil miyiz? Onu kullanabilmek, belirli bir eğitim almak, belirli bir sosyal güvenlik sistemi içinde olmak, belirli bir biçimde yarınından endişe etmemek anlamında mümkün olabiliyor. Yoksa büyük bir kısmının marjinalleştiği bir ülkede düşünce özgürlüğünü kural olarak var ettiğiniz zaman ancak bir azınlık bu düşünce özgürlüğünden yararlanabiliyor. Temel hak ve özgürlüklerin hayata geçmesi kesinlikle sosyal hak ve özgürlüklerin hayata geçmesine bağlıdır. Bu nedenle bir bütün içinde düşünmek gerek. Küreselleşmeye bakış açısında böyle bir insan hak ve özgürlüğünün bütüncül bakış açısı ve bunun sadece ulusal devletlere karşı ileri sürülecek değil, küreselleşen sermayeye ve onun birtakım uygulamaları içinde ve ona karşı düşünülecek haklar olarak ortaya gelmesi tek çıkış yolu olmaktadır. Bu anlamda, bu düşüncelerimi özetlerken, sayın Maydell’in gelişmiş bir ülkeden gelen ama sosyal demokrat olduğunu düşündüğümüz bir bakış açısıyla ne söyleyeceğini merak ediyorum.
Bernd Baron von Maydell:
Gayet mütevazı bir şekilde ve çekine çekine şu soruyla başlıyorum: Kaç dakikam var cevapları verebilmek için? Yani, her soru için bir dakikadan az bir süre vermiş oldunuz bana ama ne yapalım öyle olsun. Elimden geleni yapmaya çalışacağım.
Birinci soru, sosyal sigorta kurumuna ödenen payların ödenmemesiyle ilgiliydi. Acaba Almanya’da bu konuda ne gibi bir yaptırım uygulanıyor diye sorulmuştu. Yani işveren bu katkı paylarını ödemediği takdirde kendisine karşı ne gibi yaptırımlar uygulanıyor? Tabii Almanya’da ödenmesi gereken tüm katkı payları eksiksiz olarak sosyal sigorta kurumuna ödeniyor denilemez. Ama yine de öyle bir sistemimiz var ki bu katkı payını ödeme zorunda olan işverenler üzerinde çok büyük bir baskı uygulamaktadır. Bir yerde hak sahiplerinden tutun, ceza hukukundaki müeyyidelere varıncaya kadar. Çünkü, katkı payını ödemeyenler bir suç işlemiş addedilirler. Bir de tabii işletme yöneticilerinin bireysel sorumlulukları vardır bu katkı paylarının ödenmesi konusunda. Diyelim ki bir limited şirketin yöneticisi olan bir kişi, genel müdürü olan bir kişi, şirketin borçlarından şahsen sorumlu tutulmuyor. Yani yönettiği işletmenin borçları, o işletmenin borçları olarak kabul ediliyor. Ama eğer o işletme, sosyal sigorta katkı paylarını ödemezse, o zaman bu ödenmemiş borç, sadece şirket borcu olarak telakki edilmiyor, genel müdürün kişisel borcu olarak addediliyor, bu borçların ödenmesinde “şirketin durumu kötü, iflas ettik, onun için bu borçlarımı ödeyemiyorum” diyemez, kendi malvarlığından da bunların ödenmesi için sorumlu tutulur. Dolayısıyla, bu sorumluluğun kapsamını genişletmektir genelde. Bu nedenle, katkı paylarının ödenmemesi Almanya’da büyük bir sorun teşkil etmez. Çünkü bunu telafi etmek için müeyyideler vardır.
İkinci soru, İngiltere’deki sağlık sigorta sistemi ve bekleme sistemiyle ilgili. Bakın, İngiltere’deki sistem bir sağlık sigortası şeklinde işlemiyor. Devlet sağlık hizmetlerini, devlet bütçesinden karşılıyor. Devlet sağlık sistemi, bunun için belli hastanelerin, doktorların ücretini ödemek zorunda ki halka sağlık hizmetleri sunulabilsin. Bunun sonucu şu: Devletin elinde yeterli para olmadığı takdirde ya da yeterli tahsisatta bulunmadığı takdirde tüm hastalara yeterli hizmet sağlanamamaktadır, tüm ameliyatlar yapılamamakta, tüm hastalıklar tedavi edilememektedir. Bu nedenle, böyle bir sistemin işlediği yerlerde bir tercih yapmak gerekir. Hangi hastalıklara veya hangi hastalara öncelik verilecek. Mesela, yaşlı iseniz ve kalça kemiğinizin değişmesi gerekiyorsa, alınan bir karar sonucunda bu ameliyat artık şu yaştan sonra yapılamaz denilmiş ise, siz de bu ameliyatı yaptırma imkânına kavuşamazsınız. Veya belli bir ameliyatı olabilmek için mevcut bir bekleme listesine girmek ve ancak belli bir süre bekledikten sonra o ameliyatı olabilmek gibi bir imkânınız var. Aradan geçen süre içinde ölmüş de olabilirsiniz, ama insanlar hiç önemli değil, hastalar sıraya konuluyor. Verilen hizmeti, mali ödeneklerin kısıtlı olması nedeniyle kısıtlarsınız ve bu kısıtlanmış hizmetleri de belli önceliklere göre verirsiniz. Tabii ben Almanya’daki sosyal sigorta sisteminde de benzer kısıtlamalar yoktur, benzer öncelikler yoktur demek istemiyorum, ama bu kadar gaddarca yapılmaz. Onun için hangi sistemi tercih ediyorum dediğiniz zaman ciddi olarak üzerinde düşünmek lazım. İtiraf etmeliyim ki İngiliz sistemi Alman sisteminden çok daha ucuz. Yani, sağlık hizmetleri için GSMH’dan ayrılan pay Almanya’da İngiltere’ye kıyasla çok daha yüksek. Her şeyin bir bedeli var tabii ki.
Üçüncü soru, Madrid’deki bu soygunculuk olayıyla ilgiliydi. Tabii bütün büyük kentlerde bu olabilir. Madrid’e kıyasla Johannesburg’da daha fazla olabilir, İstanbul’da daha az olabilir, ama hiçbir yerde tam bir güvenlik içinde yaşadığımız söylenemez. Böyle bir şey başımıza geldiğinde, ne gibi destek alabiliriz sorusu, sadece kısmen sosyal güvenlikle ilgili. Eğer doğru bilgilendirilmiş isem, bu gibi durumlarda kişinin bağlı olduğu ülkenin büyükelçiliği yardıma koşar, Alman büyükelçilikleri mesela yardıma koşar, ama ne derece yardım verirler bilemiyorum. Ama böyle bir olay Almanya’da olsaydı, bir sosyal yardım, yine sigorta bu yardımı, desteği vermekle sorumlu. Acilen bir sağlık yardımı almak gerekiyorsa mesela.
Dördüncü soru, teknolojik gelişmelerle ilgili, yani yüksek işsizliğe yol açan teknolojik gelişmelere karşı ne gibi önlemler alınmalı, elimizde ne gibi önlemler var diye soruldu. Haklı olarak işaret ettiniz, Almanya’da da işsizlik yüksek. Hükümet işsizliği düşürmek yolunda vaatlerini tam olarak yerine getiremedi. Hiç getiremedi demiyorum, tam olarak yerine getiremedi. İşsizliğe karşı ne yapılabilir sorusu gerçekten çok karmaşık bir soru. Almanya’da yeni bir program tartışılmakta. Diğer ülkelerde de benzer programlar var. Şöyle ki, işsizlik vardır deniliyor. İşsizlikle birlikte, yerine kimsenin istihdam edilmediği açık pozisyonlar da var deniyor, yani yeterince iş yok demek doğru değil, iş var ama bu boş olan iş görevleri için yeterli kalifiye işgücü yok deniliyor. Mesela, Almanya’da bilgisayar alanında yurtdışından işçi ithal edilmesi gerektiği söyleniyor. Her şey bir ihtiyaç sonucu. Buna göre işsizlikle mücadele, artık doğru eğitim, doğru kalifikasyon sorunu olmakta düğümleniyor. Yani bir ülkede mevcut işgücünün doğru niteliklerle donatılmış olması gerekiyor ki işte bu konuda pek çok şey yapılabilir. Bir de buna ekleme olarak şunu söyleyebilirim. İşyerinin, işletmenin eğitim konusunda verdiği hizmetler bir alternatif. Bunun kabul edilmesi başka bir sorun. Her zaman yüksek işsizlik paralarının ödendiği bir sistemde, işçiler daha ziyade bu işsizlik paralarıyla yetinmeye razı. Onun yanında ufacık işler yapabiliyorlar para kazanmak için, legal olmayan ufak tefek işler yapabiliyorlar. O bireysel baskının, yani kendisine eğitimini iyileştirme konusunda destek vermekle ilgili olarak bireyler üzerindeki baskının artırılmasına çalışılıyor. Hükümet de bu yolda belli önlemler almak üzere. Başarılı olunacak mı? Sorun bu. Yasayı mükemmel bir şekilde hazırlayabilirsiniz ama her zaman başarılı olamayabilirsiniz. Çünkü iş ve işçi bulma kurumlarında da bu görevleri üstlenecek doğru kişileri eğitmiş olmanız gerekiyor. Yani iş ve işçi bulma kurumlarının da kendi açılarından işçileri ikna etmeleri gerekiyor.
Yaş sınırlarıyla ilgili bir soru vardı, Almanya’da da benzer bir sorunumuz var. Erken emeklilik sistemlerimiz var. Emeklilik yaşı şu an 65, efektif olarak bakıldığında ise bu yaş 60, yani yasal sınırın çok altında. Ve resmi emeklilik sigortasının karşılaştığı sorunların çoğu bu kadar çok insanın erken emekliye sevki ile ilgili. Bu konuda bazı değişiklikler yapılmak zorunda kalınacak. Özellikle insanlar zorla erken emekliliğe sevk ediliyorsa. Bunu demografik gelişmelerle açıklamak mümkün, buna göre de belli değişiklikler bekleyebiliriz.
AB’ye giriş, topluluk müktesebatı, oradaki yasaların aday ülkeler tarafından ne ölçüde yerine getirilebileceğine ilişkin bir soru vardı. Bu bir sorun. AB’nin eski adayları ve eskiden üye olmuş olan ülkeleri böyle engelleri aşmak zorunda kalmadılar. Mesela, İspanyollar, Yunanlılar, Portekizliler tam üye olduklarında bu engeller önlerine sürülmedi. Ama AB diyor ki, şimdi belli bir statüye ulaştık ve şimdi bize üye olmak isteyenler bu statüyü kabul etmek zorundalar. Bunu demek kolay da bu egemen devletler için aşılması çok da kolay bir sorun olmuyor. Bir de aday ülke sayısı bu kadar çok olunca farklı bir yöntem uygulanması da düşünülemez. Her ülkeyi kendi koşulları içinde değerlendirmeye çalışmak, neticede ortak bir payda üzerinde birleşmemek sonucunu doğuracak ki, böyle bir yol zaten kabul edilmedi. Topluluk müktesebatına ulaşılması, tüm aday ülkeler için bir sorun. Mesela, iş hukukunda sosyal hukukta, bizim enstitümüzde -masrafları AB tarafından ödenmek üzere- aday ülkelerle seminerler düzenliyoruz. O ülkelerin bakanlıklarıyla seminerler düzenliyoruz, yasalarını inceliyoruz. Ve, ulusal yasalar ile AB yasaları arasında çelişkiler varsa bunları saptamaya çalışıyoruz. Müktesebata uymayan noktalar var mı veya sosyal hukukta ve iş hukukunda kadın erkek eşitliği sağlanıyor mu, sağlanmıyor mu? Çoğu zaman ulusal hukuktaki düzenlemeler AB hukukunda talep edilenlerden çok daha farklı olabiliyor. Demek ki, bu topluluk müktesebatına ulaşmak sorun. Tabii koordinasyon hakkı da önemli bir şey. Başka sigortalıların haklarının başka bir ülkede verilmesi, ödenmesi, bunların kabul edilmesi. Bunlar da kolay şeyler değil. Son derece yavaş işleyen ve genellikle de aday ülke ile birlikte ilgili bakanlıklarla birlikte yürütülen zor bir çalışma. Bu öyle küçümsenecek bir iş değil, muazzam bir iş, yani kaç tane seminer düzenlediğimizi ben unuttum bu konuda. Ama fevkalade zor bir görev olduğunu söylemek mümkün. Bu konu tek başına bir seminer konusu olabilir. Burada zaman sınırı nedeniyle ancak fevkalade yüzeysel bir cevap verebiliyorum.
Almanya’nın yeni ve eski eyaletleri arasındaki ücret farklılıklarından bahsedildi. Bunun emeklilik parasında ve diğer sosyal haklarda geçerli olup olmadığı soruldu. Doğrudur, farklılıklar var maaşlarda, çok büyük farklılıklar değil ama istenmeyebilir bu farklılıklar. Şöyle bir açıklaması vardı bunun, yeni eyaletlerdeki hayat standardının daha düşük olduğu, hayatın orada daha ucuz olduğu söyleniyordu. Ama tabii bütün bu konular yasa koyucunun tayin edeceği bir şey değil. Bunu bir yerde sendikalarla işverenler kendi aralarında adım adım düzenlemeliler, kendi aralarında bir uzlaşmaya, yakınlaşmaya gelebilmeliler. Emeklilik paralarında da bazı farklılıklar var ama farklı olan bu hesaplama yöntemleri değil. Emekli paraları aynı şekilde hesaplanıyor ama bu emeklilik formülünde kullanılan değerler farklı ve bunun sonucunda doğudaki emeklilik paraları batıya kıyasla daha düşük olabiliyor, bazen bunun aksi de olabiliyor. Çünkü genelde eski demokratik Almanya’daki emeklilerin sigortalı sayısı daha fazla. Özellikle kadınlarda. Kadınlar çok daha uzun süreyle çalışmışlardır, sebep çocukların bakımı. Bunun sonucunda sendikalar haklı olarak şunu söylediler, neden batıdaki kadın emekli maaşları bu kadar düşük tutulsun. Onların da yükseltilmesi gerekir, çünkü batıdaki kadın çalışanlar belli kolaylıkları almaksızın çalışmak zorunda kaldılar. Bu da eşitlik ilkesiyle bağdaşmıyor denildi. Bunlar çok zor sorular. Ne kadar büyük bir hassasiyetle bunların tartışılması gerektiğini hepimiz biliyoruz. Aksi takdirde büyük sorunlarla karşılaşılır.
Sosyal sigorta paralarının işletilmesi veya yatırılması. Böyle bir sorun Almanya’da yok. Çünkü burada bir dağıtım yönteminden bahsediyoruz. Çok büyük fonlar zaten oluşmuyor. Genelde emeklilik sigortası için o yıl ödenmesi gereken emeklilik paraları kadar para toplanıyor. Milyarlarca fon falan birikmiyor, iyi ki de birikmiyor. Çünkü, bunların değerlendirilmesi büyük bir sorun olacaktır. Borsaya mı yatıracaksınız, gayrimenkule mi yatıracaksınız, değerli kağıt mı alacaksınız? Yaşam sigortasında bunun katı kuralları var. Azami bir oran, burada toplanan paraların yüzde şu kadarı değerli kağıda, yüzde şu kadarı gayrimenkule yatırılacaktır deniyor, ama bu genelde sadece yaşam sigortası ile ilgili.
Bir sonraki soru, Avrupa sosyal politikasıyla ilgiliydi, hangi alanlarda bunun geliştiği soruldu. Evvela, iş piyasasıyla ilgiliydi. Yani, bir ilke başlatıldı, bu ilke çerçevesinde üye devletler buna ne kadar uyduklarını belli kıstaslara göre belirttiler. Ona göre yeni bir kıstaslar dizisi hazırlandı. Yani her bir ülkedeki sosyal politikanın kalitatif bir değerlendirmesi yapıldı. Bu kıstaslara ulaşamayan veya devam ettiremeyen ülkelerin durumunda bu konu açık bir tartışma konusu olarak seçim kampanyalarında tartışıldı. Tabii bunun negatif sonuçları olabilir. Politik etkileri nedeniyle bu gibi kıstaslar, inisiyatifler önem kazanabiliyorlar. Yani yasal olarak bağlayıcı olmamakla birlikte, önem kazanıyorlar. Mesela, belli kıstasları yerine getirmeyenler sorgulanıyor, yani makul olan bir işi yapmamış olmakla suçlanıyor. Bunun gelecekte bir etkisi olabilir, halihazırda, mesela bunun bir yaşlılık sigortası için veya fakirliğin ortadan kaldırılması için yapılması düşünülüyor. Bir devlet fakirliğin ortadan kaldırılması için neler yapıyor mesela ve sağlık sistemleri için. Bütün bu konuda, gelecekte beklentilerin uygulanması sağlanacak olursa, o zaman dört önemli sektör için Avrupa içinde Avrupa Sosyal Politikası gelişebilir.
Bu soruyu bir başka soruyla birleştirmek istiyorum. Avrupa’da sosyal devlet öldü mü sorusuyla. Aynı soruları Almanya’da da sürekli duyuyoruz. Almanya’da politikacılar, ekonomistler diyorlar ki, artık yalnız Bismarck’a inanan aptal Almanlar bir sosyal modele inanıyorlar. Gerçekte, Avrupa’da buna inanan kalmadı diyorlar. Bu ifade doğru değil. Bu ifade en basit tabiriyle doğru değil. Enstitüde yaptığımız araştırmalar -ki biz bu konuyla yoğun biçimde ilgileniyoruz-, diğer sosyal devlet modelleri nasıl gelişiyor, özellikle batı Avrupa’da bu gelişim nasıl diye inceliyoruz. Yaptığımız araştırmalar şunu gösteriyor: Evet, bazı temel alanlarda bazı devletlerin hiç sorgulamadığı konular var. Mesela, sosyal devlet, anayasada yazılı olsun olmasın hâlâ geniş bir kitle tarafından kabul ediliyor. Bunu kabul edenler aptaldır, diğerleri bunun gerçeğini anlamıştır tezi doğru değil. Gelecekte şunu ispatlamaya çalışacağız. Sosyal devletlikten acaba hukuk devletliğinden bahsedildiği gibi bahsedebilecek miyiz, her devletin kıstaslarıdır bunlar. Hukuk devleti olmak veya sosyal devlet olmak. Hukuk devleti olmayı kabul eden bir sosyal devlettir diyebiliriz. Çünkü, şöyle düşünüyoruz, sosyal devletlik konusunda Avrupa modeli Amerikan modelinden bariz bir şekilde ayrılıyor. Bu Avrupa modelinin somutlaşmasını düşünüyoruz biz. Ve bu modelin siyasi anlamı olan bir model olduğunu göstermek istiyoruz. Yani, bir devletin başarısı sadece ihracat rakamları veya büyük sermaye birikimleriyle ölçülmemelidir. Belli idealleri, ilkeleri, bir sosyal devletin ilke ve prensiplerini ve hedeflerini yerine getirmesi ölçüsünde bir ülke hukuk devletidir diyebiliriz. Ve bu sosyal fikrin, bu sosyallik fikrinin bir modern devletin işleyebilmesi için yeniden vurgulanması gerekecektir. Biz sürekli olarak devletlerin başarılarını ekonomik başarılarla ölçüyoruz. Ama bir devletin işleyişi, fonksiyonları sadece ekonomik değildir. Bu toplumsal sorumlulukla, toplumsal adaletle ilgilidir, toplumun içinde bir adalet sağlayamadığı takdirde devlet, devlet olma hedeflerinden birini yerine getirmemiş olur. Sosyal adalet de bunun bir parçasıdır. Sosyal devlet bence ölmedi. Bu hem Almanya için geçerli hem de AB üye devletleri için geçerli. Bu konuyu, mesajı aynı zamanda savunmak da gerekir. Bir devlet, yapılan her sosyal hizmetten dolayı özür dilemek zorunda da hissetmemeli. Bu yapıldığı takdirde sosyal devletlik anlamı yitirilmiş olur.
Bundan sonraki soru, yurtdışında çalışmış olan özellikle Almanya’da çalışmış olan Türk işçilerin Türkiye’ye döndüklerinde karşılaştıkları problemlerle, onların sosyal statüsüyle ilgiliydi. Burada somut durumu bilmek gerekiyor, düzgün cevap verebilmek için. Bizim kendi enstitümüzde Türkiye’deki meselelerle ilgilenen, özellikle Türk işçilerle ilgili meselelerle ilgili bir bölümümüz var. Söz konusu kesintilerin, primlerin devlet tarafından ne şekilde telafi edileceğine dair özel çalışmalar yapan arkadaşlarım var. Ama ben bu konuya yeterince hâkim olmadığım için yeterli bir cevap veremeyeceğim.
Bunun dışında bir başka soru, Almanya sanayisinin yüksek sigorta primlerine rağmen uluslararası planda belli sektörlerde en azından -tekstil malum bunun dışında- rekabet gücünü muhafaza edebilmiş olduğuna ilişkindi. Burada, şunu söyleyebilirim. Elbette bu durumu her ülkenin kendi şartları açısından cevaplandırmak gerekmektedir. Yatırım meselesi, mesela Türkiye gibi bir ülke için hiç şüphesiz bambaşka değerlendirmelere tabi tutulmalıdır. Yani Almanya’da yeterince sermaye zaten mevcut, Amerika’dan biraz daha fazla sermayenin gelmesi, gitmemesi bence hayati bir önem taşımaz. Olsa olsa istatistiklere daha şık bir görüntü verir. Ama Türkiye’nin durumunun farklı olduğunu biliyorum, somut tahlilin yapılması gerektiğini biliyorum. Ama şunu soracağım, damping yapmak, sosyal edimlerde ve ücretlerde acaba sahiden endüstriye yarar getirir mi? Doğrusu ben bunu kuşkuyla karşılıyorum. Başka devletlerde benzer tecrübeler yaşandı. Son derece yüksek maliyet giderleri olan, personel giderleri olan ve sosyal maliyeti yüksek olan sanayilerin başarılı olabileceği biliniyor. Bu da beni hemen uluslararası rekabet meselesine getirmekte. Benim kendi görüşüme göre bir cevap vermek istiyorum. Globalleşmenin içinde hiç şüphesiz sosyal politikaların da uluslarasılaştırılması elzemdir. Yani, tek tek devletlerin kendi sosyal haklarını güçlendirip, başka ülkelerin bunu yapmaması, damping yapması elbette yanlıştır. Ama önemli olan uluslararası düzeyde sosyal standartların oluşturulmasıdır. Bu yeni bir düşünce değil. 19. yüzyıl sonlarından günümüze kadar gelen bir düşüncedir. Uluslararası standartların oluşturulması her zaman iki saik açısından dile getirilmiştir. Bir tanesi elbette insan haklarıyla ilgili, yani sosyal korumanın sağlanması. Diğeri ise, rekabetle ilgilidir. Yani, devletler şunu söylemişlerdir, benzer koruma standartları getirmek suretiyle, bütün bu standartları hiçe sayan bir rekabetin oluşmasını ve dünyadaki ilerlemeyi böylece engellemesini ve bizim de kendi pozisyonumuzu engelleriz. Bu tür sosyal standartları yapmak, oluşturmak, mümkün mertebe geniş ölçüde uygulayabilmek temel bir düşünce. Modern düşüncelerden bir tanesi bunun uygulanmasında, Dünya Ticaret Örgütü tarafından tartışılan birtakım özel maddelerin ticaret anlaşmalarına konulması. Bu işe yarar mı yaramaz mı bilemem. Pek çok kalkınmakta olan ülkenin bu tür sosyal hüküm içeren maddelerin kötüye kullanılabileceğine dair endişeler barındırdığını, kendi aleyhlerine bunun çalışacağını düşündüklerini biliyorum. Ama önemli olan şudur, bu küresel açıdan, insan hakları açısından yaklaşım mutlaka daha da geliştirilmelidir. Ama bunların içinden şu veya bu insan haklarını çekip çıkarmak tabii ki doğru değil. Mesela, sizin vermiş olduğunuz örnekteki düşünce özgürlüğü gibi. Ama bu tür özgürlük hakları, insan hakları ve sosyal hakları bir bütün olarak ve aralarındaki ilişkiler de göz önünde tutulmak suretiyle ele alınmalıdır. Ancak bu şekilde insan haklarına saygıdan söz edilebilir. Hakeza bütün dünya çapında belki gelişmeler henüz bu açıdan yeterince tatminkar değil. En azından Avrupa’da temel insan hakları şartımız var, bunun sayesinde elimize bir belge geçirmiş oluyoruz. Hem genel insan haklarının ve sosyal hakların tek bir belge içinde burada yer alması olumludur. Bu temel haklar bölünemez ve bu da bu belge ile bir kere daha dile getirilmiş oluyor. Şu esnada bu insan hakları şartının, AB sözleşmesinin bir parçası olmadığı için hukuki bakımdan bağlayıcı bir niteliği yok. Ama en azından AB kendisine bir anayasa yaptığında muhakkak bu şart anayasaya dahil edilecektir. Bu yapıldığı zaman da AB bu tür hakları hukuken bağlayıcı bir şekilde dile getirmiş ve uygulamaya geçirmeye başlamış olacaktır. ILO veya BM’deki politikalar ise ancak bu alanda daha fazla küreselleşme, insan haklarının daha fazla küreselleşmesi ve tabii sosyal hakların da buna dahil edilmesi yönünde mücadele biçiminde olur. Ama bana denecektir ki, bu konudaki bütün tecrübeler başarısızlıkla sonuçlandı. Evet derim, doğru, başarısızlıklar var ama birisi bana bunun başka bir yolunu göstersin. Savaşa ve başka yollara başvurmadan demek ki tek bir yol var, o da uluslararası işbirliğidir. Direnişlerle karşılaşacağız burada, bunun bir şekilde bertaraf edilmesi için de çaba göstereceğiz. İsterse bir asır daha sürsün. İstenilen, arzu edilen ancak bu olmalıdır.
Küreselleşme iyi veya kötü bir şey değildir; küreselleşme var, ister karşısında olalım, ister olmayalım. Var ve olacak, tek görev, bu küreselleşmeyi sadece ekonomiye münhasır kılmak yerine sosyal alana da teşmil ederek, bunun hukukunun, uluslararası çapta geçerli olması için çaba göstermektir.
Zamanımı aştığım için özür dilerim.
Kemal Kılıçdaroğlu:
Önce işverenlerin SSK’ya ilişkin primlerini ödemediğine ve ucuz kredi olarak kullandıklarına ilişkin bir eleştiri geldi. 1993 yılında SSK yasasında yapılan bir değişiklikle, vergi dairelerinin vergi tahsili için geçerli olan kural SSK primleri için de getirildi. Prim tahsilatı eskiye oranla oldukça iyi bir konumda. Bu konuda temel sorun BAĞKUR’da. Çünkü BAĞKUR’da sigorta tahsilat oranı yüzde 56’larda. Böyle bir açmaz var. Ama şunu kabul etmek gerek, bir ülkede bir ekonomik kriz varsa ve o kriz giderilememişse zaten siz vergi geliri de bekleyemezsiniz, SSK’dan prim geliri de bekleyemezsiniz, işverenler yatıramazlar, krizin aşılmasını beklerler.
Hizmetlerin birleşmesi ve sağlığın tek elde toplanmasıyla ilgili; Türkiye zaten bu sürece girmiş durumda. Sanıyorum genel sağlık sigortası çıkacak, çıkmak zorunda, çünkü bu tür özellikle sağlık alanında farklı standartlarda sağlık hizmeti sunmanın bir mantığı yok. Genel sağlık sigortasıyla beraber SSK’nın durumunun da özel olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Ancak SSK doğrudan sağlık hizmeti sunar veya sunmaz, bu ayrı bir şey. Ama aynı standardın içinde kalmak zorundadır. Temel sorun SSK hastaneleriyle ilgilidir. Kurumun mülkiyetinde olan bu hastaneleri -eğer SSK doğrudan sağlık hizmeti sunmayacaksa- genel sağlık sigortasına kiralamak suretiyle hizmette birlik sağlanabilir.
Kayıt dışı ekonomi konusunda, daha doğrusu çalışma konusunda SSK’yı yakın dönemde mali açıdan neler bekliyor? SSK’yı mali açıdan bekleyen finansman sorunu ve genel yönetim sorunudur. Yönetim açısından, kendi yasası değişmediği sürece, sosyal taraflar, işçi ve işveren kuruluşları bu kuruma sahip çıkmadığı sürece bu sorun hem kısa sürede hem uzun sürede devam eder. Mali açıdan fon birikse dahi, bu sağlıksız yönetim nedeniyle kötü kullanılabilir.
BAĞKUR yasasında tarımda çalışan kadınların aile reisliği sorunu hâlâ devam ediyor. Özellikle kırsal kesimde bir kadının aile reisliği gibi bir konuma gelme şansı hemen hiç yok, BAĞKUR’da da bir örnek olduğunu sanmıyorum. Ama sosyal güvenlik, hukuk normlarını da aşarak insanlara sosyal güvence sağlayan bir mantıkla başlangıçta yola çıkılarak hazırlanmıştır. SSK’dan bir örnek vereyim, örneğin çift eşlilik yasalara göre yasak ama bir erkek iki kadınla evliyse yasa ikisine de sosyal güvenlik sağlıyor, yasa bununla ilgili özel bir düzenleme getirmiş durumda.
Bir başkası, tarımda çözülmeyle ilgili bir örnek. Kırsal kesimden büyük kentlere nüfusun akması sadece sosyal güvenlik alanında değil pek çok alanda ciddi sorunlar yaratıyor. Bunu en ağırlıklı yaşayan kent de İstanbul. İstanbul’un varoşlarında bu sorunları görmek, yaşamak mümkün.
Primle finanse edilen sosyal sigorta sisteminde kaynaklar nasıl değerlendiriliyor? Bizde pek iyi değerlendirilmediği açık. SSK primlerinin sıfır faizle Ziraat Bankası'na yatma örneğini verdim. Şu anda önümüzde çok güzel bir örnek var. İşsizlik Sigortası Fonu'nda yaklaşık 1 katrilyonluk bir birikim var. Bu fonun kaynakları, çıkarılan bir yönetmelik çerçevesinde değerlendiriliyor. Bu yönetmeliği sadece Çalışma Bakanlığı çıkarsaydı mahvolmuştuk. Ama bereket Hazine, Maliye, SPK ve SSK’nın bürokratlarının bir araya gelmesiyle çıkarıldı, dolayısıyla iyi çalışan bir model şu anda. Geçmişte biriken kaynakları, Emekli Sandığı otel yaparak, SSK işhanları, arsa alarak, hastane yaparak değerlendirmiştir, onun dışında sağlıklı bir değerlendirme söz konusu değil. Zaten fazla değerlendirilebilecek finansal araçlar da yoktu o dönemlerde.
SBireysel emeklilik SSK’yı tasfiye süreci midir? Sadece SSK’yı demek yanlış, sosyal güvenliği tasfiye de değil, devletin sunacağı hizmetleri en asgariye indirebilecek bir modeli önümüze koyuyor. Bu modelin üstüne çıkmak isteyen kişilere, bireysel emekliliğe kayabilmelerini sağlayan bir süreç sunuyor. Ama ileride sosyal güvenliği tasfiye eden bir model olabilir.
Sadece emekli maaşları mı, sağlığı da düşünmek gerekiyor diye bir öneriniz var. Sosyal güvenlik bir bütün, emeklilik ILO’nun belirlediği dokuz sigorta dalından sadece birisi. Sağlık var, iş kazaları var, analık var, meslek hastalıkları var, aile yardımları var, işsizlik var; bir bütün olarak düşünmek gerekiyor. Uzun vadeli sigorta dallarında Türkiye’de şu anda ciddi bir sorun var. Kısa vadeli sigorta dallarında finansman açısından ciddi bir sorun yok.
Sosyal sigortalarda kurum kültürü yaratılmamıştır dedim. Bu sadece SSK değil, Emekli Sandığı, BAĞKUR, İşsizlik Sigortası gibi pek çok alanda bu böyle. Başlangıçta kurum kültürü var, insanlar çalışıyorlar, özveriyle çalışıyorlar, kendileri dışındaki kurumlardan daha farklı olduğunu biliyorlar, ama bu zamanla yıpratılıyor, yok ediliyor, SSK bu süreci en hızlı yaşayan kurumlardan biri. Örnek vereyim, 1980 yılına kadar SSK’ya genel müdür atanırken, yasada olmamakla beraber bakanlar, işçi ve işveren sendikaları konfederasyonları başkanlarının mutabakatını alırlardı, şifahi olarak. Şimdi öyle bir şey yok. Demek ki kurum kültüründe bir yozlaşma var. Kurum hastanelerinde, sadece kurum değil, özellikle doğrudan hizmet sunan, devlet hastanesi, üniversite hastanesi, SSK hastaneleri dahil, özel muayene, özel işletmecilikle birlikte doğrudan kurum kaynaklarını kullanan bir modelin çıktığını düşünmemiz lazım sağlıkta. Özel muayenehaneye gitmeden sağlıkta doğru dürüst muayene olacağınızı düşünüyor musunuz, kimseyi inandıramazsınız, isterseniz bugün çıkalım sokaktaki sade yurttaşa soralım. Bu kültür, bu yapı süratle yok olmuştur, bunun değişmesi lazım. Bu genel sağlık sigortasıyla beraber hekime insanca yaşayabileceği bir katkıyı vermekle birlikte gündeme gelecek, tartışılacak bir olay.
Bir diğer olay, primlerini satıp Almanya’dan gelenler. Almanya ile Türkiye arasında sosyal güvenlik anlaşması var, bu anlaşma çerçevesinde insanların sosyal güvenlik haklarının kaybolmaması için her türlü düzenleme var. Ama siz Almanya’daki primlerinizi alır, ben Türkiye’de sosyal güvenlik istemiyorum derseniz Almanya’daki primlerinizi Sosyal Sigortalar Kurumu size iade ediyor. Ama isterseniz o haklarınız Türkiye’de de devam edebiliyor.
Niçin sosyal güvenlik kuruluşları birleşmiyor diye bir sorusu var Sayın Arın’ın. Çok zor birleşmesi. Bu konuda radikal dönüşümler yapması lazım. Öncelikle biz üç ayrı kurum mu istiyoruz, tek bir emeklilik, tek bir sağlık, tek bir analık sigortası mı istiyoruz? Yurttaşlar arasındaki farklılıkları kaldıracaksak, öncelikle bu üç sosyal güvenlik kuruluşunu tasfiye edeceğiz. Ondan sonra her bir sigorta branşı için özel bir örgütlenmeye gideceksiniz, insanlar emekli oluyorlarsa, emeklilik sigortasından, sağlık istiyorlarsa genel sağlık sigortasından, işsizlik oluyorsa işsizlik sigortasından yararlanır. Sistem böylece kendi içinde bir bütünlük sunabilir.
Meryem Koray:
Sayın konuşmacılara teşekkür ediyoruz.