Başlama / BitişTarihi:
12.04.2008 / 12.04.2008
Yer:
Türkiye Siyasetinde 21. Yüzyılda Yeni Sol Siyaset Anlayışı, Yeni Uzlaşma ve İttifak Arayışları
SUNUM
Sencer Ayata
TARTIŞMALAR
Fatmagül Berktay
Faruk Eczacıbaşı
Volkan Vural
Erol Katırcıoğlu
Fuat Keyman
Üstün Ergüder
Umut Oran
Derya Sazak
Süleyman Çelebi
Burhan Şenatalar
Kemal Kılıç
Necati Özkan
Hasan Ersel
Bülend Özaydınlı
DEĞERLENDİRME
Sencer Ayata
SUNUM -TARTIŞMA VE DEĞERLENDİRME
Mehmet Ural
Değerli konuklar, TÜSES Yönetim Kurulu adına hepinize hoş geldiniz diyor, katılımınız için teşekkürlerimizi sunuyorum.
Bugünkü toplantımız bir dizi olarak planladığımız toplantıların ikincisi. İlki, bir bölümünüzün hatırlayabileceği gibi geçen Ekim ayında gerçekleştirdiğimiz “22 Temmuz Seçim Sonuçlarını Sol İçin Yeniden Okumak” başlıklı atölye çalışması idi. Bu toplantıda 22 Temmuz seçiminde AKP’nin neden başarılı, solun niçin başarısız olduğunu analiz etmiştik.
Gelecekte yapılabileceklerle ilgili yararlı, ışık tutucu açılımların ortaya konduğu bu toplantıdan sonra, yönetim kurulumuzda ikinci toplantının ana konusunu "21. yüzyıl Türkiyesi İçin AKP’yi aşacak Yeni Bir Toplum Vizyonu Oluşturmak" olarak belirledik. Bu amaçla bir sunum yapması için sayın Sencer Ayata’yı aradığımda, kendisi tek tek politika paketleri yerine, önce, bir iktidar projesi de olabilecek, yeni uzlaşma ve ittifak arayışları üzerinde durmamızın, hangi konularda, hangi aktörlerle bu yolculuğu yapabileceğimizi araştırmanın daha doğru olacağını belirtti. Böylece bugünkü toplantının konusu belirlenmiş oldu.
Biz bugünkü toplantıyla başlayarak, sizlerle, Türkiye’yi daha ileriye götürme, daha iyi yönetme iddiasında yeni bir Türkiye vizyonu arayışının ve buna uygun bir yol haritası belirlemenin egzersizlerini yapmayı amaçlıyoruz. Bu noktada sözü Sencer Ayata’ya bırakıyorum.
Sencer Ayata
Size ve TÜSES’e çok teşekkür ederim. Konuşmamda 5 ana bölüm var; geleneksel usul olarak bir kısa metinle özetlemeye çalışayım:
İlk olarak Türkiye’de içinde bulunduğumuz siyasi koşullarda sosyal demokrasinin güçlü bir karşıtı olduğunu vurgulamaya çalışacağım. Bu yeni bir görüş değil, yeni bir bulgu değil, bir perspektif. Sosyal demokrasinin onunla mücadele etmek zorunda olduğunu ve sosyal demokrasinin şekillenmesinde bu mücadelenin oldukça belirleyici bir rol oynayacağını iddia edeceğim.
İkinci bölümde bazı sonuçlar da çıkartacak şekilde Türkiye’deki sosyal demokrat kültürün, siyasi kültürün bazı özelliklerinin altını çizmeye çalışacağım.
Üçüncü bölüm, sosyal demokrasinin tarihi anlamda emek ile sermaye arasında bir büyük uzlaşma süreci olduğunu ve küreselleşme koşullarında ve özellikle de gelişmekte olan bir ülkede böyle bir uzlaşmanın mümkün olup olmadığı sorusunu ortaya atacağım.
Dördüncü bölümde, eğer mümkünse bu uzlaşma hangi eksenler etrafında düşünülebilir, belki burada tartışılacak bazı fikirler ortaya atacağım ama daha çok benim açımdan bu fikirleri ortaya atmak önemli, yoksa bunların zorla bu fikirler etrafında yeni bir biçimlenme, yeni bir oluşum olup bunların kabul edilmesi değil.
Beşinci bölümde, sosyal demokrasinin Türkiye’yi dönüştürme potansiyelinin bir zemini var mı? Bu soruyu sormaya çalışacağım. Bunlardan söz edeceğiz, belki bazıları çok hoş, güzel sözler ama hep şu soruyla karşılaşıyoruz: Kim yapacak bunları? Nasıl yapılacak? Onun için de bir zemin tartışması yapmaya çalışacağım ama bu, klasik, bildiğimiz siyasi partilerin mevcut durumlarının tartışması olmayacak. Zannediyorum başka bir fikri önceden burada söylemekte yarar var; galiba sosyal demokrasinin önünün açılması için artık karşıtıyla da bu fikir düzeyinde karşılaştırma yapmak lazım. Yoksa hep şu tıkanıklığa gidiyoruz: “Şunu eleştiriyorsunuz ama bakın falanca parti ne yapıyor ki, filanca lider ne yapıyor ki, filanca örgütte ne var ki?” Tekrar ediyorum, sosyal demokrasinin önünün açılması için artık bu karşılaştırmanın referansını değiştirmek gerekecek. Zannederim böyle bir iddiayı hep birlikte savunmamız gerekecek. Son bölümde de bazı değerlendirmeler yapacağım.
Konuşmamın ana amacı hepimizin merak ettiği bir soru, merkez solla da eşitlemiyorum, sosyal demokrasi neden başarısız? Toplanıyoruz, yazıyoruz, çiziyoruz, konuşuyoruz, bunu araştırıyoruz. Türkiye’de siyasete baktığımız zaman perspektif de adına ne dersek diyelim, laiklik-İslam. Kimi iç ve dış gözlemcilere göre, Kemalizmi demokrasi veya güç merkezi olarak aldığımızda Türk Silahlı Kuvvetleri ile İslamcı hareket arasındaki gerilim. Siyaset çok büyük oranda bu eksene sıkışıyor. Bazı dönemlerde rahatlama olsa bile bir bakıyorsunuz kısa bir dönem sonra tekrar bütün gündemi, siyasi gündemi, siyasi oyunun kendisini bu ilişki hapsetmeye başlıyor, bazen de tali ikinci konular çıkabiliyor. Gündem, içerik, oyun bu eksende belirleniyor, bu saptamanın çok önemli olduğu kanısındayım. Siyasi partiler genellikle tek eksenli siyaset yapıyorlar, bundan merkez sol partileri kastediyorum. Bu eksen önemsizdir dememiz mümkün değil. Laiklik savunması önemsizdir demiyorum ama tek merkezli, yer olarak da çok fazla parlamento merkezli. Çok haksızlık yapmayalım, CHP’nin 90 yıldan gelen birikimiyle, onun süzülmüş şekliyle parlamentoda mücadelesini çok da kötü yapmıyorlar ama parlamentonun dışında partiye uzanan bir muhalefetten söz etmek çok zor. Sosyal demokrasi temel bir sorunla karşı karşıya ise, sosyal demokrasinin Türkiye’de alanı yok demektir, yani bir sosyal demokrat alan yok. O zaman öncelikli mesele sosyal demokrasi için bir alan açma olmalı ve açılan bu alanı sadece konuşarak değil siyasi mücadeleyle genişletmek olmalı. Bu da yine çok temel bir saptama. Sosyal demokrasi zaman içinde ne kadar değişime uğramış olursa olsun Avrupa’da hâlâ bir ana gövdesi var, değişmeyen bazı özellikleri var. Bunlara bakarak açık ve net hedeflerin konmasının mümkün olduğunu iddia etmeye çalışacağım. Defaten tekrarlayabileceğim bu hedefler kısaca şunlar: Sosyal demokrasi küreselleşme ortamında büyüme sağlayabilir ama buna temel bir inanç olması gerekir. İkincisi, büyüme demokratik ve eşitlikçi bir toplumda gerçekleştirilebilir. Üçüncüsü, bir ülkenin rekabet gücü ancak bu şekilde, yani büyüme ve eşitsizlik ile eşitlik arayışının bir arada gittiği bir toplumda başarılabilir, ülkenin rekabet gücü ancak bu şekilde artar. Yoksa herhangi bir uca, iki taraftan birine yüklenmek rekabet gücünün açılmasında önemli bir rol oynamaz. Türkiye’de gündem, içerik ve etkileşime bakarak sosyal demokrasi yeni baştan düşünülüp, yeni baştan oluşturulmalıdır.
Ben geleneğe çok saygılıyım; bırakınız entelektüel çalışmaları, daha önceki bütün siyasi partilerin birikimlerini veya başka hareketleri küçümsemek anlamında bu ifadeyi kullanmıyorum ama oldukça yeni bir bakışla alan açmaya ihtiyacımız var.
Birinci konumuz AKP iktidarı ve sosyal demokrasi, bu yeni arayış. Burada çoğunuzun bildiği bazı şeyleri tekrarlayacağım; amacım bir perspektifi vurgulamak. AKP, sadece bir parlamenter çoğunluk, bir hükümet partisi ve sadece bir siyasi iktidar değildir, salt bir dini olgu da değildir. Bildiğiniz gibi AKP, bürokrasiyi son dönemde büyük ölçüde kendi siyasi ve kültürel önceliklerine göre biçimlendirdi. Şimdi gücünü devletin diğer kurumları ve anayasal kuruluşlarını ele geçirmesi doğrultusuna çevirdi. AKP iktidarı döneminde ana başlıklarla dini oluşum ve kuruluşların yerel cemaatler üzerindeki etki ve denetimi sürekli olarak arttı. Günümüzde siyasi türbülansın artması bunların altında yatan en önemli nedenlerden biri. Büyüyen ve çoğalan AKP zenginleri ve AKP’ye bağlı yerel yönetimler sosyal yardım faaliyetleriyle AKP’nin toplumsal tabanını genişlettiler. Burada altını çizmek istediğim nokta, siyasi, ekonomik ve toplumsal iktidar süreçleri, yani sadece bir siyasi iktidar sürecinden söz etmiyoruz, bu süreçler üst üste binmekte ve ortaya Türkiye’de pek alışık olmadığımız yeni bir iktidar tarzı çıkmakta. Onun için karşıt olarak AKP’yi iyi anlamaya çalışmak önemlidir diye başladım. AKP bir yanda dinci muhafazakâr, diğer yanda ise neoliberal bir ideolojiyi benimseyen bir siyasi hareket. Yani sosyal demokrasi için nereden bakarsanız bakın hem kültürel ve siyasi hem ekonomik politikalar bakımından önemli bir karşıt. Amaç bu karşıtı demokratik bir yarış süreci içinde aşacak yeni bir toplum vizyonunu geliştirmek olmalı, bu vizyonu siyasi söylem ve pratikler düzeyinde mümkün olan en geniş tabana anlatmak olmalı, yoksa ne pahasına olursa olsun AKP’yi indirmek değil.
AKP iktidar sürecine özellikle iki değişik doğrultuda yaklaşmak ve incelemekte yarar olabilir. Birinci örnek olarak “sistemik karşıtlıklar” ifadesini kullanacağım burada. Sistemik karşıtlıklardan anladığım nedir? Hemen diyebilirsiniz ki zaten karşıtlıklar üzerinde çok duruluyor, siyasi kutuplaşma zaten Türkiye’de çok yüksek bir düzeyde değil mi? Evet bu saptama çok doğru, kutuplaşma, çatışma çok doğru ama daha çok tek eksenli, laiklik-İslam eksenli bir çatışma. Benim sistemik çatışma dediğim biraz daha farklı. Tabii muhalefetle iktidarın ilişkisi hemen her alanda uzlaşmazlıklar ve karşılıklı zıtlaşmalardır da demek istemiyorum. Elbette ortak görüşler, buluşma noktaları, paylaşılan endişeler her zaman düşündüğümüzden daha fazladır. Örneğin, AKP Türkiye’nin AB’ye tam üyelik yolunda ilerlemesi için gerekli reformlar konusunda kararlı tutum takınıyor ve adımlar atıyorsa buna önem veren bir sosyal demokrat partinin bu adımları desteklememesi için hiçbir sorun yoktur. Böyle olmakla birlikte, –en az 3 çocuk dendiği için aritmetik ortalamayı 4 veya 5 diye alalım– ortalama çocuk sayısı nasıl bir aile tipi demektir, nasıl bir aile formu demektir? 4-5 çocuk, kadının tüm gençlik ve olgunluk dönemini uzatmalı bir hamilelik dönemi olarak geçirmesi demektir, yayalım, asgari 10-15 yıl. Bir de üstüne üstlük günümüzde, ki AKP de kadının eğitimine önem veriyor, annelik ve çocuk bakımında modern toplumun kazandırdığı yoğun bir bilgi bombardımanı var; radyoda, magazinde, televizyonda, komşuların konuşmalarında, her yerde var. Buralardan sağlık ve eğitim pratiklerini öğrenip, onları dikkate alıp uygulayan bir annenin annelik dışında hemen hemen pek bir şey yapmaya vakti kalmayacaktır. Diyelim ki günde yine en az birkaç saatini, hem de kendisinin kullandığı otomobiliyle, moda değimle AVM’lere gidip gelmek için harcayan, fitness vs. merkezlerine girip çıkan bir anne, çocuk bakımı dışında, kendini adadığı bu alan dışında bir yurttaş ve bir insan olarak kamu yaşamına ne ölçüde katılabilir? Bir başka açıdan bakalım, kızını tam bir eşit insan olarak görmek isteyen, varsa onun da tıpkı oğlu gibi veya başkasının oğlu gibi çalışmasını arzulayan, kamu yaşamında erkekler kadar aktif yer almasını bekleyen anne ve babaların, Başbakan’ın ortaya attığı kadın ve aile rol modeliyle buluşup uzlaşmaları mümkün müdür?
İkinci örnek daha yumuşak, AKP’nin sosyal demokrasi için öncelikli olması gereken bir alanda kentli yoksullara, köylülere ve işçilere yakın duran bir siyasi yaklaşım içinde olduğunu ve bu sayede küçümsenmeyecek başarılar elde ettiğini gayet iyi biliyoruz. Ben hak etmiyor demiyorum, bunu birçok çalışmamda da uzun uzun ifade etmeye çalmıştım. Bununla birlikte AKP’nin sosyal refah anlayışının ve politikalarının çağdaş bir yurttaşlık, sınıf içerikli bir eşitlik ile sosyal refah devleti açısından bakıldığında çok önemli eksiklikleri vardır. AKP özü itibariyle bir sosyal adalet ve eşitlik projesi değildir; AKP’nin siyasi gayretleri 5-6 senedir çok yakından incelediğimiz gibi devlet patronajını ele geçirmeye yöneliktir. Zaten açıklanan sayısal değerler de ortadadır, bu kendi yandaşlarını kollayan sistem, kaynak dağıtım sisteminde bazı sektörlerde neredeyse bir tekel oluşturmuştur. İlaveten AKP’nin sosyal yardımlaşma yöntemleri kalıcı, kurumlaşmış, şeffaf, adil, eşitlikçi ve kapsayıcı değildir. Sosyal demokrasinin, sosyal refah devleti ideali bu yöntemlerin tam zıddıdır, karşıtıdır. AKP ile çağdaş ve sosyal demokrasinin bakış açısı yalnızca din ve laiklik değil aile yapısından eğitim müfredatına, sağlık sisteminden yerel yönetim tarzına, özgürlük anlayışından eşitlik anlayışına, sanata bakıştan sivil toplum örgütlenmelerinin niteliğine kadar birbirinin karşıtıdır.
İkinci konuya gelirsek, sistemik çatışma dediğim örneklerde stratejik analizden kastettiğim, AKP’nin ortaya koyduğu değişim potansiyelini, ilerleme potansiyelini, AKP’nin getirdiği açılımları çok iyi anlamak, iyi değerlendirmek. Aynı zamanda vurgulamak istediğim, AKP’nin yapısından, niteliğinden, özünden kaynaklanan sınırlılıkları da aynı şekilde tespit etmek. Örneğin AKP’nin gelişimi, ilerlemeyi, değişimi engelleyici özelliklerini çok iyi çalışmak, bulmak ve bunları bir biçimde ortaya koymak. Ben bunun yeterince yapıldığı kanısında değilim, bunun siyasi nedenlerini tartışabiliriz. Daha önce değindiğim gibi en önemli nedeni daha çok siyasetin gündeminin bu polarizasyon eksenine sıkışmış olması ve onun dışına çıkamıyor olmamız. Konuşmamın önemli bir bölümü de zaten bu potansiyelin ve kısıtlılıkların tartışılmasına yönelik olacak ama önce neyi kastettiğime dair bir örnek vermek istiyorum. Dünya Bankası’nın sağlık raporunun hazırlanmasında bir zamanlar ekip olarak oldukça önemli bir çalışma yapmıştık; AKP’nin sağlık reformu çalışmalarını birçok açıdan çok başarılı buluyorum. Yani sağlık sisteminde erişim ve kullanımda faklılığı kaldırarak eşitlik yolunda çok önemli adımlar atıldı, bu doğrudur. Formaliteler azaltıldı, bilgisayara geçildi, yeşil kart çok daha kalıcı, çok daha ciddi bir sağlık sigortasına benzemeye başladı, ilaç fiyatları düştü, performansa dayalı ölçüm getirildiği için doktorların özellikle cerrahların, ücretleri arttı, beklemeler azaldı, hatta duyuyorum bıçak parasında bile azalma oldu diye. Buna rağmen belki daha sosyal demokrat bir perspektiften bakalım, bütün uzmanların birleştiği fikir birinci basamak ve koruyucu sağlık önlemleri topyekûn ihmal edildi. Evet, toplum hekimliğinden filan söz ediliyor ama bunun hiçbir şekilde kapsayıcı bir önlem olmadığı konusunda yeni konuştuğum bütün uzmanlar hemfikirler. Sistem tamamen hastanelere bağlandı, hastalık önlenmesi AB’nin öngördüğü gibi ana politika hedefi olmaktan çıkarıldı, tam kapsamlı sisteme geçilemedi. Yoksulluğun yaygın olduğu bir ülkede bireysel katkının ucu açık bırakılmış durumda. Krizin en büyük nedenlerinden biri de bireysel katkı oranının belli olmaması. Türkiye’de prime dayalı Bismark sistemi tutmuyor, bu sistem zorlanıyor. Sosyal demokratlar elbette bireysel katkı, devlet ve özel sektör işbirliğine karşı değil, prensip olarak karşı olmak için hiçbir neden yok, bunun tabii ki sınırları var ama karşı olmak için bir neden yok. Bu sistem ne ölçüde vergi temelli hale getirilecek? Yani 1940’lara dönersek, ne ölçüde sosyal demokrat bir “beverage” sistemini konuşacağız Türkiye’de? Bu hayati bir sorudur. Burada küçük bir parantez açarsak, Blair hükümeti, üçüncü yol sulandırılmış diye Türkiye’de pek bir küçümsenir ama peş peşe biyografiler vs. okuyorum, Tony Blair ve Brown sürekli olarak hastanelerle, okullarla uğraşan kimseler. Hatta bir noktada “ne Başbakan’ı, bırakın bu adam eğitim sekreteri olsun!” diyorlar. Yani devamlı okulla, hastaneyle uğraşan kimseler. Okuldan örnek vermeyeceğim ama okula katılım, devamsızlık, okulu terk etme, başarısızlık, yoksulların eğitimden dışlanması, sınıf büyüklüğü, öğretmenin niteliği, eğitim araç-gereçleri, teknolojik donanım, çalışan çocuklar sorunu –15 yaşın altındaki çocuklarla ilgili son derece önemli yeni yasalar çıkarılıyor– anne, baba ve mahallenin eğitim üstündeki etkisi, okul idaresi. Gerçekten tebrik ederim, e-mail’leri alıyorum, bu anlamda, ciddi olarak bunun üzerine yoğunlaşan bir süreç başlattınız. Sosyal demokrat kır-kent farklılıklarıyla, bölge farklılıklarıyla uğraşır, yediği, içtiği, yattığı, kalktığı, uğraştığı bunlardır, bunlarla boğuşan kimsedir. Çünkü eğitim yoksullukla mücadeledir, eğitim artışı iş, aş, gelir artışı demektir, verimlilik artışıdır, nüfusun, sağlığın artışıdır, eşitlik artışıdır, büyümeyi sağlar ama sadece onu değil demokratikleşmeyi de sağlar. Bu kadar hoşgörünün, kozmopolitliğin öneminden bahsediyoruz, bunların temeli de yine eğitimdir hem de bütün yönleriyle. Sosyal demokrasinin yeni gündemini oluşturmak derken özellikle bu alanları kastediyorum. Sol, merkez sol, sosyal demokrasi bu oyunun kurallarına göre hep yeniliyor. Diyelim ki bu oyun güreş, belli ki bu güreşe 50 kere tutuşulsa yenileceksiniz; belki tenis mi olur, yelken mi olur, bu oyunu değiştirmek lazım, burada ciddi bir problem var.
İkinci konu sosyal demokrasi ve siyasi kültür. Bu çatışma ekseni ve stratejik analiz örneklerinden sonra bu konuda biraz adım atmak istiyorum. Hep, sosyal demokrasi emekçi sınıfların toplumsal ve siyasal mücadelesinin hareketidir deriz. Bu önerme tamamen doğrudur, halen de önemli ve geçerlidir. Türkiye’de sosyal demokrasi, bizim siyasi kültürümüzde genellikle bu yönüyle algılanır, popüler kültürümüzde de öyle, yani yalnızca bir işçi sınıfı tarihidir, işçi sınıfının mücadelelerinin tarihidir. Avrupa’da böyle değildir, bunun üzerinde durmaya çalışıyorum. Buna bağlı olarak sosyal demokrasi tartışmalarının ana konuları en çok tabana yöneliktir. Sosyal demokrat işçi tabanı büyümekte mi, küçülmekte mi? Bu taban bir sol kimliği benimsiyor mu? Emeğin Türkiye’de örgütlenme kapasitesi nedir? Orta sol partilere kimler, ne ölçüde oy vermektedir? Bu sorular çok önemli, tartışmalar daha çok bunlarla ilgili yürütülmüştür. Bunun ötesinde aslında bilimsel ve akademik olarak tabanda meydana gelen değişiklikleri de çok izlemedik. Orada da çok ilerleme kaydedilmedi, hele son zamanlarda bakış açımız daha da basitleşti, kiminle konuşsanız bir retorik var. Hemen bir cümlede belki şöyle özetleyebilirim: Sosyal demokrasi yoksulların partisi olmalı, varoşları ve gecekondu bölgelerini kucaklamalı. Biliyorsunuz bu “kucaklamalı” lafı çok moda. Böyle bir retorik var, herkes bunu defaten tekrarlıyor. Türkiye’de klasik sosyal demokrasi dediğimizde hep Avrupa’da bir zaman kurulmuş olan bir dönem, bir nostalji söz konusu. Nedir bunun özünde yatan? Aynı fabrikada çalışan, aynı sendikaya üye, grev yapıp mitinge katılan, bir ölçüde militan ve özel hayatında kibrit kutusu gibi sıraevlerde yan yana, birbirine komşu oturan, aynı pub’a giden, aynı partiye oy veren, aynı birayı içen, Pazar günleri eski gelenekte öğlen yemeğinde mutlaka ailesiyle tavuk ve patates kızartması yiyen, mutlaka bulunduğu -Malmö olur, Leverkusen olur, Sheffield United olur- şehrin takımını tutan bir işçi sınıfı anlayışı ve bekleyişi. Bu asla tekrar edilmeyecek olan bir dönemin endüstriyel işçi sınıfı. Bu anlamda dünyada hiçbir zaman ve hiçbir yerde gelmeyecek. Bir de bu tanıma parti anlayışını ekleyerek resmi tamamlayalım; işçiler tarafından örgütlenmiş işçi sınıfının partisi, parti imajı da özellikle bu. Buradan ilerleyerek Türkiye’de sosyal demokrasinin temel etos’unun, siyasi kültürünün iki ana fikir üzerinde kurulduğunu görüyoruz; sınıfsal mücadele ve egemen güçlerle çatışma. Bu gerçekten çok önemlidir, sosyal demokrasinin ruhu budur ama Avrupa’da onlar kadar önemli olan iki yön bizim sosyal demokrat siyasi kültürümüzde pek yer bulamadı. O iki kavram da sosyal sınıf uzlaşması ve özellikle altını çizerek söylüyorum sosyal refah devleti. Sosyal demokrasinin en önemli tarihi ürünü nedir? O mücadele oldu, bu örgütlenme oldu, çatışma oldu ama sosyal demokrasi neyi doğurdu, büyük tarihi ürünü nedir?
Her yerde kullandığım bir ifadeyle, büyük tarihçi Eric Hobsbawm’un dediği gibi insanlığın altın çağını yaşatan sosyal refah devletidir. Sosyal demokrasinin gözle görülür tarihi, kurumsal ürünü budur. Sosyal demokrasi ekonomik dinamizmi artıran, verimliliği yükselten ve toplumun zenginliğini bütün bu dönem boyunca hem işçilerin hem de işverenlerin yararlanacağı şekilde geliştiren bir sistem olmuştur. Türkiye’de sosyal demokrasi, işçi sınıfının siyasi mücadelesi vurgusunu ortadan kaldırmadan, uzlaşma ve refah devletinin kurulması boyutlarına gerekli önemi verme durumundadır. Türkiye’de halk, aydın, sol ve yoksullar arasında varolduğunu hep düşündüğümüz, söylediğimiz bu uçurum, bu uzlaşmazlık, bu siyasi-toplumsal mesafeyi kapatmak istiyorsak bunun temel aracı sosyal refah devletidir, bunun temel aracı da sosyal politikalardır. Yoksa bu artık her yerde söylediğimiz gibi, onlar günde 3 ev ziyaret ediyor biz 4 kere ziyaret edelim, onlar 2 mevlit mi okutuyor biz 4 mevlit okutalım. Türkiye’de herhangi bir siyasi hareketin ya da sosyal demokrasinin böyle bir opsiyonu yoktur, onun için, okulla, işle, hastaneyle uğraşan bir sosyal demokrasi. Sosyal demokrasi denince yalnızca laikliğin savunulmasına, yalnızca kimlikler sorununa indirgeyemeyiz. Türkiye için bu sorunların önemi birincil derecededir, sosyal demokrasi bunları etkileyen ama bunlardan ayrı bir alandır. Sosyal politika dedim, Türkiye’de yaygın bir yoksulluk var. Türkiye’nin sosyal kalkınma düzeyi özellikle son ayarlamalardan sonra ekonomik kalkınma düzeyinin ciddi olarak altında kaldı, basamak basamak altında kaldı. Sınıf, toplumsal cinsiyet, bölge eşitsizlikleri belirgin, o arada geleneksel dayanışma sistemleri büyük bir erozyona uğruyor, zayıflıyor. Az önce de söylediğim gibi sosyal güvenlik sistemi son derece güçsüz. Hatırlar mısınız bilmiyorum, TÜSES’te yaptığım siyasi bir konuşmada akademik bir çalışmaya dayanarak Türkiye’de Abdülhamit döneminden itibaren hiçbir siyasi iktidarın sosyal politika konularını bırakın birinci mesele, öncelikli mesele yapmadığını savunmuştum. Bu halen devam etmekte. Bu neden böyle? Sosyal demokratlar özellikle neden bu sorularla ilgilenmezler? Toplumun değişmesi diyoruz, modernleşmesi diyoruz. Bunların en önemli boyutları nelerdir? Bir kere modernleşme en temelinde bireyin özerkliğidir. Bireyin özerkliği olmadan demokrasi olmaz zaten, ama özerkliğinin olması için bireyin güçlü olması lazım, bağımsız olması lazım, ona, buna, kurda, kuşa, merde, namerde borçlu olmaması lazım. Bunu sosyal politikalar sağlar, bireye bağımsızlığını kazandıran sosyal politikalardır. Modernleşme, ekonomik kalkınma diyoruz, yani nüfusun verimliliğini artırma meselesi. Nüfusun verimliliği de eğitim, sağlık, sosyal güvenlik konularındaki vasıfla, bu konulardaki yükselişle artar.
Üçüncü olarak, modernleşmenin getirdiği en önemli sorun hızla farklılaşan ve parçalanan bir toplum yapısı. Bugün devamlı uğraştığımız temel sorunumuz bu. Bütün toplumlar bununla karşılaştılar. Toplumsal entegrasyon bütün toplumların konusu. Türkiye’de bugün toplumsal farklılaşmayla, parçalanmayla nasıl ilgileniriz sorusunu ortaya attığınız zaman en çabuk akla gelen cevaplar ya siyasi baskı ya da dini cemaatlerin kontrolü vasıtasıyla sistemi uyuşturmak, idare etmek oluyor. Oysa bütün Avrupa ve Batı geleneğinde bu yumuşatmanın, bu entegrasyon sürecinin en önemli anahtarı sosyal politikalar olmuştur.
İkinci olarak, işçi sınıfının güçlenerek iktidarı ele alıp ülkeyi tek başına yönetmesi üzerinde kısaca duralım. Bu bir tarihi seçenek olmuştur ama bu sosyal demokrasi değildir. Avrupa merkezli olarak gerçekleşen bu tarihi uzlaşmada örgütlü işçiler özel mülkiyet ve şirketlerin kârlarını artırmaları için uygun ortamın sağlanmasını kabul etmişlerdir; uzlaşmanın bir temel ayağı budur. İkinci ayağı, sermayede elde edilen kârlardan yatırım yoluyla istihdam yaratılmasını ve vergiyle sağlanan toplumsal hizmetler ile sosyal güvenliğin geliştirilmesini kabul etmişlerdir. Devlet bu ilişkilerin geliştirileceği ortamı oluşturmuş ve gerekli düzenlemeleri yapmıştır. O halde uzlaşmanın temel fikri dayanağı herkesin ekonomik büyümeden kazançlı çıkacağı inancıdır.
Bizim kültürümüzde sosyal demokrasi biraz “bağcı dövme” kültürüdür, “üzüm yeme” kültürü değil. Bu kültürü bizim bu anlamda bir “üzüm yeme” kültürüne çevirmemiz gereklidir diye düşünüyorum. Sosyal demokrasiyi sosyal demokrasi yapan, yani ona özgü olan, özgün olarak sosyal demokrat olan, sosyal demokrasiyi başka siyasetlerden kalın çizgilerle ayıran, diğer yaklaşımlardan ayırt eden ve ona tarihi planda kalıcı bir meşruiyet kazandıran bu eşitlik projesidir, yani sosyal refah devletidir. Bu böyle olmakla birlikte Türkiye’de ve içinde bulunduğumuz küresel koşullarda eşitlikçi bir toplum hedefleyen ittifak arayışlarının, politikaların önünde önemli engeller mevcuttur.
Can alıcı soru şu: Günümüzde Türkiye’de böyle bir tarihi arka planda anlatmaya çalıştığım türde bir uzlaşma mümkün müdür? Belli başlı engeller nelerdir? Zannedersem en çok kafa yormamız, üzerinde durmamız gereken soru bu.
Benim çok net, açık, hepinizi ikna edecek cevaplarım olduğu pek söylemez ama bu arayışı, bu sorgulamayı başlatmak için konuşuyorum. Küresel piyasa koşullarında iddialı bir sosyal demokrat projenin gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği çok yönüyle tartışılmakta. Nelerden söz ediyoruz? Dış yatırımların önemi ve sermayenin aşırı mobilitesi, yani ‘aman sermaye kaçar’ korkusu, kamu harcamalarına getirilen kısıtlamalar, çalışma koşullarının esnekleşmesi, uluslararası kuruluşların politik kararları belirleme gücünün artması, işverenlerin makro ekonomik dengeler, enflasyon, vs. konusunda aşırı hassasiyetleri, duyarlıklar. Bu bağlamda özellikle vergi yükünün ve enflasyonun yeniden tırmanmasına yol açacak türde düzenlemelerden haklı olarak ürkmeleri, endişe etmeleri. Bütün bunlara bağlı olarak küresel rekabet ortamında sosyal demokrat projenin maliyeti iş dünyası tarafından kabullenemeyecek kadar yüksek bulunur ve karşılanması zordur, böyle bir konsensüs yoktur, ihtimal yoktur diyebilir miyiz? Yani böyle bir konsensüs ihtimalini, tartışmasını, düşüncesini bir kenara atmalı mıyız? Bu soruyu yanıtlamak için önce biraz sorunun zeminini kaydırmak istiyorum, bu maliyet unsuru iş dünyası için çok önemli olmakla birlikte, sosyal demokrasi iş dünyası için uzun dönem ekonomik kazanç ve getiriler açısından bazı üstünlükler öne sürebilir mi? Örneğin sosyal demokrasi sistemin meşruiyeti, ki hiç olmayacağına inanıyoruz, inanmak istiyoruz ama şu günlerde, hani uzun süre çalışırsınız, çalışırsınız, bir katınız, bir arabanız, bir de çocuklarınızı biraz okutursunuz, bir büyük kaza, hastalık olur bütün birikim erir, Türkiye meşruiyet konusunda, sisteminin sağlamlığı konusunda hâlâ oralarda yuvarlanmakta. Son derece ciddidir onun için altını çizmek istedim.
Sosyal demokrasi, sistemin meşruiyeti, barış ve istikrarın daha sağlam bir zemine oturtulması, verimlilik artışı, buna bağlı büyüme ve kârlılık artışı sağlama konusunda alternatif siyasi hareketlerden daha iddialı olabilir mi? Sosyal demokratlar bu uzlaşmadan sağlanacak –deyim benim değil, Bilsay Kuruç’un, o kullanıyor- buradan oluşacak bir sosyal fazlayı yaratabilirler mi? Bunu nasıl kullanabilirler? Bir kaç ana başlık, daha düzenli sanayi işçileri, yüksek vasıflı, eğitimli ve sağlıklı bir işgücü, iyi bir altyapı, iletişim alyapısı, düzgün ve belirgin kurallarla işleyen piyasalar, sağlam bir hukuk bir devleti, kısacası bütün bunlardan amaçlanan yükseltilmiş ulusal, daha doğrusu küresel rekabet gücü. Düşüncemi açıkça söylemem gerekirse bu hedefler hoş görünse de araştırmalarımdan da tanıdığım Kayseri’den Antep’e birçok küçük ve orta çaplı işletmeciyi düşünüyorum, onlara pek hoş gelmeyecektir. Yani maliyet boyutu üzerinde ciddi olarak durulmayacaktır, benim kişisel kanım o. Peki, yüksek vasıflı insan sermayesinin ve kamusal altyapının gelişmesine öncelik veren, faaliyetlerini giderek daha fazla bilgi yoğun hale getiren, getirmeye çalışan başka yatırımcılar için bu üstünlükler konusunda cezp edici yönler olabilir mi? Türkiye ekonomisi için temel hedefler, işgücünün verimliliğini ve katma değerini arttırmak, innovasyon kapasitesini artırmak ve bu yoldan büyüme sağlamak. Bu hedefe ulaşmanın en başta gelen araçları da bilim, teknoloji ve sanayi politikaları. Bundan kuşkumuz yok, bu herkesin hemfikir olduğu bir konu. Gelişen bilgi ekonomisinin ihtiyaç duyduğu vasıflı işgücünü yetiştirme, yüksek kalitede eğitim ve mesleki eğitim veren kuruluşları güçlendirme, enformatik iletişim teknolojilerini destekleyen gelişmiş bir altyapıyı kurma, bilginin akışkanlığını sağlamak için gerekli hukuki düzenlemeleri ve kuralları oluşturma, kamu ve özel sektör tarafından sağlanan araştırma ve geliştirme hizmetlerini en üst düzeylere çıkarma. Bunlar hemen aklımıza gelenler. Kaynak sağlayan ve güçlendiren bir devlet anlayışıyla bu söylediğim önlemler takviye edilirse, yani firma kurmayı, firma gelişmeyi teşvik eden bir sosyal demokrat devlet anlayışı; bunların hepsini bir araya getirdiğimiz zaman en genel ifadeyle bilim, teknoloji ve sanayi politikaları merkezli olduğu için bir çeşit bilgi ekonomisine geçiş arayışı tartışması yapmış oluyoruz.
Özetlemeye çalıştığım bütün bu konuların ana konusu budur. Günümüzde kapitalizm tarihinde ilk defa olarak kapitalist ekonomiyi ateşleyen, yürüten temel güç bilgi haline geliyor. Sosyal demokrat bir hareket Türkiye’de üniversiteleri, medyayı, meslek örgütlerini, iş dünyasını innovasyonda ve verimlilik artışında daha önemli adımların atılmasını sağlayacak büyük bir bilimsel ve teknolojik mobilizasyona sürükleyebilir mi? Bunun öncüsü olabilir mi? Bunun kıvılcımı olabilir mi? Böyle bir misyonu benimseyip bunun fikrî, programatik ve örgütsel altyapısını oluşturabilir mi? Böyle alt alta program yazmak ve broşür olarak yayınlamaktan söz etmiyorum; genel olarak kamuoyuna yepyeni bir imajla verimliliği, üretimi ve innovasyonu temsil eden bir siyasi hareket olarak çıkabilir mi? Burada içinde bulunduğumuz siyasi ortama özgü bir önemli soru da var çekicilik açısından o siyasi faktörü dikkate almamız lazım. Böyle bir sosyal demokrat hareket AKP sermayesi karşısında giderek daha fazla rahatsız hale gelen laik iş dünyasının siyasi nedenleri de dikkate alarak sosyal demokrat uzlaşmaya daha fazla ilgi duymasını sağlayabilir mi?
Çok kısa olarak uzlaşmanın diğer boyutuna, diğer sosyal gruplar açısından anlamına bakmak istiyorum. Çok küçük fırça darbeleriyle uzlaşma, orta sınıflar, emekçiler ve yoksullar için ne demek? Örgütlü işçiler ve yeni orta sınıflar daha iyi ücret, iş güvencesi, kaliteli eğitim ve etkin sağlık hizmetleri talep edecekler. Yoksulların, yani özellikle kayıt dışı ekonomide olanların beklentisi kayıtlı istihdam ve asgari ücretin uygulanması doğrultusunda olacaktır. Tüm bu kesimler için uzlaşma, büyüme ve eşitliğin, yani ekonomi politikalarıyla sosyal politikaların birlikte düşünülmesiyle ilgilidir. Çalışan sınıfların etkin bir örgütlenme ve mobilizasyonu olmadan bunun başarılması zaten mümkün değildir, bu kesimlerin beklentileri de bu yönde olacaktır.
Kaynak yaratma benim işim değil, alanım da değil ama çok kısa bir kaç değerlendirme yapmak istiyorum. Uzlaşma için bir sosyal fazlanın oluşturulmasında elbette bir vergi boyutu vardır fakat vergi boyutu der dermez şunun da altını hemen çizmek istiyorum Türkiye’de hepimizin çok iyi bildiği gibi vergi sorunu sadece formel iş dünyasının vergilendirilmesiyle değil onun çok ötesinde, onu çok aşan bir sorun. Yani bir anlamda Türkiye’nin vergi sorunu bir işgücüne katılım düzeyi sorunu, bir istihdam düzeyi sorunu, kayıt altına alma sorunu, diğeri kadar önemli bir boyutu. Ekonomiyi daha fazla kayıt altına alma konusu belki de -biraz iddialı bir önerme olacak ama- sosyal demokrat uzlaşmanın Türkiye koşullarında özel hedefleri arasında yer alabilir. Bir kaç konunun daha altını çizmek istiyorum, bütünü belki rasyonelleşmeyle ve sözünü ettiğim innovasyon süreciyle ilgili. Ben buna çok ciddi olarak inanıyorum, bunun üzerinde şu anda bile çok uzun örnekler verebilirim ama vaktimiz yok. Günümüzde liyakate hiç önem vermeyen bir yönetim anlayışı, şu anda hem yerel yönetimlerde hem merkezi yönetimde devlet kadrolarını ciddi bir ehliyet, yetenek ve vasıf erozyonuna uğratmakta. Bunu devlet yönetiminin bütün alanlarında görüyoruz. Kayırmayı en aza indirip, kaynakların daha etkin bir şekilde kullanılmasını sağlamak, eğitim, sağlık ve sosyal güvence için kullanılacak fon yaratmada kanımca çok önemli ve küçümsenmeyecek bir araç.
İkincisi, kamu kesiminde Blair hükümetinin uygulamasına benzer bir verimlilik artışı tasarruf fonu, pekâlâ böyle bir program oluşturulabilir. Bakınız küçümsememek için söylüyorum, Blair hükümeti bütçe üzerinden yüzde 2,5’luk bir gelir artışı sağladı bu yoldan. Tabii en önemlisi innovasyon, yani innovasyon doğrudan doğruya kamu sektörünün verimliliği için de önemli bir konu, hizmet sektöründe, sosyal politikayı uygulayan departmanlarda teknolojik yeniliklerin yanı sıra yönetim ve organizasyonda yenilik, yönetim ve organizasyonda innovasyona giderek verimliliği arttırma yine son derece önemli konular. Yönetimin etkinliği, yolsuzluğun denetim altına alınması, sorumluluğa önem verilmesi, siyasi istikrar, devletin ve yönetimin düzenleme kapasitesi, hukuk devleti, daha siyasi bir deyimle ben bunların akçe olduğu, para olduğu kanısındayım. İktisatçılar biraz sonra o değerlendirmeleri benden çok daha iyi yapacaklardır ama burada geliştirilebilecek ve arttırılabilecek olan çok önemli fonların olduğu kanısındayım. Bundan sonraki bölümde sosyal demokrat konsensüse ilişkin biraz daha hayalimizi genişleteceğimizi umduğum bazı örnekler vereceğim.
Şehre geçmek istiyorum, modern kent olgusuna, modern bir kent oluşumunda üç temel süreç olduğunu biliyoruz, birincisi fizik altyapının oluşması. Türkiye’de tam olarak hâlâ oluşmadı ama çok önemli bir konu.
İkincisi, Türkiye giderek bu açıdan önemli bir değişim sürecine girdi, daha çok kitle üretim, kitle tüketim düzeyiyle ilgili. Yani ikinci aşamada kentin tüketim coğrafyasının zenginleşmesi, tüketim alanlarını çeşitlenmesi, büyük mağazalar, kütüphaneler, arkadlar, lokantalar, şarküteriler, bankalar, alışveriş merkezleri bildiğimiz tüketim alanları.
Ama son 20-30 yılda çok daha önemli bir üçüncü alan çıktı, buna "yumuşak altyapı" diyelim, birincisi fizik altyapıysa üçüncü alana yumuşak altyapı. Yumuşak altyapının en önemli boyutu, içeriği kültür Çünkü, birincisi kültür şu anda ekonominin ve sanayinin en hızla ilerleyen sektörlerinin başında geliyor. Bakıyorsunuz rakamlara, İrlanda’nın kişi başına geliri 70 küsur bin dolar, artık bu 70 bin dolarla bırakınız pırasayı, lahanayı Bahamalar’a gitmenin de bir önemi kalmadı. Ne yapacaksınız? Londra operasında bilet 1000 sterlin ve siz sıra bekleyeceksiniz. Yani bu harcama kültüre gitmeyecekse nereye gidecek? Kültür en hızlı büyüyen sektörlerden birisi, kendisi başlı başına bir ekonomik sektör, geleceğin sektörü. İkincisi, kentler büyüme için gerekli olan yatırımı, yani İstanbul’un, sizlerin her gün yaşadığı olay. Bütün bu ‘albeni’, yani cazibe arttırma yatırımları kimi çekmek için? Yatırımcıları, turistleri, vasıflı işgücünü en önemlisi, yaratıcı kesimi kente çekmek için. Nedir bunun motoru, çekim gücü, mıknatıs nedir? Kültür, kentin kültürel etkinliklerinin zenginliği. Üçüncüsü, çok daha ilginç bir bağlantı var, rekabet, büyüme ve rekabet gücünü arttırma, tıpkı ülkelerde olduğu gibi kentlerde de birinci derecede önemli, kentin innovasyon kapasitesiyle iç içe geçer hale geldi, bunu gayet iyi biliyoruz. İnnovasyonu yaratıcı sınıf yapıyor ama bu yaratıcı sınıfı kente çekmenin en önemli yolu, en önemli aracı o kentin kültürel kapasitesi, bununla birebir bağlantı var. Kozmopolit nüfusu olan, kültürel olarak canlı, arı kovanı gibi, innovatif, girişimci ve çekici kentler, ülkeler ve kentler, özellikle büyük kentler, şimdi artık enformasyon ekonomisinden kültür ekonomisine geçiyorlar. Devletin ve yerel yönetimlerin rolü de, başarısı da büyük ölçüde kentleri kültürel bakımdan daha arzulanan ve çekici yerler haline getirmelerine bağlanıyor. Tüm bunlar için yaratıcı bir sınıfın olması, canlı, kozmopolit, eğlenceli ve yaşam dolu bir kesim olması gerekli. Meslek grubu bazında da bunu ifade edebiliriz. Bu kesimin gelişmesi, yeşermesi, ürün vermesi için son derece önemli olan asetler, etkinlikler, mekânlar nelerdir? Kafeler, zengin bir cappucino kültürü, barlar, meyhaneler, tiyatrolar, sanat galerileri, dans salonları, gösteri merkezleri, antika galerileri, film stüdyoları, konser salonları, operalar, baleler, tasarım atölyeleri, festivaller, özel pazaryerleri, etnik mahalleler. Biliyorsunuz bizim Sulukule eğer Londra’da olsaydı şimdi küresel piyasada müthiş düzeyde pazarlanan, cıvıl cıvıl bir yer haline getirilirdi, yani bir etnik mahallenin pazarlanması, yani 24 saat canlı bir kent.
AKP uzun yerel yönetim deneyimi sonucu kentin fiziki altyapısını geliştirme konusunda küçümsenmeyecek bir beceri kazandı, bunu küçümsemek çok yanlış. Son 15 yılda ikinci unsur olarak tüketim coğrafyasının genişletilmesi konusunda da, ‘perakende devrimi’ –herhalde böyle diyebilirim- konusunda ve emlak piyasasında son derece aktif, bunu da çok iyi biliyoruz. Ama kültüre gelince, yani bu gelişmekte olan, büyümekte olan kültüre gelince, mesela İstanbul dışında tüm Anadolu’da, hatta İstanbul’un birçok belediyesinde AKP bu alanın gelişmesine aktif bir şekilde engel oluyor biliyorsunuz. Üç kere Kayseri’ye gittik, Hilton’da 3 masa ya oluyor ya olmuyor, hiçbir Kayserili zengin Hilton’a gelmiyor, çünkü ta tepeden gelme, süzülerek aşağı inen bir iç sansür var, garsonlarla konuşuyorsunuz “gelmezler” diyor. Tabii 70 kilometre ötedeki Ürgüp’te vur patlasın çal oynasın oluyor ama Kayseri’nin içinde Hilton boş. İstanbul’dan gelen 3 tane işletmeci bir masada yemek yiyor o kadar, bu kadar açık ve net. Birçok ilde içki içilen yerler artık tecrit ediliyor, kentin 30 kilometre dışına yerleştiriliyor. Yani AKP’nin bu cıvıl cıvıl kültürle bağlantısı oldukça kopuk. Benim dikkat ettiğim, izlediğim kadarıyla İstanbul’un gelir getiren tüm mekânlarını, küresel düzeyde tanıtımını ve bu sektörün alabildiğine metalaşmasına, hatta bunun için gerekli olan tarihi mekânların renovasyonuna, son dönemde bu düzenleme işlerinde de estetik standartların yükseltilmesine büyükşehir belediyesi önem veriyor ama ilçe belediyelerinden söz etmiyorum. Hatta bir Osmanlı çokluk modeli anlayışı içinde de o alanlar içinde kimin ne yediğine, ne içtiğine de hiç karışılmıyor. Zannedersem Türkiye’nin toplumsal düşüncesini de, siyasetini de bir ölçüde bu ‘karışılmama’ süreci belirliyor. Yani tahammül eden -hoşgörü ile tahammül pek aynı şey değil- yönetimler var ama AKP bırakın doğrudan katılmayı genel olarak ne bu kültürel süreci destekleyecek kadar ne de yaratıcı sınıfla yakın ilişki kuracak kadar liberal değerlere sahip değil. Canlı bir yeme-içme, canlı bir sokak kültürü, gece kulüpleri, galeriler, tiyatrolar, dans grupları, eğlence gibi sıraladığım bu faktörlerle AKP’nin yakından uzaktan ilgisi yok demeyeceğim ama çok zayıf bir bağlantısı var. Özellikle de konu cinsel hoşgörü anlayışı. Büyümenin ve innovasyonun temeli bir liberal kültür ise ve AKP’nin bunda ciddi bir sorunu varsa bu durumda sosyal demokrasinin avantajı olabilir mi? Ben bundan o kadar eminim ki başka hiçbir şeye gerek yok, sadece şu salonda oturanlar bunun garantisidir. Yani hiçbir özel bir isim kullanmadan, AKP’nin en ileri, en önü açık, en liberal kesimini gözünüzün önüne getirin ve liberal kültür ve değerler açısından burada oturan kimselerle karşılaştırın. Daha fazla bir kanıta ihtiyaç olduğu kanısında değilim.
Bilim teknoloji konusuna geçmek istiyorum çünkü kültürle bilim teknoloji içiçe geçmekte ve birbirini tamamlamakta, ortaya koymaya çalıştığım ilişki ve sarmal yumak bu. Sabancı Üniversitesi’nin 5 üniversite ile bir çalışması var, biz ODTÜ’de Finlandiya hükümetiyle, birlikte biraz TOBB için de, Doğan Medya Grubuyla konuştuk, innovasyon konusunda bir uzlaşma zemini arayışı var Türkiye’de. O vesileyle sık sık bu konuları konuşuyoruz. Türkiye AB’de innovasyon bakımından sonuncu; daha önce 2 ülke ile birlikte yer alıyordu, birisi bir sıçradı Türkiye sonda kaldı, net, yıl 2007. ARGE’nin önemini AKP görüyor, bu söz olarak çok da kullanılmakta. Araştırma fonları da TUBİTAK kanalıyla birden yükseltildi biliyorsunuz ama Türkiye’de bütün yükselişine rağmen hâlâ binde 66 filan olabilir, oransal olarak da düşük, mutlak değer olarak da düşük. Fakat daha önemlisi 6 senede ulusal innovasyon sistemi oluşturma konusunda hiçbir ciddi adım atılmadı. Çünkü bunun unsurları var, bu unsurlar bir araya getirilmedi, bölgesel innovasyon sistemlerinde hiçbir ilerleme kaydedilmedi. AB’ye raporu var, orada diyor ki “ulusal innovasyon sisteminin vazgeçilmez ve tek başına en önemli kurumu üniversitedir”. Hükümet şimdi üniversite ile kanlı-bıçaklı. Kaynakların dağıtımı konusunda emin olunuz ciddi sorunlar var, araştırmacı arkadaşlarımız gidiyorlar “nerelere verildi?” diye soruyorlar, “etki çalışmasını biz yapacağız” deniyor. “Nereye verildiğini söyleyin?” hayır o belli değil. Ciddi sorular var “yine iç network mü yaratılıyor’” diye. Bilim teknoloji politikalarıyla ilgili olarak desteklenecek sektörler konusunda ortada hiçbir ciddi çalışma yok. En son bir kriz oldu, bir kaç sektörün orada sözü edildi. Sektör seçimi konusunda biraz vizyon ve ufuk olarak bakın, ki uzman arkadaşlarım diyorlar ki “4 sektörü destekle 3’ü boşa gitsin, biri tutarsa yeter”.
Sektör konusunda bir egzersiz yapmak istiyorum, egzersiz diyorum çünkü bir sektörün ekonomiye dinamizm katma, dinamizmini arttırma hedefiyle sosyal demokrasinin temel prensipleri birleştirilebilir, bunlar birbirinden kopuk değildir. Bu egzersiz bilgi toplumunun birinci aşaması, çok kimse “artık geride kaldı” diyor. Birinci aşama enformasyon teknolojileriydi, şimdi ikinci aşama üzerinde çalışmalar en çok gelişme üzerinde odaklanıyor, ekonomik sektörlerin gelişmesi sosyal konular üzerinde olacaktır, örneğin az önce sözünü ettiğim kültür sanayilerinin yükselişi. Bilgi ekonomisinin en hızlı ilerlediği alanların başında kültür sanayi geliyor, kültürel etkinlikler geliyor. Bilgi teknolojisi, iletişim teknolojisi ve kültür içiçe geçmekte. Avrupa modelinde, yeni Avrupa arayışında amaç bilgi toplamayla refah devletinin birleştirilmesi, yani özet olarak kültür ve refah hizmetleri bilgi toplumunun yeni yıldızları.
Bilgi toplumunun ikinci aşamasında kültür ve refah sektörlerinin yükseleceği tahmin ediliyor, yani tıp, biyoteknoloji, refah teknolojileri. Yaratıcı ekonomi dediğim, yani kültür yine bu eksende gelişiyor, yayınlar, televizyon, radyo, tasarım, oyuncaklar ve oyunlar, bilgisayar oyunları, müzik, film, sahne sanatları, moda, vs. Gelelim refah sektörüne, sağlık, tıp, ilaç, kamu sağlığı, biyo teknoloji, yaşlıların kendi başlarına yaşamalarını sağlayacak yeni teknolojiler en büyük patlama alanları, gelecekte teknolojik innovasyonun en hızlı gelişeceği tahmin edilen alanlar. Refah devleti innovasyonlarla üretkenliği arttırarak ayakta durabilir. Bu çalışanlar üzerinde baskı kurarak ve çalışma temposunu giderek arttıracak demek değil, verimliliği arttırarak, yani teknolojik yenilik kadar organizasyon yeniliklerini de refah hizmetlerinin sunumuna sokarak. Bu gelişmeler sosyal demokrasiye, siyasi önceliklerine, verimlilik artışına, ekonomik dinamizme, ekonomik büyümeye ve refah artışına dönüştürme imkânı veriyor. Yani bütün ideallerinize ekonomik programlar etrafında birleştirme imkanını veriyor.
Son bölümde de şunu sormak istiyorum, peki sosyal demokrat bir potansiyel var mı? Bu köklü ilerlemeler, açılımların bir sosyal demokrat oluşum tarafından yapılabileceğine dair elimizde bazı ikna edici gerekçeler var mı, olabilir mi? Ben bu bağlamda kısaca 3 unsura değineceğim, birincisi, üzerinde çok konuştuğumuz sivil toplum. Sosyal demokrasi için gürbüz bir sivil toplum bir kaç nedenden dolayı çok önemli, bir kere sivil toplum sosyal demokrasinin temel hedefi olan her türlü bağımlılıktan kurtulmuş özgür bireylerin serbestçe örgütleneceği alandır.
İkincisi, biraz önce sözünü ettiğim sınıf oluşumlarının, uzlaşmaların ve ittifakların oluşacağı alan yine sivil toplumdur. Bu toplantıda belki de bir sivil toplum kuruluşu olarak bunu yapıyoruz. Modern bir toplumda açık ve tutarlı görüşlerin, iddiaların ve programların geliştirildiği yer yine sivil toplumdur, sosyal demokrat projelerin üretildiği yer de yine sivil toplumdur. Sendikalar, meslek örgütleri sivil toplum örgütleri tarafından sosyal adaleti savunan görüşlerin ön plana çıktığı yer yine sivil toplumdur. Canlı bir sivil toplum sosyal demokrat partilerin insan gücü, fikir ve maddi kaynak olarak sürekli beslenmesini ve bu sayede güçlenmesini sağlayan alandır. İkincisi: yeni orta sınıf, bunun üzerinde çok konuşmuş olduğum için kısa keseceğim.
Kanımca en büyük hazine, sosyal demokrasinin en büyük potansiyeli yeni orta sınıfta yatmaktadır. Bunun üzerinde çok tartıştık ama daha çok düşünüp daha çok fikir geliştirmeye ihtiyaç var. Yeni orta sınıf yüzde yüz olmasa da çok büyük ağırlıkla liberal veya sosyal demokrat görüşlü kimselerden oluşuyor. Şayet biraz önce tartıştığım üstünlükler bir ölçüde gerçekleştirilebilecekse bu yeni orta sınıfın katkısı ve büyük çaplı bir mobilizasyonu sayesinde mümkün olabilir. Biliyoruz ki yeni orta sınıfı hizmet sektörü ve bilgi ekonomisinin gelişmesine bağlı olarak büyümekte. Türkiye ve artık Avrupa’da sosyal demokrat partiler, esas olarak seçmen bazında sayısal çoğunluklarını da yeni orta sınıf temeli üzerine oturtmaktalar. Türkiye’nin uluslararası rekabet gücünü arttırması vasıflı işgücüne bağlıdır, buradaki dağarcık havuz yine yeni orta sınıftır, iş dünyası ile karşılıklı bağımlılıkların en yüksek olduğu kesim yine yeni orta sınıftır, yönetimden danışmanlık hizmetlerine kadar her alanda olduğunu biliyoruz. Tabii bu yeni orta sınıfa sayıları milyonları bulan öğretmenler, hemşireler, satış elemanlarını da ekleyebiliriz. İşin siyasi boyutuna gelince, Türkiye’de yeni orta sınıf en genel ifadeyle çağdaş yaşam biçiminin korunmasına öncelik getirmesi, bu temel bir siyasi tercih. Bütünü için olmasa da büyük bir kesim için çağdaş veya laik yeni orta sınıf AKP iktidarına karşı, muhalefetin zaten temel odağı durumuna gelmiş vaziyette. Sadece seçim kampanyası ve seferberliği bu konuyu çok iyi anlatan bir örnek.
Sonuncusu yaratıcı sınıf, bundan çok söz ettim tartışmada, bu yeni orta sınıfın içinde yer alan bir çekirdekten bahsetmek istiyorum. Bu kavram bana ait değil, Richard Florida’ya ait, Florida’nın görüşlerinden kısaca bahsedeceğim. Kentleri ve bölgeleri ekonomik ve toplumsal örgütlenme birimleri olarak görüyor, böyle düşünüyoruz. Çünkü kentler insan sermayesini topluyor, insan sermayesini daha çok toplayan kentler de daha hızlı büyüyor. Bu yüzden de innovasyonun temeli kent haline geliyor, tabii bölge haline geliyor, verimlilik artışı ve büyüme de buna bağlı olarak gelişiyor. Gelişmiş ülkelerde bazı hesaplara göre nüfusun yaklaşık 1/5’i bu yaratıcı sektörde faaliyette; bilim ve mühendislik, araştırma ve geliştirme, yüksek teknoloji kullanan sanayilerde çalışanlar, sanat, müzik, kültür, estetik ve tasarım işleri yapanlar, bilgi temelli profesyonel işlerde ve sağlık, finans ve hukuk alanlarında çalışanlar. Bazı yerler, lokasyonlar, kentler, bölgeler neden daha bir yetenek mıknatısı gibi, neden bu kimseleri daha çok çekiyor? Bunun altında yatan fikir şu, demek ki innovasyon sadece maddi bir olay değil, innovasyon doğrudan doğruya, hele bu yaratıcılık düzeyinde tamamıyla bir insan meselesi ve bir teknolojik altyapı kadar o insan kümesini bir araya getirme meselesi, firmalar kadar insanları da kümelendirme meselesi. Bu da, yeteneklerin aradıklarını bulacakları, en geniş anlamda destek sağlayan bir yaşam çevresi.
Richard Florida’nın iki endeksi var, birinden söz etmeyeceğim, diğeri bohem endeksi. Bohem endeksi oldukça karmaşık aslında ve artistlerin, müzikçilerin, marjinallerin yani bu tür insanların bir kentteki yoğunlaşmasının düzeyine bakıyor. Çünkü bohemlikle innovasyon arasında birebir bağlantı görüyor ama bu, serseriler buluş yapar demek değil elbette ama onların çoğaldığı yerde, yani onların kendilerine daha çok yaşam hakkı bulduğu yerde innovasyon yapacak olan yaratıcı insan daha iyi besleniyor. Gençlerin, bohemlerin çoğalması innovasyonu artırıyor, en başarılı kentler de bu insanları kabul edebilenler, yani temelinde yine döndük aynı konu, liberal kültür, hoşgörü ve çeşitlilik. Yaratıcı insanlarıyla yüksek teknoloji kullanan firmalar aynı yerde toplanmakta. Sosyal sermaye yaklaşımı çok tartışıldı bizde Anadolu kaplanları etrafında, bu doğrudur, bunu eleştirerek söylemiyorum. Bölgesel ekonomik gelişme, firmalar aralarında sıkı bağların bulunduğu, sıkı cemaatlerde, mesela bir tarikat birlikteliği ile bir ekonomik kümelenmenin beraber gittiği yerlerde olur görüşü var. Yeni bulgular, yakın, tutkun cemaatlerin ve toplumların ekonomik büyüme ve innovasyonu, bilgi ekonomisindeki yaratıcılığı teşvik ettiği değil engellediği yönünde. Bu yaratıcı sınıflar güçlü cemaat bağları istemiyor tersine onlardan kurtulmak istiyorlar, daha etkin ama zayıf bağlar istiyorlar. Bir grubun dışlayıcı tutumundan da rahatsız oluyorlar. Bu ortamların inisiyatifleri öldürdüğünü düşünüyorlar. Evet sosyal sermaye aidiyeti, cemaati vurguluyor ama dışarıdan gelenlere de kapalı, giriş için bariyerler oluşturuyor. Anadolu’nun birçok şehrine gidin bunu çok rahatlıkla oralarda görmemiz mümkün. Sonuçta innovasyon frenleniyor, sıkı bağlar ve yüksek düzeyde geleneksel sosyal sermaye sağlayan cemaatler içeridekilere avantajlar sunarken başkalarını dışarıda bırakıyor. Oysa gevşek bağlar, zayıf network’ler yeni kaynakların ve fikirlerin gelişmesini daha çok teşvik ediyor. Onun için buradaki yaratıcı topluluklarla sosyal sermayesi kuvvetli topluluklar arasında çok önemli farklılıklar var; innovasyonu teşvik eden ikincisi değil birincisi.
Yaratıcı sınıf çok hareketli, belli şehirleri tercih ediyorlar zaten. Yine bir listeden okuyorum, bilim adamları ve mühendisler, üniversite öğretim üyeleri, şairler ve romancılar, artistler, eğlendirici programlar yapanlar (yani Mehmet Ali Erbil gibi), aktörler, tasarımcılar, mimarlar, düşünce önderleri, yazarlar, editörler, kültürel ajanlar, ‘think tank’ araştırmacıları, analistler, düşünce oluşturanlar, yani artistik, kültürel, teknolojik ve ekonomik yaratıcılık yapanlar. Bunları stadyumlar, otoyollar, alışveriş merkezleri, turizm, eğlence yerleri, tematik parklar istiyorlar, çok güzel ama bunlar asla doyurmuyor, istedikleri sadece bunlar değil. Yüksek deneyimli bir kent yaşamı istiyor, yoğun deneyimli bir kent yaşamı istiyor, o yaşam içinde kendi kimliğinin, o kimlik her neyse onun onaylanacağı, onun kabullenileceği bir yer istiyor. Yani kendini içine çeken, kabul eden, her türlü insanı içine alan bir çevre çünkü o çevre bu kimselerin yaratıcılığını, motivasyonlarını yeşertiyor, besliyor. İlginç olan, bir eşcinsellik endeksi de söz konusu Florida’nın, en yaratıcı kimseler eşcinsellerdir diye değil, çeşitliliğin kabulünde son nokta, son engel, yani onları kabul eden bir topluluk artık herkesi kabul eder görüşü bu eğilimdeki yazarlar, tasarımcılar, direktörler, ressamlar, heykeltıraşlar, için son derece önemli. Bunların varlığı da ekonominin varlığı, ekonominin entegrasyon kapasiteleri, innovasyon kapasitesi.
Sonuç, Türkiye’nin içinde bulunduğu ortamda vurgulamaya çalıştığım gibi yalnızca parlamento içi muhalefet ile sınırlı kalmayan çok yönlü ve kapsamlı bir mücadele yürütme gereğinin altını çizmeye çalıştım. Sosyal demokrasi pozitif olarak neyi istiyor? Sosyal adaleti ve bilgi toplumunu birleştirmeyi. Hedef bu olmalı, ekonomik zenginliği arttırmak ama onu yaparken sosyal adaleti de geliştirmek. Adil toplum yaratmak ama ekonomiyi de büyütmek, yani iki uçlu. Sosyal demokrasiye girişimciliğin dinamizmini, girişimciliğe de ekonomik kalkınmaya yardım eden bir refah devletini katmak. Amaç demokrasiyi derinleştirmek ise -biz demokrasi tartışmaları üzerinde çok daha fazla duruyoruz- öncelikle ortalama insan güçlendirilmeli. Çatışma ve toplumsal çözülmeden kalıcı bir istikrar ortamına ancak ortalama insanın, yani vatandaşın bağımlılıktan kurtulup bağımsız olmasıyla, güçlenmesiyle geçilir. Bu hem dini, hem etnik, bütün çatışmalar için son derece önemlidir. Laik rejim sağlam bir toplumsal ve siyasi temel üzerine ancak bu güçlendirilmiş ortalama insan sayesinde oturur. Etnik ve kültürel gerilimlerin ve çatışmaların yumuşatılması da kanımca ancak bu sayede mümkündür. Bütün bunlar için yeni uzlaşmalar, ittifaklar, projeler ve eylem planlarının ortaya konması gerekir ve bunların da aynı şekilde yapılması gerekir. Sosyal demokrasi bir fikirdir, koşulların ürünü olduğu kadar bu fikirlerin de ürünüdür, yani iradeye bağlı olan bir şeydir, yaparsanız olur. Sadece koşullar oldu, yoksullar çoğaldı, neden sosyal demokrasi hâlâ gelişmiyor? Bu soru çok anlamlı bir soru değil. Önerdiğim sınıf uzlaşması Türkiye’nin bu koşullarında çok zayıf olur, kırılgan olabilir, yeterince güçlü olmayabilir diyebilirsiniz. Tüm bu olumsuzluklara rağmen uzlaşma fikrini ve gündemini ayakta tutmak için çalışmak gerekir diye düşünüyorum. Türkiye’nin sosyal demokrasi yolunda ilerleyebileceği, alabileceği mesafe vardır. Sabrınız için gerçekten çok teşekkür ederim.
Tartışmaya Katılanlar
Fatmagül Berktay
Faruk Eczacıbaşı
Volkan Vural
Erol Katırcıoğlu
Fuat Keyman
Üstün Ergüder
Umut Oran
Derya Sazak
Süleyman Çelebi
Burhan Şenatalar
Kemal Kılıç
Necati Özkan
Hasan Ersel
Bülend Özaydınlı
Fatmagül Berktay:
Ben doğrudan aklıma takılan bir meseleye, son söylediğin şeyle girmek istiyorum; bu yeni orta sınıf meselesi. Bu yeni orta sınıf meselesi bence çok problemli bir durum Türkiye’de. Yani dediğin şeylere tabii ki katılıyorum, bir motor olma niteliğine elbette katılıyorum ama Türkiye’de bu anlattığın ya da çizdiğin tablo, çağdaş yaşam tarzını benimseyen, liberal değerlere sahip olan, hem hizmet sektöründe hem de enformasyon sektöründe, vs. olan bir kesim var gerçekten ama yeni orta sınıf bence, hatta büyük ölçüde artık bundan ibaret değil. Bu Kayseri’deki insanlar, Anadolu Kaplanları denenler, yani eskiden çevrede olup artık merkeze gelen ve kültür çatışması derinleşen bir kesim var. Bu kültür çatışması her zaman vardı ama şimdi daha çok görünürlük kazandı, biz bunu unuttuk. Eğer biz bunu tahlilimizde unutursak bu çok büyük bir boşluk olur çünkü bu insanlar kendi kültür değerlerini yaratıyorlar, yani kendi mahallerini yaratıyorlar, Ayşe Sahtanbel’in şeyini hatırlarsın, İslama uygun yaşıyorlar, ona göre denize giriyorlar, otelleri var, eğlence mekânları var, vs. Yani tam bir ikili kültür yaşıyoruz Türkiye’de ve bu bizi alıyor getiriyor en başta söylediğin, tek merkezli olmamak, laik ve din ya da laikçilik veya başka karşıtla bir anlamda geri getiriyor maalesef, böylece bir kısır döngü yaratıyor. Biz buradan nasıl çıkacağız? Benim kafamı kurcalayan esas sorun bu.
Faruk Eczacıbaşı:
Hocam, ben de sizin en son yaklaşımınızdan hareket edeceğim; Richard Florida’dan örnek verdiniz. Richard Florida “3 T” diyor, “technology”, “talent”, “tolerans”: Teknoloji, yetenek, hoşgörü. San Francisco’yu örnek olarak veriyordu öncelikle, tolerans olduğu için dünyanın her tarafından insanların gelip oturduğu. Bir de üzerine iyi üniversitelerle birlikte gidildiği takdirde bir devrim yaratıyor. Teknolojiyi yaratabiliyorsunuz, yetenek ortaya çıkabildiği ölçüde var, çıkıyordur da büyük bir ihtimalle ama iş gelip dolaşıp toleransa dayanıyor. Bugün düştüğümüz durumun da zaten aslında toleranssızlıktan kaynaklandığını düşünüyorum kendi payıma. Bu bir etki-tepki sonucu oldu, bugün iki taraf birbirine kesinlikle çok toleranssız davranıyor. Belki de odak noktalarından biri bu. Toleranssızların sayısı belki de toplumun yüzde 98’ini oluşturuyor, yani bütün oyları falan toparlarsanız. Bu toleranssızlığın üstesinden nasıl gelinir? Topluma bu tolerans kültürünü nasıl aşılayacaksınız? İstanbul’da nispeten daha kolay belki ama 10 kilometre öteye çıktığınız zaman görüntü çok daha farklılaşmaya başlıyor.
Volkan Vural:
Ben Sencer Bey’e çok teşekkür ediyorum, çok kapsamlı bir sunuş yaptı, size de teşekkür ediyorum davet ettiğiniz için. Bu tartışmanın odak noktasında CHP veya DSP gibi sosyal demokrat parti olarak adlandırılan partiler varsa galiba biz yanlış yapıyoruz. Çünkü Türkiye paradoksal olarak bir sosyal demokrat hareket yok. Tarihsel olarak baktığınız zaman sosyal hareket ajandayı Türkiye’de sağ partiler daha çok üstlenmiş durumda. Yani bireysel özgürlükler, devlet-birey ilişkisinin tanzimi, vs. normal sosyal demokrat ajandada olması gereken konular daha çok Türkiye’de sağ partilerin gündeminde yer almış. Partileri bir kenara bırakırsak sanıyorum bir sosyal demokrat oluşumda veya Türkiye’de bir siyasi hareketin temel noktasında eğer üretim ve istihdam yoksa o hareketin başarılı olması mümkün görünmüyor. Sanıyorum ki daha ideolojik temelde devlet kurgusunu incelemeyen, ona bir bakış açısı getirmeyen, Türkiye’nin ulus devlet kimliğini veya niteliğini sorgulamayan bir siyasi oluşumun da başarı şansını çok zor görüyorum çünkü bütün bunlar sorunlu alanlar. Eğer siz ulusal bir söylemle çözümlemeye kalkarsanız o zaman bu sosyal demokrat tanımdan çok başka bir kategoriye girmiş olursunuz. Sosyal demokrat hareketin veya ona benzer bir oluşumun başarısı açısından da ben şu 4-5 ana temanın çok geçerli olduğunu ve bu alanlarda bir çıkış noktası bulunabileceğine inanıyorum. Türkiye’deki sınıfsal bakış açısını da doğrusu çok karmaşık buluyorum, yani burada Batı’daki gibi sınıfların oluşumunun olmadığını görüyorum.
Birincisi, daha önce söylediğim gibi sosyal demokrat hareketin başarısı için her şeyden önce Türk halkının açlığını hissettiği üretime ve işsizliğe çözüm getiren bir parti olması lazım. Hem kayıt dışının belge altına alınması hem de vergi oranları açısından vergi politikalarının çok önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum. Devletten ayrılıp özel sektörde çalıştığım için iş dünyasının sosyal demokrat hareketlere uzak bakmasının temel nedenlerinden biri vergi politikaları bana göre. Bu vergilerin arttırılmasından hep şikayet ediliyor, Türkiye’de vergileri azaltacak bir sosyal demokrat harekete ihtiyaç var. Bunun yanı sıra eğitim, sağlık, bölgeler arası dengesizlik, adalet unsurları çok önemli, süratli ve etkin bir adalet sisteminin çok önem taşıdığını düşünüyorum.
Bir de bu partilerin, bu oluşumun gençliğe umut vermesi lazım. Türk halkı aslında bütün gelenekselliği içinde aynı zamanda yeniliklere de çok açık olan bir toplum, bunu Özal zamanında gördük, yaşadık. Dolayısıyla gençliğe umut verecek bir şeyler olması lazım.
Dış politika açısından bugünkü dünya koşullarını dikkate alan, globalleşmeyi reddetmeyen, yani antiemperyalist sloganlarla değil globalleşmenin gereklerini yerine getirebilecek ama bunu adaletli bir şekilde yerine getirebilecek bir siyasi hareket. AB ilişkilerine nasıl baktığının çok açık ortaya konması lazım. Bugün dünyada Türkiye’nin konumuna, Ortadoğu’daki konumuna bakılması lazım. Türkiye’nin çok ciddi olan 2-3 sorunu var, başta Kıbrıs, Ermeni meselesi, soykırım iddiası, tabii en başta da Kürt sorunu, bunların hepsi zaman zaman gündeme geliyor ve Türkiye’yi zorlayan konular. Bütün bunlarda bir politikasının olması gerekir ki onun toplum tarafından benimsenme imkânı daha fazla ortaya çıksın. Yoksa bazı kısımlarda genetik olarak devletçi, ulusalcı bir yaklaşım, diğer yandan sosyal eşitlikçi bir yaklaşımın çok fazla getirisi olduğunu düşünmüyorum.
Erol Katırcıoğlu:
Ben de Sencer’in konuşmasıyla ilgili olarak bir kaç noktanın biraz daha tartışılması gerektiğini düşünüyorum, onları kısa da olsa açmak isterim. Bir tanesi, Sencer sosyal demokrasinin bir anlamda klâsik tanımından giderek bir sınıf çatışması ve uzlaşması üzerinden böyle bir tanımı olduğunu söyledi. Ben bu tanımın günümüzde Türkiye’de de çok aşılmış olduğu kanaatinde değilim, Türkiye’de bugün sosyal demokrasi genellikle emekçileri konu eden bir siyasi pozisyonu oluşturuyor. Bir de genellikle engelliler diye söylenen kesimleri oluşturuyor belki. Fakat öyle sanıyorum ki sosyal demokrasi bundan daha fazlası olması lazım diye düşünüyorum. Sosyal demokrasinin teorik tahlilini yapmaya gerek olmadan ya da öyle artı değer, vs.ye girmeden ahlaki pozisyonlarından giderek bir şey söylemek mümkündür. Sosyal demokrasi esas itibariyle kapitalizm mağduru olarak ortaya çıkmış olan iki sınıfın ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır, o nedenle işçi sınıfının ideolojisi olarak bilinen bir siyasi pozisyondur. Fakat bizim bugün bu tartışmaları yapmamıza neden olan koşullar, yani küreselleşen dünyanın koşulları bizim bu mağdur meselesine yeniden bakmamızı gerektirir. Sencer’in de değindiği gibi küresel dünyada kimliklerden dolayı mağduriyet var ve bu mağduriyetler toplumu belki de geleneksel olarak bildiğimiz sınıf çatışmasından çok daha önemli çatışmaları da içinde taşıyor. Yani çok basit olarak söyleyecek olursam, yoksulla aç olmanın duygusuyla Kürt olmanın duygusu arasında bir karşılaştırma yaptığımızda hangisinin daha önemli olduğunu söylemek çok zor. Sosyal demokrasinin, ki bunu sadece Türkiye bağlamında söylemiyorum, genel olarak da bu şekilde yorumlanması ve sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Bugünün sosyal demokrasisi küreselleşen kapitalizmin koşulları altındaki tüm mağdurların taleplerini taşıyan, onları içeren bir pozisyon olmalıdır. O nedenle de daha geniş kapsanması, kavranması gerekir. Tabii bu sözler de çok tartışılabilir bir yere getiriyor bizi, bugünkü siyasette bunun ne anlama geldiği ayrı bir tartışma konusu olabilir, onun için daha fazla oraya girmek istemiyorum.
İkincisi, Sencer’in sosyal refah devleti, ki sosyal demokrasinin en önemli ayırt edicilerinden bir tanesidir ama benim görebildiğim kadarıyla küresel dünyanın ulaşmış olduğu düzeyde sosyal refah devletini taşımak artık mümkün değildir. Ya da nasıl mümkün kılabiliriz aynı fonksiyonu diye bir soru var etrafta. Bununla ilgili olarak bir kaç şey söyleyebilirim, bir tanesi, küreselleşme özel iki mesele getiriyor bizim önümüze, bunlardan bir tanesi ulus devletlerinde dış dinamiğin iç dinamiği belirler hale getirmesi. Sermayenin uluslararasılaşmasıyla birlikte ulus devletler aslında iç dinamiklerini kendileri kontrol edebilir olmaktan çıkıyorlar veya en azından bu güçleri zayıflıyor bir bakıma. Dolayısıyla de ülkede uygulayacak oldukları sosyal refah politikalarının gerekli kaynaklarını büyük ölçüde dışa bağımlı bir ilişki içinde ancak kotarabilir hale geliyorlar. Bu bence önemli. Bir de çağımızda üretim teknolojilerinin gelişmesinden dolayı şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz, ekonomi büyüyor ama istihdam büyümüyor. Bir anlamda ekonomi istihdam sorunu yaratarak büyüyor, sosyal demokrat siyasetlerin bence günümüzde böyle bir sorunu var. Sosyal ülke sosyal dengesizlikleri, eşitsizlikleri, adaletsizlikleri gidermeye yönelik davranırken en önemli meselelerden bir tanesinde, yani benim görebildiğim kadarıyla istihdam meselesinde oldukça yeteneksiz hale gelmiş durumda, belki öyle söylemek daha doğru olur. Sonuç olarak sosyal demokrat olmak demek zaten sosyal adaleti, eşitliği ve özgürlükleri savunan bir yönetim sahibi olmak demek. Belki o zaman şöyle bir soruyu sormak gerekiyor, peki bu nasıl sağlanacak, bu vizyonun kaynağı nereden bulunacak? Bu Sencer’in de söylediği gibi dış sermaye bağlantısının ötesinde tabii ki genel olarak vergilerle karşılanıyordu. Fakat emin olun Volkan Bey’in de söylediği gibi vergileri kullanma şansımız çok fazla yok artık, çünkü vergiyi arttırdığınızda sermaye çok rahatlıkla yurtdışına kaçabiliyor. Dolayısıyla vergilerden elde ettiğiniz gelirle sosyal refah ve sosyal politikalar uygulama şansınız azalıyor. Kayıt dışılıkla ilgili olarak bir ufak not daha söyleyeceğim, kayıt dışılık bir neden değil bir sonuçtur, kayıt dışılıkla küreselleşen dünyada artan rekabet sebebiyle firmaları kaçınılmaz olarak kayıt dışına itiyor; bu Amerika’da da böyle Türkiye’de de böyle. Bizde problem olması oranı yüzde 50’ye varmış durumda, yoksa bugün bütün dünya ülkelerinde küreselleşmenin sonucu olarak ortaya çıktı, yüzde 3-5-10 her neyse ama yüzde 50’ye varmamıştır ama bizim gibi ülkelerde varmıştır. Dolayısıyla da burada kayıt dışılığı ve vergi ilişkisini konuşurken aslında bence şöyle bir yerden bakmak lazım, eğer ekonominiz tekelci bir ekonomiyse, ekonominizde Fatmagül’ün de söylediği o orta sınıf olabilecek olan veya Anadolu sermayesi olarak nitelediğimiz küçük orta sanayinin ihtiyacı olan finans kaynaklarını sağlayamıyorsa ya da başka biçimde söyleyecek olursam, yatırım için yaratılan fonları eğer sadece ve sadece büyük sermaye kullanabiliyorsa o zaman kayıt dışılık normal bir durumdur, aslında kayıt dışılık doğru bir durumdur bir tarafıyla bakarsak. Dolayısıyla da kayıt dışının ortadan kalkmasının mekanizması vergiler olmak durumunda değildir diye düşünüyorum. Ekonominin bu söylemeye çalıştığım tekelleşmiş ve bir anlamda finans kesiminin de içinde olduğu holding türü örgütlenme olmasının önemli bir nedeni olduğunu düşünüyorum. O yüzden de bütün bu mekanizmayı değiştirmek lazım ki kayıt dışılık giderilsin ve vergi imkânları biraz olsun sosyal politikalar için kullanılabilir olsun.
Fuat Keyman:
Ben de Sencer Ayata’ya teşekkür ederek başlamak istiyorum, hakikaten çok kapsamlı bir sunuştu, büyük oranda da katıldığım bir sunuş. Çalışmalarım içinde belli yerlerini de kullanıyorum sivil toplumu, orta sınıf, yaratıcı orta sınıf.
Fakat sizi biraz daha konuşturmak için, belki biraz da ayrışma noktalarım olduğu için üç noktanın altını çizmek istiyorum. Gerçi bunlardan iki tanesi Faruk Eczacıbaşı, Fatmagül ve Volkan bey tarafından söylendi; Richard Florida’nın çalışmaları benim de ilgimi çekmeye başladıktan ve okumaya başladıktan sonra bu yaratıcı orta sınıf üzerinde bu ‘3 T’ olayı, yani teknoloji, yetenek ve buradan bir toleransı yaratmak konusu üzerine düşünmeye başladım. Faruk’un da söylediği gibi o soru ortaya çıktı, yani teknolojiden yetenekler yaratarak buradaki gelişmenin o mekânda toleransı yaratacağı fikri. Bu, Türkiye bağlamında baktığımız zaman, başka alanlarda baktığımız zaman biraz indirgemeci ya da biraz çok hızlı giden bir fikir. O yüzden de bu toleransın üzerinde durmak lazım. Bir ara düşüncem toleranstan geriye doğru gitmekti veya bunları farklı şekilde düşünmek çünkü Türkiye’de, Gebze’de daha yeni bir sınır ötesi sanatçı öldürüldü. Türkiye’de bu son dönemlerde bu hoşgörüsüzlük, yaşanan toleranssızlık, o yüzden de bu toleransı biraz düşünmemiz lazım. Bu sizin sunuşunuzda biraz es geçilmiş bir konu, bu da Volkan Bey’in söylediği gibi demokratikleşmeyle ilgili. Yani bütün bu sizin anlattıklarınızın sonunda bir ekonomik büyüme olabilir, bu ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği de sağlanabilir, fakat bu demokratikleşmeye, toleransa veya birlikte var olmaya yol açmayabilir.
O yüzden bizim bu demokratikleşme üzerinde daha özgün şekilde durmamız gerekiyor.
Sivil toplumu düşünürken, yaratıcı orta sınıfı düşünürken ve yeni orta sınıfı düşünürken bu konuyu demokratikleşmenin derinleşmesi içinde de düşünmemiz gerekiyor. Bu anlamda belki yanlış okuma olabilir ama sizin söylediklerinizi yaptıktan sonra buraya gitmek yerine eşzamanlı bir demokratikleşme perspektifi yapmak lazım. Burada da iki tane alanın çok önemli olduğunu düşünüyorum, bunlardan bir tanesi AB süreci, burada sosyal demokratik bir hareket AB’nin şu anki işleyişine eleştirel olabilir ama AB perspektifini her zaman tutmak durumundadır. Çünkü ekonomik anlamda yapılan, örneğin demokratik sermaye temelinde yapılan araştırmalar da gösteriyor ki Türkiye’nin demokratik sermayesinin, demokratik istikrarının yükseldiği dönemlerde esasında tolerans da yükseliyor. Kurumsal anlamda bizim bu demokrasi olayına, demokrasinin yerleşikleşme olayına ciddi eğilmemiz gerekiyor. Bunu yaparken ikinci alan da bu sivil toplum olayını demokratikleşme beraberinde düşünmemiz gerekiyor. Yani bir tarafta ülke içinde demokratikleşme yaparken diğer tarafta da AB perspektifini korumak gerekiyor. Bu demokratikleşme alanını nasıl düşüneceğiz? Böyle bir sonuçla bitirebilirsiniz diye düşünüyordum, orada bir devrimcilik eksikliği olabilir, ben sizden bir adım öteye gidip biraz daha devrimci olayım.
Şunu söyleyebiliriz, Türkiye’de yaşanan yoksullukla ilgili, işsizlikle ilgili sorunlarla mücadelede artık ulus devlet ağırlıklı, ulus devlet endeksli çözümler iflas etmiştir. Biz bunu ulus devlet temelinde giderek bunu yapamayız. Fakat bu, küreselleşmeye adapte olmak demek değildir, ulus devlet paradigmasını yeniden düşünmek küreselleşmeye adapte olmak, neoliberal olmak filan demek değildir. İkincisi, bunu biz sosyal demokrasinin eskiden güçlü olduğu ve şu anda bıraktığı merkezi yönetim, yerel yönetim ilişkileri temelinde de yapamayız. Yani çok düşünülen kamu yönetimi reformuyla da yapamayız, yerel yönetim reformlarıyla da yapamayız. Üçüncüsü, biz bunu sizin farklı konuşmalarınızda altını çizdiğiniz gibi, AKP hükümeti döneminde gördüğümüz hayırseverlik, devlet eliyle olayı götürme şeklinde de yapamayız. Bu anlamda AKP’nin muhafazakâr demokratlığı da uzun dönemde buna bir çözüm değildir. Burada bizim devrimci olmamız gerekiyor, vizyoner olmamız gerekiyor. ‘Bu kadar laftan sonra bu devrimcilik değildir’ diyebilirsiniz ama burada şehir temelli olmamız gerekiyor, siz o şehri anlatırken ben oradan gitmemiz gerekiyor diye düşündüm. Türkiye’nin kalkınma temelinde küresel-yerel eklemlenmesini şehir temelinde yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’nin bugününe ve yarınına bakışımızda hem ekonomik büyümeden sürdürülebilir ekonomik kalkınmaya geçiş, hem de ekonomik büyümeyle yoksulluğa, işsizliğe karşı, yani istihdam sorununu düşünürken bizim odak noktamızda şehir olması lazım.
Şehir olurken, ki burada sosyal demokrasi bence AKP’den ve diğer sağ partilerden çok daha ileri olmak durumundadır, şehir olduğu zaman da şehirlere de tek bakmamamız gerekiyor. Şehirlere de onların farklılaşmaları içinde bakmamız gerekiyor, sosyal demokratik vizyon Türkiye’ye baktığı zaman, şehirlerin kendi içindeki farklılıklarını iyi okumak durumunda. Bu da şu demektir, mesela siz Kayseri’yi örnek verdiniz, Kayseri’de sanayi bölgesi üzerine sanayi bölgesi, sanayi bölgesi üzerine sanayi bölgesi kuruluyor ama öbür taraftan içki içilmiyor, vs. Aynı zamanda bir İslamik Calvinizm tartışması da yapıyoruz. Bırakalım belki Kayseri öyle büyüsün ama aynı zamanda İzmir var; 1980’lerden bugüne kadar gelmiş, her zaman varolan iktidarların dışında gelişmiş, 5 tane üniversitesi olan bir şehir. Eğer mesela ARGE’yi önemsiyorsak belki tam da Richard Florida’nın söylediği gibi İzmir havzasına ARGE ağırlıklı bir teknolojik gelişmeyle ve ekonomik kalkınmayla gidelim. Kayseri havzasına sanayileşme temelinde bir ARGE’yle gidelim. Güneydoğu havzasına işsizliğe karşı mücadele, GAP projeleriyle gidelim. O yüzden de varolan sosyal demokrat iktidar, küresel-yerel eklemlenmesinde ulus devletin gerisine gittiği zaman şehirleri de farklılaşmış görmek durumunda. Bugün karşımızda statik, az gelişmiş bir Anadolu yok, farklılaşmış bir Anadolu var fakat o farklılaşmayı iyi okuyalım. Kayseri’ye ağırlık verirken İzmir’i harcamayalım, Konya’ya ağırlık verirken Eskişehir’i harcamayalım, Adıyaman’a gidelim orada da bir şey yapalım. Adıyaman’da başarı varsa bu başarıyı Mardin’e de götürelim. Bunların hepsi bence farklılaşmış bir sanayi politikasıyla, farklılaşmış bir vergi politikasıyla ve farklılaşmış bir asgari ücret politikasıyla olabilir. O yüzden Erol’dan biraz ayrılabilirim burada. Dışa giden sermaye ülke içinde bu şekilde yapılabilir ve bu anlamda sosyal demokrasi emek-sermaye uzlaşmasını farklılaşmış şehir politikası, şehir kalkınması temelinde yapabilir. O yüzden de devrimciliğim burada, yani sizin o şehirden sonra buraya doğru gidebileceğinizi düşünmüştüm, Eskişehir, Kayseri, İzmir, Adıyamanlılar arasında nasıl bir Türkiye çıkartabiliriz?
Üçüncüsü de, bu Maslow’un piramidinde -burada da sizden bir kademe ileriye gidebilirim veya oradaki düşüncelerinizi öğreneyim- olayı ters çevirdiğimiz zaman ve Tarhan Erdem Bey’in ara ara yazdığı gibi, bugün AKP’nin kapatılma davasından konuşuyoruz, laik rejimle ilgili şeylerden konuşuyoruz, Kürt sorunundan konuşuyoruz. 2012-2013 yılında Türkiye’de su olmazsa eğer bunlar ne anlama gelecektir? Eğer Türkiye’de 2012-2013 yılında oksijen olmaz ise laik rejimi tartışmak ne anlama gelecektir? O anlamda bence burada temel ihtiyaçlar üzerinde sosyal demokratik politikanın yeniden düşünülmesi diye bir ihtiyaç var. Bu temel ihtiyaçları düşünelim, orada Erol’la bir konuda hemfikirim, o yüzden de çevreyi, küresel ısınmaya karşı mücadeleyi tepeye koymadığımız zaman, bunun yanına yine bir temel ihtiyaç olarak üretimin iki alanı yoksulluk ve emek olayını koymadığımız zaman ve buraya da kimlik olayını koymadığımız zaman, yani bu üçüne sosyal demokrat bir hareket vizyon temelinde bir yanıt veremez ise bana göre, yani Maslow piramidinin ilk temel güdülerine yanıt veremez ise ne olacak? 2012 yılında su ne olacaktır, mesela siz Ankara’da yaşıyorsunuz, geçen sene olmadığı zaman ne rejim tartışması oldu ne başka bir şey, herkes su konusunda Melih Gökçek’e yüklendi. O yüzden de bu konuda temelle ilgili bir şey söylememiz gerekiyor. Bu, ilginç bir şekilde sosyal demokratların yumuşak karınlarında oluşuyor, Ömer Madra’yı çok seviyorlar, dinliyorlar, evet çevre diyorlar fakat politika geldiği zaman sizin savınızda da çevreyle ilgili, küresel ısınmayla ilgili hiçbir şey yoktu. Eğer su yoksa Türkiye’de, oksijen yoksa ve kuraklık varsa bütün söylediklerinizin hepsi boşa gidebilir. Eğer kimlikle ilgili bir şey söyleyemiyorsak bütün söyledikleriniz boşa gidebilir. Çünkü kimlikle ilgilenen bir politikacı bugün otonomiden bahsediyor, federalizmden bahsediyor, siz bunların söylerken bugün başka bir şey olabilir. O yüzden de temelde ben bunu üçlü görüyorum, yani yoksulluk ve emekle ilgili mücadeleler, çevre ve küresel ısınma ve kimlikle ilgili mücadeleler. Bu üçünü yan yana koyduğumuz zaman esasında ikincisi çözüm de olabiliyor diye düşünüyorum, yani şehirlerdeki transformasyon ile oralarda oluşacak demokratikleşme hareketleri, kültürel hareketler, kimliğe karşı mücadeleler, çevre ve küresel ısınmaya karşı mücadelenin bir agrigate’inden farklı bir Türkiye’yi çıkartabiliriz ki burada bence sosyal demokrasi, merkez sağ ve muhafazakar demokrat partilerden ayrışıyor gibi geliyor.
Üstün Ergüder:
Sencer Bey’e çok teşekkür ederim, çünkü gayet kapsamlı bir analiz yaptı, fakat ben kısa tutmaya, akademisyen gibi düşünmemeye çalışarak bir vatandaş gibi düşünmeye çalışacağım. Tük siyasi hayatında çok büyük ve ciddi bir boşluk var, burada muhalefette önemli bir boşluk var. Böyle bir boşluk olunca da Türkiye’de siyaset parlamento dışına taşıyor, başka muhalefet yolları devreye giriyor. O boşluğun muhakkak doldurulması lazım. Bu boşluk nasıl doldurulur dediğimiz zaman sizin yaptığınız takdimde çok güzel tespitler görüyorum ama bunları çok daha basitleştirip halkın anlayacağı bir hale getirebilmek lazım.
Bir kere projesizlikten yakınmamız gerekir gibi geliyor bana. Bir hareketin muayyen konularda projeleri olması lazım. Bunlar söylendi; çevre olsun, eşitlik olsun, eğitim olsun proje üretmek lazım. O projeleri kutu dışında düşünüp, yani Amerikalıların “thinking out of the box” dediği, Türkiye’de biz maalesef böyle bir oda içinde düşünüyoruz, birileri gündem hazırlıyor, o gündemleri itişip kakışıp duvarlara çarpıp telef oluyoruz gibi geliyor bana. Bunun dışında düşünmek, yenilikçi düşünmek lazım, olaya iyi tespitlerle gelmek ve projeler üretmek lazım.
Burada başka ne olabilir? Ben çok genel başlıklar üzerinde duruyorum, diğer arkadaşların söyledikleri her şeye katılıyorum aslında, özellikle Fuat’ın. Bir de yaklaşım meselesi var, Türk siyasi sistemi ve kültürümüz pek insana dayalı değil oysa insana hürmet eden, insanına güvenen bir yaklaşım şart. Herhangi bir siyasi hareketin bu şekilde büyük bir başarıya ulaşacağını düşünüyorum. Mesela kısaca örnek olarak bizim yaptığımız bir projeden bahsedeyim, bu proje 5 senedir uygulanıyor ‘eğitimde iyi örnekler konferansı’. Biz hiçbir şekilde başından beri kardeşim şu şöyle yapılır, böyle yapılır, eleştirel düşünce böyle olur filan gibi böyle bir yaklaşımla hiçbir zaman yola çıkmadık. Öğretmenlerimiz ve akademisyenlerimiz, üniversitelerdeki hocalarımız eğitimde, bunların hepsi, bir kısmı özellikle öğretmenlerimiz Anadolu’da siperlerde savaşıyorlar ve projeler üretiyorlar bütün sıkıntılara rağmen. Yaklaşımımız şuydu, gelin bu projeleri paylaşın ey öğretim üyelerimiz, hocalardan siperlerde ne oluyor öğrenin! Burada diğer arkadaşlarımız ne yapıyor, üniversitelerde insanlar ne düşünüyor? Gelin bunlardan beraber öğrenelim, beraber yücelelim. Ayrıca eğitimde iyi örnekleri İstanbul’daki özel okullarla sınırlayıp yapmanız gayet güzel ve kolay, güzel şeyler de çıkar fakat bunu Anadolu’ya yaymak işin eşitlikçi tarafı ve tabii beraber öğrenmek. Yani orada zor şartlar altında iş yapan insanların gelip burada onları sunmaları, kendilerine muazzam bir güven de veriyor. Ben burada bir yaklaşımdan bahsediyorum. İlk toplantı için 200 kişi dedik 400 geldi, ikincisinde 400 dedik 600 geldi, en sonuncusu geçen hafta yapıldı 1500 öğretmene kadar çıktı. Buna milli eğitim bakanlığı da dönüp bir sivil toplum-devlet işbirliği çerçevesinde bakmayı öğrenmeye başladı. Cidden beni çok mutlu eden bir deneydir ama insanımızın hepsinin muhakkak ki hazinesinde bir şeyler var, bunları paylaşmak lazım, onlara hürmet etmek lazım. Yani insana dayalı politikalar bence son derece önemli, bunu buradan daha başka yönlere doğru götürebilirsiniz. Devletimiz aslında insana önem vermeyen, insana tebaa muamelesi yapan oldukça ceberut bir devlet ve zaman zaman seçtiğimiz iktidarlar da bu sendromun içine düşüyorlar. Bundan ayrılabilmek lazım, bugün ben siyasette bakıyorum birisi bir şey söylüyor öbürü onun muhakkak tersini söylemesi lazım, hiç önemli değil. Bugün sizin takdiminizde gördüğüm en önemli şey, AKP’nin niye başarılı olduğunu biz doğru dürüst analiz yapamadığımız. Bugün Türkiye öyle bir ortama geldi ki, “sağlık politikaları, eğitim politikaları, vs. iyidir” dediğiniz zaman “sen ne taraftansın?” diyorlar. Yahu ben hayatımda camiye gitmemiş adamım, ne taraftan olayım? Ama burada anlamaya çalışıyorum, adamlar bir yere gidiyorsa, seçim kazanıyorsa bir şekilde gidiyor. Burada her başarı başarısızlığın da tohumunu atmıştır muhakkak, o da var. Bunları çok iyi analiz edebilmek lazım, önümüze koyabilmek lazım diye düşünüyorum.
Diğer problemimiz, her ne pahasına olursa olsun demokrasiyi pekiştirmek . Hadi diyelim eğitim toleransın bir okulu, mesela benim şahsen eğitim projelerine girmekteki en büyük amacım tolerans meselesidir. Bugün benim kızım eğer Üsküdar Amerikan Lisesi’nde okurken, orada Atatürk’ün bir sözünü yanlış söyleyen öğrenci tokatlandı diye eğitim sistemimizden nefret etmişse orada bir sorun var demektir, çok önemli bir sorun var demektir. Biz toleransı eğitim sistemimizde öğretemiyoruz, o başka bir hikâye, onu hedef olarak koymak lazım ama bence toleransın diğer mektebi pekiştirmedir, diyalogdur, konuşabilmektir, ötekini anlayabilmektir. Ötekini anlayabilmenin de tek yolu demokrasinin pekiştirilmesidir. Bugün benim en büyük eleştirim bugünkü ortamda bu siyasi parti kapatma meselesinde muhalefetin tutumu, bu yanlıştır. Hiçbir şey kaybettirmez bilakis kazandırır, bugün demokratik değerler üzerinde birleşirse siyasi aset olarak diye düşünüyorum. Artık düşünmeyi geçti bu ve tamamen yanlış bir politikadır, bence getirisi çok büyük olacak bir yaklaşımdır muhalefet açısından ama böyle bir uzlaşı, böyle bir şey göremiyorum. Bu eğitici de olur aynı zamanda. Bence çok çarpıcı projeler düşünüp Türkiye’de gündem yaratması lazım.
Bir siyasi hareketin, bir de devletin rolünü bizim tekrar düşünmemiz lazım. Bugün her iktidara gelen devletin esiri oluyor, aslında eleştirenler de onun esiri oluyor. Bakın ben size yüksek öğretimden bir örnek vereyim, bugün hepimiz YÖK sistemini eleştiriyoruz, bazen televizyon programlarında arkadaşlarla tartıştığımız oluyor, deniyor ki “iktidar geldi üniversitelere kadro vermedi”. Niye kadro versin ki devlet? Mesela şunu diyemiyoruz sivil üniversite, öğretim üyeleri memur olmasın, üniversitelerle kontratlı çalışsın, üniversitelere daha özerk bir yapı getirelim. Mesela bu özerk yapının çok önemli yönlerinden biri de devlet memuru olmamasıdır ama biz bunu tartışamıyoruz, o kadar esiri olduk ki, iktidarlar da esiri oldu, yani kabul edilmiş bir paradigmanın, kutunun içindeyiz hep. 82 anayasası da bunun çok önemli bir parçası, biz onun da esiri halindeyiz, bunları sorgulamıyoruz hiçbir zaman. Ben bu konularda doluyum, keseceğim, sonra tekrar konuşuruz.
Umut Oran:
Ben de teşekkür ediyorum, son derece aydınlatıcı bir sunumdu ve güzel de bir tartışma ortamı yarattı. Ben de sosyal demokrasi ekseninde bir çelişkiden söz etmek istiyorum ve o sorunun da cevabını mümkünse sizden almak istiyorum.
Sosyal demokrasinin temelinde eşitlik ekseni var fakat Türkiye’ye baktığımız zaman, ben de yaklaşık 96’dan beri özellikle Anadolu’da, Doğu Anadolu’da, Güneydoğu Anadolu’da ekonomik kalkınma, göç sorunu, terör sorunu, kadının istihdama katılımı, özellikle genç işsizlerin mesleki eğitimi konularında sahada bir hayli çalıştığım için şöyle bir tespitim var ama bunu sosyal demokrasi anlayışı içinde eşitlik ekseninde nasıl açıklayabileceğiz? Bir kere şunu kabul etmemiz lazım, 84 yıllık cumhuriyet tarihimizde bir takım hatalar yapılmış ve bu hatalar sonucunda şu anda ülkemizde bölgeler arasında, şehirler arasında çok ciddi bir ekonomik, sosyal ve kültürel farklılıklar var. En basitinden gelir dağılımına baktığımız zaman şu anda hâlâ 500 Dolar’ın altında 10 tane il var, eski, yani şişirilmiş, illüzyonla büyütülmüş kişi başı gelir dağılımı rakamları haricinden bakıyorum, 9300 oldu biliyorsunuz, halbuki 2435’ti bundan 6 yıl evvel kişi başı gelir. Bu çerçeveden baktığımız zaman 7000 Dolar, 5000 Dolar’ın üzerinde iller var. Burada benim gördüğüm kadarıyla bugüne kadarki tek formülle bu sorunu çözemiyoruz, yani tek ortak uygulamayla ekonomik, sosyal ve kültürel eşitliği dengelemeyi sağlayamıyoruz. Devlet olarak sosyal devletin getirdiği yatırımlar, altyapı yatırımları, sosyal devletin getirmekte sorumlu ve zorunlu olduğu şeyleri bir kenara bırakalım, yani sağlıktı, eğitimdi, güvenlikti, yargı, oradaki eşitlik tabii ki olmalı ama oralarda iş-aş yaratılması, ekonomik kalkınmanın sağlanması bugün kamuyla yapılamayacak bir şey, mutlaka özel sektörün oralara çekilmesi ve oralara teşvik edilmesi gerekiyor. Burada da hem doğru, gerçekçi bir tespit yapmamız gerekiyor il bazında veya bölge bazında hem de bunlara yönelik bu ‘smart’ denilen, yani akıllı, spesifik, belirli, ölçülebilir, ulaşılabilir, gerçekçi ve zamana bağlı projeler geliştirmemiz gerekiyor. Bu 12 yıl içinde birçok teşvik politikası içinde bulundum ama son dönem bir şey yakalayabildik, buradan hareketle onu sizinle paylaşmak istiyorum. AKP kendi programında olmamakla beraber biraz da bizlerin önerdiği bir teşvik politikasını Şubat 2004’te yürürlüğe koydu. Son derece yanlış bir teşvik politikasıydı, bizim söylediğimizin tam tersini yaptı ve bugün son derece de başarısız sonuçlar elde edildi. Fakat bu başarısızlık içinde biz GAP bölgesinde, GİDEM’lerle (Girişim Destekleme Merkezleri) bir çalışma başlattık. Başarısızlığın içinde bile doğru uygulamalar takip edildiği takdirde acaba sonuç alınabilir mi diye düşündük. Bu GİDEM’ler çerçevesinde 4 ilde bir çalışma yapıldı; Şanlı Urfa’da organik tarım, Mardin’de gıda, Diyarbakır’da mermer, Adıyaman’da tekstil ve hazır giyim. Siz biraz evvel dediniz ya “4 sektöre öncelik verilsin bir tanesi kazansa yeter” diye. 3 tanesi çok başarılı olmadı, yani ortaya çok şaşırtıcı, çok net bir şey çıkmadı ama onlar da potansiyellerini devam ettirdiler. Fakat Adıyaman’da biz 4 yılda çok çarpıcı sonuçlar aldık. Şöyle ki, bu yanlış teşvik politikası ile o bölgede o 18 ile baktığımız zaman son 4 yılda ortalama 2 yatırımcı çekebildi. Fakat Adıyaman’da biz 3,5 yılda tek sektörde 50 yeni yatırım ve 4650 istihdam sağladık. Bununla da kalınmadı, şu anda Adıyaman sadece Türkiye’de değil belki AB veya OECD çerçevesinde işsizlik oranında en iyi skora sahip illerin başında geliyor. Orada bir kümelenme çalışması yaptık, yani bir “cluster” çalışması yaptık tekstil ve hazır giyim sektöründe. Tabii bunun çok paydaşı oldu, Harvard’dan danışmanlık aldık, devleti temsilen GAP GİDEM yer aldı, KOSGEB katkı sağladı, BM’den fon aldık, AB’den fon aldık ama il buna inandı. İlin yetkilileri, kanaat önderleri, valisi, belediye başkanı, ticaret odası, milletvekilleri, şahsi, siyasi, hissi, ticari, bütün ceketlerini çıkardılar il için bu çalışmanın içerisine girdiler. Biz de sektörün gönüllü önderleri olarak katkı sunduk ve bu sonucu aldık. Bu sonuç başka şeyleri tetikledi; Adıyaman’a gidenler varsa bilir 98’de toz-duman içinde bir şehirdi, hiçbir asfalt yolu yoktu, köy gibiydi, kasaba gibiydi. Bugün son derece modern, bulvarları olan, ışıklandırılmış, gece ayrı güzel gündüz ayrı güzel bir şehir oldu. Yani il burada bir moral buldu, ciddi bir şekilde bir motivasyon kazandı ve şu anda başka bir sektöre odaklandılar, o da turizm.
Geçen sene Nemrut Dağı’nda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası bir konser verdi. Türkiye’deki Avrupa temsilciliklerinden katılanlar oldu, yani büyükelçilere verilen bir konserdi bu. İl şu anda turizmde böyle bir çalışma yapabiliyor. Mesela 98’de gittiğimizde kalacak otel yoktu, oralardaki öğretmen evlerinde veya petrol rafinerilerinin yerinde kalıyorduk. Şu anda en az 3-4 tane 4 yıldızlı otel var, Dedeman ve Hilton da yatırım yapmakta. Burada yapılan “cluster” çalışmaları GAP’ı tetikledi. Tabii bu bir yönetim, organize bir çalışma, oradaki tedarik zincirini planlı bir şekilde, kontrollü bir şekilde genişletiyorsunuz, genişlettikçe orası bir çekim merkezi oluyor, rekabetçi oluyor ve sürdürülebilir bir değer zinciri haline geliyor. Aşağı yukarı 1 senedir yine GAP’la ilgili bir çalışmanın da içindeyim. GAP çok umutsuz bir vaka; 24 yıl boyunca sulamada ve enerjide gelinen noktayı biliyorsunuz, şu anda geçen yılın bütçesinde ayrılan ödenekle de 2050 yılında tamamlanacaktı, fakat bu çalışma orayı da etkiledi. Dünyadan farklı ülkelerden 11 tane “cluster” uzmanı getirildi, ‘GAP rekabet gündemi’ adı altında 3 ay boyunca bir çalışma yapıldı, BM ve başbakanlık kanalıyla da bu açıklandı. 3 tane temel sektöre bir vizyon konuldu ve Başbakan “biz 5 yılda GAP’ı bitireceğiz” dedi. Halbuki bir sene evvel bunun takvimine baktığımızda 2050’yi görüyorduk. Buradan şunu söylemek istiyorum, Türkiye’de tek formülle bir şeyleri aynı anda çözme şansımız yok, bunu sosyal demokrasi anlayışla, eşitlik ekseninde nasıl algılamamız gerekiyor? Bunu ortaya koymamız gerekiyor. Biraz evvel Fuat hocanın söylediği gibi, bunu yaparken vergi muafiyeti dediğimiz teşvik politikaları uygulamamız gerekiyor, belki asgari ücretle ilgili bir takım uygulamalar gerekiyor. Yine bakıyorum, incelediğim zaman asgari ücretle vergi oranında veya ücrette AB’de 27 ülkede sadece 10 ülkede uygulanıyor, Amerika’da her yıl 50 eyalette çalışma birim saat ücretleri geçen yılki performansı, istihdam, enerji ve yatırım oranlarına göre yenilenebiliyor. Buralarda da Fuat hocanın söylediği gibi biraz devrimci hareket etmemiz lazım ki sorunların üzerine gidebilelim. Sonuçta tabii ki sosyal demokraside, ideolojinin temelinde çok önemli değerler olmakla beraber daha çok demokrasi istiyorsak o zaman daha çok iş ve daha çok aş yaratmamız gerekiyor. Bu da bir anlamda sosyal barışı getiriyor, toplumsal refahı, ulusal kalkınmayı ve ekonomik kalkınmayı getiriyor. Demokratikleşme çok önemli, iyi ahlaklı, adaletli yönetim çok önemli, insanî refah, insanî güvenlik çok önemli ama ekonomik kalkınma da şart. Ekonomik kalkınmada bu bölgesel farklılıkları gidermek için böyle bir takım bölgesel farklı uygulamalar yapmamız gerekir diye düşünüyorum. Tabii bunların çözümüne baktığımız zaman, sadece ekonomik kalkınmayı sağlamıyor, kayıt dışını da çözüyorsunuz, aynı zamanda cari açık sorununuzu da çözüyorsunuz çünkü bu bölgelerde rekabet odakları yaratıyorsunuz, istihdam odaklı ihracat hedefli politikalar güderek cari açık, dış ticaret açığını çözüyorsunuz, işsizlik sorununu çözüyorsunuz, kadının işgücüne katılımını sağlıyorsunuz, gençlerin mesleki eğitimine katkı sağlıyorsunuz, aynı zamanda göç ve terör sorunlarını da çözüyorsunuz. Ama benim sorum, bu eksende bunu sosyal demokratik, eşitlik endeksinde nereye ve nasıl oturtacağız?
Derya Sazak:
Ben Sencer Hoca’ya direk bir gazeteci sorusu yöneltmek istiyorum. Bu nitelikli ve değerli çözümlemeleri dinledikten sonra acaba Türkiye’de epey uzun süredir yönetme iddiasından uzak, hep muhalefette kalan bir sol var, bugün bunu CHP temsil ediyor. Epeydir sol iktidarda değil ama bir yandan bir muhalefet boşluğundan da söz ediliyor. Bu salonlarda karşımızda müthiş bir akıl gücü, akademik çözümlemeler, değerlendirmeler var. Acaba teoriye uymayan bir halktan mı yoksa halktan kopuk bir siyasetten mi söz etmek gerekiyor? Bir toplumbilimci olarak bu boşluk ideolojik anlamda nasıl dolacak? Sizi dinlerken ben şöyle etkileniyorum, tıpkı Batı Avrupa demokrasilerinde olduğu gibi sanki uzun yıllardır Türkiye’de sol da iktidardaymış, oturmuş bir toplum yapısı var ve biz küreselleşmenin de etkisiyle belki 2010’lu yılların dünyasını falan konuşuyormuşuz gibi geliyor. Oysa AKP zaten ciddi bir orta alt sınıftan aldığı güçle iktidarda, onun karşısında AKP’yi iktidarından etmek için daima bir kaç yıldır gözlediğimiz gibi milliyetçi yükseliş, şimdi laik, cumhuriyetçi bir yükseliş var ama hiç kimse şunu demiyor, Türkiye’de bunun karşısında bir sol seçenek var, sol bir parti gelir Türkiye’yi yönetir. Neden Türkiye’de sol adına siyaset yapanlar toplumda ‘Türkiye’yi biz daha iyi yönetebiliriz’ duygusunu yaratamıyorlar. Buradaki sıkıntı nedir? 30 senedir bu siyaseti ve sol hareketleri izliyoruz, iktidar süreçlerini de izliyoruz; bakın akla darbe geliyor, asker geliyor, AKP’nin bir şekilde parçalanması, vs. geliyor, bir takım başka seçenekler geliyor ama CHP gelmiyor ya da diğer sol seçenekler gelmiyor. Onun için de tıpkı geçen seçimde yaşadığımız düş kırıklığı oluyor. Acaba hakikaten bu teoriye uymayan halk mı ya da neden sol siyasetçi bu halkı yakalayamıyor, bunun nedeni örgütsüzlük müdür, dağınıklık mıdır? Bu büyük çözümlemelerin toplum katında yansımalarının olmayışı mıdır? Burada bir sıkıntı var, bunu siz nasıl yorumluyorsunuz?
Süleyman Çelebi:
Teşekkür ederim, Sencer Bey de aslında birçok alanda önemli açılımlar yaptı. Her şeyden önce bir AKP başarısı üzerine konuşuyoruz, acaba AKP mi başarılı yoksa muhalefette mi bir başarısızlık var, onu çok daha geniş tartışmaya ihtiyacımız var. Aslında bize göre muhalefette ciddi bir başarısızlık var ve toplumun önüne bir seçenek konulamıyor. Herkes arayış içinde ama konulan seçenekler umut yaratmıyor, korku yaratıyor. Korkunun yarattığı bir seçenek topluma güven vermiyor ve başka bir seçeneğe zorlanıyor.
Sizin söylediğiniz gibi AKP’nin iktidara gelmesindeki başarıda, sağlık alanında verilen hizmetler, konut projeleri de var ama o konutlar kendi alanlarını da yarattı aslında. Konuttaki önemli projeleri kimse küçümsememeli ve yepyeni bir alan yaratmıştır. O alanda kendi hâkimiyetlerini çok etkili halde kullanmaya başlamışlardır. Önce o alana özellikle vurgu yapmak istiyorum çünkü farklı görüşlerin bile çok zor ifade edildiği bir yeni sahanın, alanın açıldığı yapılar. Eğitim de burada önemli etki, eğitim tamam ama hangi ideolojik temelde bir eğitim? Bu eğitim sürecini de, iktidarda bulunma ve geçmiş iktidarlar sürecini de dikkate aldığınızda epeyce yaygın bir etkileşimin olduğu ortaya çıkıyor. Bunları ifade ettikten sonra, gelelim şu çok tartışılan bu son sosyal güvenlik yasasına. Bu yasa yerel seçimlerden 6 ay sonra uygulanmaya konulsa aslında sağlıkta gösterilen o başarı öyküsünü çok gölgeleyecek durumda. Çünkü bir sınır da getirdi, eskiden ek katkılar yüzde 20 filandı yasada, şimdi o sınırı da kaldıran yüzde 35’lere kadar varacak ek katkıların alındığı bir sisteme dönüşüyor. Orada iki tane sınıf yaratılıyor, parası olanın daha kaliteli hizmet alabileceği bir alan, parası olmayanın daha kötü koşullarda sağlık hizmeti alabileceği bir alan. Bir örnek verirsem, anjiyo yapılacak, sigortanın veya devletin verdiği anjiyonun bir tarifi var, masadasınız, “ilaçlı stend kullandığınız zaman 2,5 milyar fark vereceksin” diyor. Tıbbın yeni imkânlarından yararlanma diye bir şey var, işçisin ve sigortalısın ve bir böbrek taşı düşürme durumunda “seni ancak keserek böbrek sorununu çözümleriz” diyor ama ötekinde “taş kırarsam sen şu kadar fark vereceksin” diyor. İki farklı sınıfın hizmet alanına dönüşen bir ilişki sağlıklı olacak ama bu sistemler daha uygulanmaya başlamadığı için, uygulanma alanı buralara yönelmediği için, hep bu fotoğraflar, yani yeşil kart sistemi vb. uygulamaları, eski kuyruk olayını ortadan kaldırdığı için şimdilik böyle görüntüler iyi. Sağlıkta da ‘açık, açık’ denilen kısmı, özellikle sağlık ve ilaçta 10 kat büyüdüğünü söylemek isterim. ‘Kara delik’ diye sunulan, aslında sosyal devletin vermesi gereken OECD ülkelerindeki ortalama katkıyı vermediği için hep açık diye o bütçe sunuluyor. Konutta da benzeri farklı korumalar, kurallar filan gibi görülüyor ama o kuralların dışında çeşitlenmeler ve farklı uygulamaların olduğunu biliyoruz.
Temel sorun şu, kuralsız çalışma. Onu Erol Bey de söyledi, kuralsız çalışma yüzde 15-20’lerde her yerde olduğunu biliyoruz ama yüzde60-70’lere varan kuralsız çalışma şu anda yaşanan yoksulluğun, işsizliğin en önemli sorunu aslında. Yani kurallı çalışma olsa -sendikacı kimliğimle iddia ediyorum- bu konuştuğumuz işsizlik sorunu böyle olmayacak, yoksulluk sorunu da böyle olmayacak. Ben onun için Umut Bey’e hangi sektörde bir başarı var diye sordum. Fuat Bey’in söylediği şehir ölçeğinde bir planlamaya gidilmesi gerekiyor ama o çok farklı yapılmalı; o bölgenin, o ilin özelinde bir teşvike ihtiyaç var. Adıyaman’da bahsedilen örnekler başarılı ama o başarılı örneğin öyküsünde aslında başka bir başarısızlık öyküsü var çünkü Adıyaman’da başlatılan bu teşvik uygulaması nedeniyle Gaziantep’teki işyerleri kapandı, hemen yanındaki Adana’daki işyerleri kapandı, hemen yanındaki Kahramanmaraş’ta kapandı. 1 ayda 11 bin kişiden bahsediyorum. Yani bir yerde bazı sektörler açısından kolaylıklar getirilirken, başka bazı yerlerde de aslında kendi dinamitini patlatıyor. Çünkü o bölgelere yıllarca yatırım yapılmış, kendi özdeğerleriyle yatırım yapmış vatandaşlar, o değerler için orada konutlar yapmış, altyapı yapılmış. Bir bölgeyi başka bir yoldan büyütmek adına başka bölgeyi yok ederek diğer yeri geliştiriyor. Oysa örnek bu olmamalı. Adıyaman örneğini verirsek “tekstili buraya vereceğiz ama Osmaniye’ye vermeyeceğiz” diyeceğiz o zaman. Biraz önceki örnekte olduğu gibi Diyarbakır’a da mermer diyeceğiz veya Elazığ’a ya da İzmir’e ARGE diyeceksin, Van’a da hayvancılık diyeceksin. Tarımda yaşanan en son gelişmelere bakıldığında pirinçte, kuraklıkta, bunlar çok sürpriz değil bu biliniyordu ama şimdi hükümet başka şeylerle uğraştığı, meşgul olduğu için buna ilişkin önlemler alması gerekirken almadı.
Dolayısıyla şu sivil toplum ilişkisini de özellikle sosyal demokrat arkadaşlarla paylaşmak istiyorum, bu sivil toplum ilişkisi çok yaygınlaştı. Hepiniz biliyorsunuz sendikalar sivil toplum örgütü değil, hepimiz aynı noktaya koyulmamalıyız, sivil toplum ilişkisini ayrı tutmak lazım. Biz sendikalar olarak sivil toplum örgütleri değil, sendikal örgütleriz. Sınıfsal bir duruş noktası olan örgütleriz ama bir kategoriye de alacaksak elbette o sivil toplum örgütleriyle yan yana durmuş meslek örgütleriyle olabilir. Bunu kastetmiyorum ama orada bir ciddi yozlaşma var, sivil toplum örgütü kapsamında zorunlu sivil toplum örgütleri. Yani şimdi TOBB’a sivil toplum örgütü deniliyor, en büyük de sivil toplum örgütü ama zorunlu üyelik var. TÜSİAD’a ben böyle bakmam, meslek örgütü de değil, resmi bir kurum, gönüllü üyeliği olan Türkiye’nin en büyük sivil toplum örgütü. Mecburiyetin olduğu sivil toplum örgütü ilişkisini özellikle vurgulamak istedim. TÜSİAD deseniz sivil toplum örgütü, TİSK’i deseniz sivil toplum örgütü, çünkü gerçekten bir gönüllükle oraya üye olursunuz, sendikaya da gönüllükle üye olursunuz, bir zorunluluk yoktur. Ama öteki zorunluluk, Barolar Birliği’ne üye olmazsanız avukatlık iznini alamazsınız. Bunu söylerken karıştı birbirine, sivil toplum ilişkisi filan, bütün örgütler sivil toplum örgütleri olmaya başladı, bu konuda yeni yeni bir sürü organizasyonlar oldu. Bütün bu tolerans ve benzeri uzlaşma ilişkisi aslında güvenle yapıldığı zaman bir hedefe ulaşabilir ama güven olmuyor, güven dediğim ilişkinin koptuğu bir süreci yaşıyoruz. En önemlisi bu, uzlaşmadaki temel sorun, iktidarlar tarafından uygulanan o baskıcı anlayış ve yalnız kendisinin özgürlük alanını koruduğu için, diğerlerine özgürlük tanımadığı için veya işçi-işveren çelişkileri açısından baktığın zaman. Hani eskiden bizim DİSK olarak 1 Mayıs’ta böyle bir şey yaptık, eskiden “kahrolsun sömürü!” filan diyorduk, şimdi “paylaşımı seviyorum”, gerçekten biraz o paylaşım ilişkisinde bir ortak zemin bulsak o zaman zaten bu sorunları aşacağız. Veya “kahrolsun faşizm!” diyorduk, şimdi “demokrasiyi seviyorum”. Yani ilkelerimizi değiştirmeden söylemimizi değiştirebiliriz, önemli olan bir kayıtlık orada olmasın, yani sosyal demokrat sol eski jargonları kullanmayabilir, yeni jargonlar üretebilir ama bunun topluma itici gelmemesi gerekiyor, toplumu dışlayıcı olmaması gerekiyor ve sosyal demokrasinin evrensel ilkelerinden de vazgeçmemek lazım. ‘Sağ-sol kalmamıştır’ gibi kavramlar çok tartışılıyor, sağ-sol kalmıştır ama bunu doğru sunmaya ihtiyaç var. Öyle sunulmadığı için, yani sağ-sol kavramı kalmamıştır deyince o zaman zaten AKP’ye gidiyor. Sağ-sol ayrımı yok, bu da fark etmez diye bir iradeyi bir başka partiye, bir başka anlayışa yönlendirmiş oluyorsunuz.
Burhan Şenatalar:
Sencer sana da çok teşekkür ediyorum, çok geniş, kapsamlı bir sunum yaptın. Bunların bazıları üzerinde daha sonra daha derinlemesine tartışmalar yapmamızda da büyük fayda görüyorum. Benim dikkatimi çeken ve paylaştığım noktalardan başlayayım. Birincisi genel iktisat politikası anlayışıyla ilgili, Türkiye’de sol daima devletçi tarafta kaldı, dolayısıyla bu devletçiliği aşan bir alternatif getiremedi, 80 sonrası neoliberal dalgayla birlikte de birazcık sersemledi. Bizim bugün yaşamakta olduğumuz sorun aslında neoliberal iktisat politikaları ve buna daha açık, daha net bir isim koymakta fayda var, kökten piyasacı bir yaklaşım görüyoruz. Yani ‘babalar gibi satarım kardeşim’ anlayışı tam kökten piyasacı bir anlayış, sadece piyasacı değil aynı zamanda Türkiye’nin evvelden beri çok iyi tanıdığı ve ranta dayalı, clientelist modelin aslında had safhaya ulaştırılması. Senin yaklaşımında yer yer parçalar olarak gerek klasik devletçi modeli eleştiren ve aşan, gerek bu rant paylaşımına dayalı kökten piyasacı modeli eleştiren ve aşan bir bakış açısı vardı, bu çok önemli. Türkiye’de solun sahiplenmesi gereken böyle bir politika yani bilinçli müdahale ifade ediyor senin yaklaşımın, mesela Fuat’ın getirdiği yaklaşım da. Bunlar aslında kökten piyasacılığa karşı ama aynı zamanda klasik devletçiliğe de karşı. Bu detaylara CHP, DSP, vs. hiçbir zaman erişemedi, bunları tartışamadı dahi. Dolayısıyla bunu önemli bir nokta olarak görüyorum ve çok değerli buluyorum.
İkincisi senin konuşmanda olan, bizlerin de zaman zaman söylediğimiz iktisat politikasıyla sosyal politikanın 3 tane ayağı var, bir tanesi büyüme, üretim, bir tanesi paylaşım, sosyal adalet, bir tanesi de demokratikleşme. Senin çok iyi bildiğin bir şey, Dünya Bankası literatüründe de bunlar çok önemseniyor. Yani bunlarla ilgili projeler mutlaka sol projeler olmak zorunda da değil. Bunlardan bir tanesi mesela, eğitim alanında kız çocuklarını temel öğretimde desteklerseniz paylaşım açısından da, demokratikleşme açısından da, üretim açısından da çok ciddi pozitif getiri elde ediyorsunuz. Buraya kadar çok güzel ancak Türkiye’deki mesele değişik arkadaşların değindiği gibi en önemli tıkanma noktalarımızdan bir tanesi Kürt sorunu, bir tanesi laiklik meselesi veya kültür çatışması diyelim. Türkiye’de kız çocuklarının okutulması meselesinde istatistiklere göre okullaşma oranını yükseltsek dahi senin biraz evvel söylediğin, onların hedefi eğer en az 3 çocuk doğurmaksa o zaman Dünya Bankası’nın düşündüğü modelden farklı bir model oluyor. Dolayısıyla kültür çatışması meselesini çözmeden eğitimin getirisinden yararlanmamız da çok zor, eğitime çocuklar gidiyor diye toleransa ulaşmamız ihtimali de çok zor. Türkiye’de bakın şu anda yaşadığımız olayların hepsinin içinde şiddet var, İtalyan birisi geliyor Gebze’de ırzına geçiliyor ve öldürülüyor. Nevruz kutlanıyor 4 kişi ölüyor, Nevruz’dan dolayı ölen insanların cenazesine bakın Yüksekova’da, fotoğrafları var gazetede, binlerce insan ve en önde de PKK bayrağı. Bu sorunlara çok gerçekçi, akıllı çözümler önermedikçe çözülmesi mümkün değil. Kültür çatışmasını görmezden gelmeniz veya AKP’ye teslim olan bir yaklaşım benimsemeniz de çıkış yolu değil, bugüne kadar yapılan devletçi ve baskıcı bir laiklik anlayışıyla karşı çıkmanız da çıkış yolu değil, orada da bir üçüncü çıkış yolu yaratmanız lazım.
Değinmek istediğim üçüncü nokta bu küreselleşme meselesi. Ben küreselleşme tartışmasının Türkiye özelinde, yerelinde yeterince yapılmadığına inanıyorum, onun için yeterince araştırma yapılmadığına da inanıyorum. Küreselleşmeyi biz aslında yabancı literatürden izlediğimiz için onların sorunlarını kendi sorunlarımız gibi algılıyoruz diye düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi şudur mesela, küreselleşme sosyal devlet üzerinde bir baskı yaratıyor, çok doğru ama o baskı yaratıyor dediğimiz ülkelerde sosyal devlet harcamaları milli gelirin ¼’ünden fazlasını alıyor. O ülkelerde devlet harcamasının gayri safi yurtiçi hasılaya oranı yüzde 40’ın üzerinde. O ülkede tabii ki baskı yaratır, ayrıca o ülkenin ücretleri de çok yüksek, işçilerinin de önemli bir bölümü sendikal mücadele içinde yaşıyor. Onun için Almanya’dan fabrika kalkıyor Romanya’ya, Bulgaristan’a gidiyor. Bizim durumumuz böyle değil; bizim durumumuzda aşırı bir kayıt dışı istihdam var, sendikaların üzerinde aşırı baskı var ve bizim ülkemizde tersanede öldüğü kadar veya İstanbul’un belli yerlerinde patlamada öldüğü kadar insan, Davutpaşa’da öldüğü kadar Münih’te, Frankfurt’ta hiçbir zaman ölmüyor. Dolayısıyla bizim ülkemizde sol tabii ki işçi sınıfı odaklı olmalıdır ama sadece işçi sınıfı odaklı olmamalıdır, çalışma koşulları odaklı olmalıdır. Biz son 2 senede ortalama 20 milyar dolar yabancı sermaye çektik. Bunun büyük kısmı da artık sıcak para falan değil, özelleştirmedir, vs. ama Türkiye demek ki uluslararası sermaye açısından hâlâ cazip bir ülke. Dolayısıyla bizden dışarıya sermaye kaçışı yok, onun için şunu çok önemli görüyorum, sosyal devlet Türkiye’de zaten kör topaldır, bizim hedefimiz sosyal devleti kurmaktır ve biz İngiltere’nin, Almanya’nın yaşadığı baskıyla karşı karşıya değiliz. Türkiye bunu kurabilecek bir kapasiteye sahip, bugünkü ile yetinemez, bugünkünün yetersizine karşı çıkması lazım. Bir nokta daha, büyüme-istihdam ilişkisi. Türkiye’de büyüme-istihdam ilişkisi de aynı şekilde batıdakinden çok farklı, biz hâlâ bir şekilde istihdam yaratabilecek bir büyüme hızı yakalayabilecek bir ülkeyiz, yüzde 6’nın üzerine çıktığımız anda istihdam yaratabiliyoruz. Ayrıca Batı’da da bütün ülkeler aynı şekilde yaşamıyor problemi. Son 15 yıla bakın, İspanya işsizlik oranını çok ciddi düşürmüştür, Hollanda çok ciddi düşürmüştür, dolayısıyla herkes aynı kefede değil. Bilinçli politikalar uygularsanız istihdam yaratma şansınız olur ama Türkiye’nin sorunu hâlâ yüzde1.3 olan nüfus artış hızıdır. Bu da inanılmaz bir sorun, 1 milyon’dan fazla bebek aşağıdan geliyorsa buna o zaman istihdam yaratamazsınız, sol bununla hesaplaşmak zorundadır. Mutlaka kayıt dışı istihdamın üzerine gitmek gerekir; çalışan insanların yarısının kayıt dışı olduğu bir memlekette sigorta sistemi de çöker, vergi sistemi de çöker. Onun için bu konularda sadece bu geçiş nasıl yapılabilirin ayrıntılarını düşünmek gerekli, kayıt dışı problemi karşısında da teslimiyetçi olmamak lazım.
Kuvvetli bir kamu yönetimi iyi bir ekonomik gelişme için şarttır ama AKP’nin bugün uyguladığı liyakate dayalı bir kamu yönetimi anlayışı katiyen değildir, tipik bir kadrolaşma anlayışıdır. Bunun en korkunç örneği üniversitelerde yaşanıyor ve daha ağır yaşanacak. Bu yıl kurulan üniversite sayısına bir bakın, bunların ne öğretim kadrosu olabilecek, ne laboratuvarı olabilecek. Geçen hafta Mardin Artuklu Üniversitesi sözde kuruldu, rektör yardımcısıyla konuştum, insan ağlama noktasına geliyor. Hiçbir şeyi olmayan saçma sapan sahte üniversiteler kuruluyor. Daha da vahimi -belki Üstün bilebilir, belki sen bilebilirsin, Ayşe Ayata bilebilir Ankara’dan-, şu anda YÖK’ün Yürütme Kurulu’na atanan insanlar arasında üniversite konusuna vakıf bir tek kişi yok. Korkunç bir şeydir bu, YÖK’ün İhsan Doğramacı’dan beri gördüğü en zayıf yürütme kuruludur. Türkiye’nin üniversite sorunlarının ‘ü’ harfine vakıf olmayan bir kadrolaşma vardır. Dolayısıyla burada çok ciddi bir açmaz var.
Son nokta Derya Bey’in söylediği nokta: Sol Türkiye’de bugünkü örgütlenme biçimiyle hiçbir yere gidemez, CHP’den ve DSP’den ümidini kesmeden hiçbir yere gidemez. Bakın bu odada bulunan insanlar yeni bir parti kuracağız diye karar verseler, bunun çalışmasını 1 sene yapsalar, Türkiye’de o zaman bir sol ortaya çıkar. CHP nasıl dönüşecek? CHP dönüşemez, CHP’nin dönüşme ihtimali yoktur, Volkan Bey’e katılıyorum, biz hâlâ sanki CHP sol bir partiymiş de eksikleri varmış gibi konuşuyoruz, bundan kendimizi kurtarmamız lazım. Türkiye’de yeni bir sol parti hemen yüzde 25 alamaz, yüzde 30 da alamaz ama bakın Almanya’da mesela SPD’ye eleştirel olarak popülist mopülist Oscar Lafontene çıktı, Doğu Almanya’dan gelenlerle birleşti, yüzde 10 oy alıyor. Türkiye’de de kurulacak bir sol parti birinci aşamada yüzde 30 almaz ama mayayı sağlam atarsanız ikinci seçimde alır. CHP dediğiniz parti yüzde 40 oy alsa Türkiye sosyal demokrasiyi iktidara getirmiş olmaz. Lütfen artık ‘i’lerin noktalarını koyalım. Bu konuda da yorum yaparsan memnun olurum.
Kemal Kılıç:
Sabancı Üniversitesi’ndeki Rekabet Forumu olarak innovasyon kültürü üzerine bir şeyler söyleyeceğim. Son 2 senede firma bazında innovasyon belirleyicilerini saptamak üzere bir çalışma yaptık. Aslında Gündüz Ulusoy’un yaptığı bir çalışmaydı, ben araştırmacı olarak çalışıyordum projede. Üç aşağı beş yukarı sizin toplum bazında söylediğiniz şeyler, bizim kuzey Marmara hattında 180 tane firmadan yaptığımız verilerden derlediğimiz sonuçlarla birebir örtüşüyor. Bizim de bulduğumuz gerçekten firmadaki innovasyonu en çok belirleyen şeyler insan sermayesi, formelleşme, özerkleşme, zaman tahsisi. Sizin o ‘aylak’ veya ‘serseriler’ dediğiniz kişiler mi yapıyor, gerçekten o çok önemli bir faktör olarak ortaya çıkıyor. Merkezileşmenin negatif etkisi tespit edilebiliyor. İç direnç ve muhafazakâr kültürün gerçekten negatif etkisi tespit edilebiliyor. Sizin modelinizde olmayan ama aslında gerçekten analojik olarak kullanılabilecek bizim tespit ettiğimiz 2 tane daha önemli veri var. Bir tanesi işbirlikleri, ki o da tahmin ediyorum Fuat Bey’in bahsettiği gibi AB gibi veya başka gruplarla yapılacak olan işbirliklerinin innovasyon kültürü üzerinde toplumsal anlamda faydası olacaktır. Bir tanesi de yine buradaki konuşmalarda biraz dile getirildi: stratejik planlama. Biz şunu çok net tespit ettik, stratejik planlama ne kadar uzun vadeli olursa o firmanın innovasyon gücü o kadar yüksek oluyor. Bence bu planlama yapma Türkiye’de de herhalde son 20-25 senede Turgut Özal sayesinde kaybettiğimiz önemli bir nosyon. Firmalar bunu yapıyorlar, yaptıkları zaman da başarılı oluyorlar. Ben sizin söylediğinizi şöyle anladım, innovasyon kültürünü öneren, bunu bir model olarak, bir proje olarak öneren bir sol hareket, bu innovasyon kültürü sayesinde rekabetçilik avantajını arttıracak, bu sayede de insanlar daha iyi şartlar altında yaşayacak diyecek. Bunu kesinlikle kabul ediyorum ve benim oyumu alır ama ben orada Derya Bey’in sorusuyla birleştireceğim; gerçekten böyle bir hareket Türkiye’de kaç kişiyi ikna edebilir? Ben 2 sene araştırma yaptım, veriler elimde, gerçekten görüyorum, böyle bir kültür bu ülkeye gerekli. Bunun sağlanması önemli ama 70 milyonluk bu kadar kimliklerin üzerinde kutuplaştığı bir ülkede kimsenin umurunda mı acaba?
Necati Özkan:
Benim sorum aslında Üstün Bey’in işaret ettiği kutunun dışına çıkıp bakmakla ilgili. Hatırlarsanız 2 yıl kadar önce rahmetli Erdal İnönü yine bir TÜSES toplantısında sosyal demokrasinin açmazını çok veciz bir şekilde özetlemişti. “Savunduğumuz her şeyi yapmakta olan bir siyasi iktidar var ve biz bu siyasi iktidarın yaptıklarına karşı söyleyecek bir şey bulamıyoruz” demişti. Bu aslında analizle ilgili, ülkeyi ya da dünyayı algılamakla ilgili çok veciz, çok somut bir yaklaşımdı. O zamandan beri düşünüyorum, hakikaten sosyal demokrasi ister istemez bütün dünyaya sınıflar vizöründen bakıyor, dolayısıyla da o sınıflar ve sınıfların uzlaşması, çatışması ile ilgili çözümlemeler getirmeye çalışıyor. Dün biz Joshka Fisher’i bir konferans için Türkiye’ye davet etmiştik, onun konuşmasında siz de vardınız, o kutunun dışına çıkıp bakmayla ilgili bir şey gördük. Mesela hiç aklımıza gelmeyen nüfus ve nüfus artışı. Bundan 30 yıl kadar önce dünya nüfusu toplasanız 2,5 milyar civarındaydı, bugün 6,6 milyar ve 2050’de 9 milyar olacak. Bu neleri tetikliyor? Kaynakların tüketilmesinden tutun, dünyanın kirlenmesine, çevre sorunlarından enerjiye kadar her şeyi. Hiçbirimizin aklında olmayan şöyle bir mesele var, bundan sadece 1-1,5 yıl önce petrolün fiyatı 20-30 Dolar seviyesindeydi bugün 100 Dolar seviyesinde. Biz genellikle Irak krizi, vs. diye yorumluyorduk bunu, fakat öyle değil, dünyadaki nüfusun artışı ve o nüfusun dünyada varolan refaha yetişme çabalarının bir sonucu. Büyük nüfuslu ülkeler enerji çekiyor ve bu giderek işi daha başka bir noktaya getirecek. Biz analizlerimizi sosyal sınıflar ve ulusal sınırlar çerçevesinde yapmaya çalışırken aslında uluslararası ve küreselleşmenin getirdiği başka faktörler çok daha başka bir açmaz getiriyor önümüze. Dolayısıyla sosyal demokrasinin dünyayı yorumlama ve bir iktidar alternatifi olma noktasında bu açıdan bakıldığında ne yapmak lazım, neler önerirsiniz?
Hasan Ersel:
Ben Sencer Bey’in söylediği bir noktadan başlayayım ama bu arada Erdal Bey’in daha evvel öyle bir şey söylediğini bilmiyordum. Sencer bey başta vurguladı, sadece bu laiklik boyutu üzerinde bu iş tartışılmaz, başka boyutları da eklemek gerekir diye. Ben de onun üzerine bir şey söylemek istiyorum.
Boyutu çok fazla arttırdığınız zaman düşünemezsiniz ama bir kaç boyut onu sınırlayan meseleler. Toplumsal adalete önem vermek bir boyut olabilir, burada çeşitli yerlere oturabilirsiniz, laiklik bir boyut olabilir, bir de özgürlük bir boyut olabilir. Bunu müdahale etme, etmeme anlamında söylüyorum. Mesela 3 boyut ama bu 3 boyut böyledir demiyorum, etnik boyutu olabilir, vs. başka şeyler olabilir, kısaltmak için söyledim. Partinin adını boş verin, bu 3 boyutta nerede olduğuna bakarsak parti hakkında bir karara varabiliriz. Bu parti bu boyutlarda nerede, ne diyor ama somutta ne diyor? Büyük laflara değil, parti programlarını biraz aşıp her somut olayda aldığı tavra bakmak lazım, bu yapılabilir. O zaman AKP’nin durumu başka türlü çıkıyor, yani Erdal Bey’in söylediği gibi çıkıyor, onu söylemek istiyorum. Mesela AKP bir anlamda sizin söylediğinizden biraz farklı, AKP iktisadi adalet boyutundan kendini uzak tutamaz çünkü din boyutu var. Tevrat’tan beri de bütün dinlerde bir adalet referansı var. Bu sosyal demokrat bir partinin söylediğinden farklı bir şekilde olabilir. Yalnız şunu da unutmayalım, 1970’lerden beri dünyada iktisadi adalet siyasal ortamda sosyal demokrat partilerin tekelinden çıktı, liberal partiler kendine göre bir liberal adalet anlayışı da benimsiyor, yani sadece burada değil orada da var. Mesela bu 3 boyutta müdahalecilik veya özgürlük açısından aldığınız zaman ilginç şeyler çıkıyor. Yaratıcılık istiyorsanız müdahaleci olmayacaksınız, çünkü müdahale etmek iyi niyetli de olsa “sizi ben bir pamuk kutuda besliyorum fazla bir şey yapma, fazla da atılma” demektir teşvik verseniz bile. Müdahaleci anlayışa sahip bir yerin, bir partinin ilk aleti teşvik mekânizması oluyor. Bu, devleti kullanarak müdahale etmektir, iyi, kötü o başka ama müdahale etmektir. AKP de bunu kullanıyor, çünkü AKP’nin de bu devletçilik boyutu var hâlâ.
Ben de çalışma yaptım, Türkiye’de geçmişte teşvikle ulaşılmış, başarılmış hiçbir hedef yok, teşvikle konusunda söylenenler, yapılanlardan sonuç çıkmıyor. Teşvik yapılamaz mı? Yapılır, başka türlü yapılır ama belki o teşviki yapabilecek mekanizma içinde devletin rolü çok farklı olur. Mesela adam doldurduğunuz devlet değil de, konusu açısından çok üstün, yetenekli bürokratların olduğu daha dar gibi görünen ama etki alanı çok daha fazla olan bir devlet olabilir. Bir örnek, Amerika’nın araştırma harcamalarını dağıtması, harika dağıtıyor demiyorum ama birçoğundan daha iyi dağıtabiliyor. Böyle baktığımız zaman da galiba oturup Türkiye’de hangi konumda bir siyasi örgütlenme daha etkin olur sorusunu sormamız lazım. O yüzden de belki referans noktası olarak CHP’yi filan almamak, doğrudan AKP’yi almak daha iyi. AKP neyi, ne kadar başardı, niye başaramadı, nerede sorun var? Onu da bir kaç boyut üzerinde yaydığınız zaman nelerin yapılabileceği ortaya çıkar. Bütün bunlar yapılırken de yalnız bir şeyi hesaba katmak lazım, Türkiye küreselleşen bir dünyada yerini bulmaya çalışıyor, pek de iyi beceremiyor. Bu arada AKP’nin bir avantajı oldu, o avantajı da israf yolunda kullandı bir anlamda; dünya konjonktürünün istisnai iyi olduğu bir dönemde iktidardaydı. Dolayısıyla dünyadan gelebilecek olumsuz sorunlar karşısında nasıl tavır alabileceğini, nasıl koruyabileceğini henüz yaşamadı, bu sene yaşayacak. Galiba dağınıklığının nedeni de o.
Bülend Özaydınlı:
Deminden beri birbirinden çok değerli sosyal demokrat söylemleri dinliyoruz, bunların her birisine tabii çözümleriyle birlikte katılmamak mümkün değil. Yalnız bir husus var, o hususa biraz gerçekçi gözle bakmak lazım, bu söylemlerin vücut bulabilmesi için, şekillenebilmesi için bir vadeye ihtiyaç var. Bu vade de ne yazık ki kısa vade değil, uzun vadeli bir sürece gereksinme var.
Altyapıya baktığımız zaman hepimizin daha da iyileştirilmesini arzu ettiğimiz demokratik bir platform var. Demokratik platformların da en önemli oyuncuları seçmenler. Seçmenler bizler de dahil olmak üzere genellikle kısa vadeli siyasi rüşvetlere açık olurlar ve beklentiler kısa dönemde olur. Kısa dönemde olduğu için de iktidarlar bu kısa dönemli söylemleriyle iktidar olurlar diye düşünüyorum. Bizim seçmenimizin önemli özelliklerinden bir tanesinde demin de dile getirildiği gibi eğitim düzeyinin düşük olması. Böyle bir demokratik platformda biz bu uzun vadeli düşünceleri, sosyal demokrat söylemleri iktidara getirecek bir yapılaşma ihtiyacı içindeyiz. Bu nasıl olacak? Bana göre herşey bir kenara bırakıp bunun nasıl olacağı üzerinde kafa yormak lazım, bu formülü bulabilmek lazım. Bu çok zor bir formül değildir, ben o görüşte değilim, şu anda iktidarda olan parti bunu çözmüş ki iktidarda ve oylarını da arttırarak belli bir noktaya gitmekte. Ve de kendi düşüncelerini, zaman zaman gizli ajanda denilen söylemleri de demin ifade etmeye çalıştığım gibi uzun vadeli bir süreç içinde gerçekleştirmekte bayağı kararlı adımlar atıyor ve başarılı da oluyor. Ben bu ikileme öncelikle nasıl bir çözüm yolu bulunabilir, bu ikilem nasıl çözülebilir? Bu tür toplantılarda bu konulara da ağırlık verilmesinin, görüş üretilmesinin yararlı olacağı görüşündeyim.
Tartışmaya Katılanlar
Fatmagül Berktay
Faruk Eczacıbaşı
Volkan Vural
Erol Katırcıoğlu
Fuat Keyman
Üstün Ergüder
Umut Oran
Derya Sazak
Süleyman Çelebi
Burhan Şenatalar
Kemal Kılıç
Necati Özkan
Hasan Ersel
Bülend Özaydınlı
Fatmagül Berktay:
Ben doğrudan aklıma takılan bir meseleye, son söylediğin şeyle girmek istiyorum; bu yeni orta sınıf meselesi. Bu yeni orta sınıf meselesi bence çok problemli bir durum Türkiye’de. Yani dediğin şeylere tabii ki katılıyorum, bir motor olma niteliğine elbette katılıyorum ama Türkiye’de bu anlattığın ya da çizdiğin tablo, çağdaş yaşam tarzını benimseyen, liberal değerlere sahip olan, hem hizmet sektöründe hem de enformasyon sektöründe, vs. olan bir kesim var gerçekten ama yeni orta sınıf bence, hatta büyük ölçüde artık bundan ibaret değil. Bu Kayseri’deki insanlar, Anadolu Kaplanları denenler, yani eskiden çevrede olup artık merkeze gelen ve kültür çatışması derinleşen bir kesim var. Bu kültür çatışması her zaman vardı ama şimdi daha çok görünürlük kazandı, biz bunu unuttuk. Eğer biz bunu tahlilimizde unutursak bu çok büyük bir boşluk olur çünkü bu insanlar kendi kültür değerlerini yaratıyorlar, yani kendi mahallerini yaratıyorlar, Ayşe Sahtanbel’in şeyini hatırlarsın, İslama uygun yaşıyorlar, ona göre denize giriyorlar, otelleri var, eğlence mekânları var, vs. Yani tam bir ikili kültür yaşıyoruz Türkiye’de ve bu bizi alıyor getiriyor en başta söylediğin, tek merkezli olmamak, laik ve din ya da laikçilik veya başka karşıtla bir anlamda geri getiriyor maalesef, böylece bir kısır döngü yaratıyor. Biz buradan nasıl çıkacağız? Benim kafamı kurcalayan esas sorun bu.
Faruk Eczacıbaşı:
Hocam, ben de sizin en son yaklaşımınızdan hareket edeceğim; Richard Florida’dan örnek verdiniz. Richard Florida “3 T” diyor, “technology”, “talent”, “tolerans”: Teknoloji, yetenek, hoşgörü. San Francisco’yu örnek olarak veriyordu öncelikle, tolerans olduğu için dünyanın her tarafından insanların gelip oturduğu. Bir de üzerine iyi üniversitelerle birlikte gidildiği takdirde bir devrim yaratıyor. Teknolojiyi yaratabiliyorsunuz, yetenek ortaya çıkabildiği ölçüde var, çıkıyordur da büyük bir ihtimalle ama iş gelip dolaşıp toleransa dayanıyor. Bugün düştüğümüz durumun da zaten aslında toleranssızlıktan kaynaklandığını düşünüyorum kendi payıma. Bu bir etki-tepki sonucu oldu, bugün iki taraf birbirine kesinlikle çok toleranssız davranıyor. Belki de odak noktalarından biri bu. Toleranssızların sayısı belki de toplumun yüzde 98’ini oluşturuyor, yani bütün oyları falan toparlarsanız. Bu toleranssızlığın üstesinden nasıl gelinir? Topluma bu tolerans kültürünü nasıl aşılayacaksınız? İstanbul’da nispeten daha kolay belki ama 10 kilometre öteye çıktığınız zaman görüntü çok daha farklılaşmaya başlıyor.
Volkan Vural:
Ben Sencer Bey’e çok teşekkür ediyorum, çok kapsamlı bir sunuş yaptı, size de teşekkür ediyorum davet ettiğiniz için. Bu tartışmanın odak noktasında CHP veya DSP gibi sosyal demokrat parti olarak adlandırılan partiler varsa galiba biz yanlış yapıyoruz. Çünkü Türkiye paradoksal olarak bir sosyal demokrat hareket yok. Tarihsel olarak baktığınız zaman sosyal hareket ajandayı Türkiye’de sağ partiler daha çok üstlenmiş durumda. Yani bireysel özgürlükler, devlet-birey ilişkisinin tanzimi, vs. normal sosyal demokrat ajandada olması gereken konular daha çok Türkiye’de sağ partilerin gündeminde yer almış. Partileri bir kenara bırakırsak sanıyorum bir sosyal demokrat oluşumda veya Türkiye’de bir siyasi hareketin temel noktasında eğer üretim ve istihdam yoksa o hareketin başarılı olması mümkün görünmüyor. Sanıyorum ki daha ideolojik temelde devlet kurgusunu incelemeyen, ona bir bakış açısı getirmeyen, Türkiye’nin ulus devlet kimliğini veya niteliğini sorgulamayan bir siyasi oluşumun da başarı şansını çok zor görüyorum çünkü bütün bunlar sorunlu alanlar. Eğer siz ulusal bir söylemle çözümlemeye kalkarsanız o zaman bu sosyal demokrat tanımdan çok başka bir kategoriye girmiş olursunuz. Sosyal demokrat hareketin veya ona benzer bir oluşumun başarısı açısından da ben şu 4-5 ana temanın çok geçerli olduğunu ve bu alanlarda bir çıkış noktası bulunabileceğine inanıyorum. Türkiye’deki sınıfsal bakış açısını da doğrusu çok karmaşık buluyorum, yani burada Batı’daki gibi sınıfların oluşumunun olmadığını görüyorum.
Birincisi, daha önce söylediğim gibi sosyal demokrat hareketin başarısı için her şeyden önce Türk halkının açlığını hissettiği üretime ve işsizliğe çözüm getiren bir parti olması lazım. Hem kayıt dışının belge altına alınması hem de vergi oranları açısından vergi politikalarının çok önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum. Devletten ayrılıp özel sektörde çalıştığım için iş dünyasının sosyal demokrat hareketlere uzak bakmasının temel nedenlerinden biri vergi politikaları bana göre. Bu vergilerin arttırılmasından hep şikayet ediliyor, Türkiye’de vergileri azaltacak bir sosyal demokrat harekete ihtiyaç var. Bunun yanı sıra eğitim, sağlık, bölgeler arası dengesizlik, adalet unsurları çok önemli, süratli ve etkin bir adalet sisteminin çok önem taşıdığını düşünüyorum.
Bir de bu partilerin, bu oluşumun gençliğe umut vermesi lazım. Türk halkı aslında bütün gelenekselliği içinde aynı zamanda yeniliklere de çok açık olan bir toplum, bunu Özal zamanında gördük, yaşadık. Dolayısıyla gençliğe umut verecek bir şeyler olması lazım.
Dış politika açısından bugünkü dünya koşullarını dikkate alan, globalleşmeyi reddetmeyen, yani antiemperyalist sloganlarla değil globalleşmenin gereklerini yerine getirebilecek ama bunu adaletli bir şekilde yerine getirebilecek bir siyasi hareket. AB ilişkilerine nasıl baktığının çok açık ortaya konması lazım. Bugün dünyada Türkiye’nin konumuna, Ortadoğu’daki konumuna bakılması lazım. Türkiye’nin çok ciddi olan 2-3 sorunu var, başta Kıbrıs, Ermeni meselesi, soykırım iddiası, tabii en başta da Kürt sorunu, bunların hepsi zaman zaman gündeme geliyor ve Türkiye’yi zorlayan konular. Bütün bunlarda bir politikasının olması gerekir ki onun toplum tarafından benimsenme imkânı daha fazla ortaya çıksın. Yoksa bazı kısımlarda genetik olarak devletçi, ulusalcı bir yaklaşım, diğer yandan sosyal eşitlikçi bir yaklaşımın çok fazla getirisi olduğunu düşünmüyorum.
Erol Katırcıoğlu:
Ben de Sencer’in konuşmasıyla ilgili olarak bir kaç noktanın biraz daha tartışılması gerektiğini düşünüyorum, onları kısa da olsa açmak isterim. Bir tanesi, Sencer sosyal demokrasinin bir anlamda klâsik tanımından giderek bir sınıf çatışması ve uzlaşması üzerinden böyle bir tanımı olduğunu söyledi. Ben bu tanımın günümüzde Türkiye’de de çok aşılmış olduğu kanaatinde değilim, Türkiye’de bugün sosyal demokrasi genellikle emekçileri konu eden bir siyasi pozisyonu oluşturuyor. Bir de genellikle engelliler diye söylenen kesimleri oluşturuyor belki. Fakat öyle sanıyorum ki sosyal demokrasi bundan daha fazlası olması lazım diye düşünüyorum. Sosyal demokrasinin teorik tahlilini yapmaya gerek olmadan ya da öyle artı değer, vs.ye girmeden ahlaki pozisyonlarından giderek bir şey söylemek mümkündür. Sosyal demokrasi esas itibariyle kapitalizm mağduru olarak ortaya çıkmış olan iki sınıfın ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır, o nedenle işçi sınıfının ideolojisi olarak bilinen bir siyasi pozisyondur. Fakat bizim bugün bu tartışmaları yapmamıza neden olan koşullar, yani küreselleşen dünyanın koşulları bizim bu mağdur meselesine yeniden bakmamızı gerektirir. Sencer’in de değindiği gibi küresel dünyada kimliklerden dolayı mağduriyet var ve bu mağduriyetler toplumu belki de geleneksel olarak bildiğimiz sınıf çatışmasından çok daha önemli çatışmaları da içinde taşıyor. Yani çok basit olarak söyleyecek olursam, yoksulla aç olmanın duygusuyla Kürt olmanın duygusu arasında bir karşılaştırma yaptığımızda hangisinin daha önemli olduğunu söylemek çok zor. Sosyal demokrasinin, ki bunu sadece Türkiye bağlamında söylemiyorum, genel olarak da bu şekilde yorumlanması ve sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Bugünün sosyal demokrasisi küreselleşen kapitalizmin koşulları altındaki tüm mağdurların taleplerini taşıyan, onları içeren bir pozisyon olmalıdır. O nedenle de daha geniş kapsanması, kavranması gerekir. Tabii bu sözler de çok tartışılabilir bir yere getiriyor bizi, bugünkü siyasette bunun ne anlama geldiği ayrı bir tartışma konusu olabilir, onun için daha fazla oraya girmek istemiyorum.
İkincisi, Sencer’in sosyal refah devleti, ki sosyal demokrasinin en önemli ayırt edicilerinden bir tanesidir ama benim görebildiğim kadarıyla küresel dünyanın ulaşmış olduğu düzeyde sosyal refah devletini taşımak artık mümkün değildir. Ya da nasıl mümkün kılabiliriz aynı fonksiyonu diye bir soru var etrafta. Bununla ilgili olarak bir kaç şey söyleyebilirim, bir tanesi, küreselleşme özel iki mesele getiriyor bizim önümüze, bunlardan bir tanesi ulus devletlerinde dış dinamiğin iç dinamiği belirler hale getirmesi. Sermayenin uluslararasılaşmasıyla birlikte ulus devletler aslında iç dinamiklerini kendileri kontrol edebilir olmaktan çıkıyorlar veya en azından bu güçleri zayıflıyor bir bakıma. Dolayısıyla de ülkede uygulayacak oldukları sosyal refah politikalarının gerekli kaynaklarını büyük ölçüde dışa bağımlı bir ilişki içinde ancak kotarabilir hale geliyorlar. Bu bence önemli. Bir de çağımızda üretim teknolojilerinin gelişmesinden dolayı şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz, ekonomi büyüyor ama istihdam büyümüyor. Bir anlamda ekonomi istihdam sorunu yaratarak büyüyor, sosyal demokrat siyasetlerin bence günümüzde böyle bir sorunu var. Sosyal ülke sosyal dengesizlikleri, eşitsizlikleri, adaletsizlikleri gidermeye yönelik davranırken en önemli meselelerden bir tanesinde, yani benim görebildiğim kadarıyla istihdam meselesinde oldukça yeteneksiz hale gelmiş durumda, belki öyle söylemek daha doğru olur. Sonuç olarak sosyal demokrat olmak demek zaten sosyal adaleti, eşitliği ve özgürlükleri savunan bir yönetim sahibi olmak demek. Belki o zaman şöyle bir soruyu sormak gerekiyor, peki bu nasıl sağlanacak, bu vizyonun kaynağı nereden bulunacak? Bu Sencer’in de söylediği gibi dış sermaye bağlantısının ötesinde tabii ki genel olarak vergilerle karşılanıyordu. Fakat emin olun Volkan Bey’in de söylediği gibi vergileri kullanma şansımız çok fazla yok artık, çünkü vergiyi arttırdığınızda sermaye çok rahatlıkla yurtdışına kaçabiliyor. Dolayısıyla vergilerden elde ettiğiniz gelirle sosyal refah ve sosyal politikalar uygulama şansınız azalıyor. Kayıt dışılıkla ilgili olarak bir ufak not daha söyleyeceğim, kayıt dışılık bir neden değil bir sonuçtur, kayıt dışılıkla küreselleşen dünyada artan rekabet sebebiyle firmaları kaçınılmaz olarak kayıt dışına itiyor; bu Amerika’da da böyle Türkiye’de de böyle. Bizde problem olması oranı yüzde 50’ye varmış durumda, yoksa bugün bütün dünya ülkelerinde küreselleşmenin sonucu olarak ortaya çıktı, yüzde 3-5-10 her neyse ama yüzde 50’ye varmamıştır ama bizim gibi ülkelerde varmıştır. Dolayısıyla da burada kayıt dışılığı ve vergi ilişkisini konuşurken aslında bence şöyle bir yerden bakmak lazım, eğer ekonominiz tekelci bir ekonomiyse, ekonominizde Fatmagül’ün de söylediği o orta sınıf olabilecek olan veya Anadolu sermayesi olarak nitelediğimiz küçük orta sanayinin ihtiyacı olan finans kaynaklarını sağlayamıyorsa ya da başka biçimde söyleyecek olursam, yatırım için yaratılan fonları eğer sadece ve sadece büyük sermaye kullanabiliyorsa o zaman kayıt dışılık normal bir durumdur, aslında kayıt dışılık doğru bir durumdur bir tarafıyla bakarsak. Dolayısıyla da kayıt dışının ortadan kalkmasının mekanizması vergiler olmak durumunda değildir diye düşünüyorum. Ekonominin bu söylemeye çalıştığım tekelleşmiş ve bir anlamda finans kesiminin de içinde olduğu holding türü örgütlenme olmasının önemli bir nedeni olduğunu düşünüyorum. O yüzden de bütün bu mekanizmayı değiştirmek lazım ki kayıt dışılık giderilsin ve vergi imkânları biraz olsun sosyal politikalar için kullanılabilir olsun.
Fuat Keyman:
Ben de Sencer Ayata’ya teşekkür ederek başlamak istiyorum, hakikaten çok kapsamlı bir sunuştu, büyük oranda da katıldığım bir sunuş. Çalışmalarım içinde belli yerlerini de kullanıyorum sivil toplumu, orta sınıf, yaratıcı orta sınıf.
Fakat sizi biraz daha konuşturmak için, belki biraz da ayrışma noktalarım olduğu için üç noktanın altını çizmek istiyorum. Gerçi bunlardan iki tanesi Faruk Eczacıbaşı, Fatmagül ve Volkan bey tarafından söylendi; Richard Florida’nın çalışmaları benim de ilgimi çekmeye başladıktan ve okumaya başladıktan sonra bu yaratıcı orta sınıf üzerinde bu ‘3 T’ olayı, yani teknoloji, yetenek ve buradan bir toleransı yaratmak konusu üzerine düşünmeye başladım. Faruk’un da söylediği gibi o soru ortaya çıktı, yani teknolojiden yetenekler yaratarak buradaki gelişmenin o mekânda toleransı yaratacağı fikri. Bu, Türkiye bağlamında baktığımız zaman, başka alanlarda baktığımız zaman biraz indirgemeci ya da biraz çok hızlı giden bir fikir. O yüzden de bu toleransın üzerinde durmak lazım. Bir ara düşüncem toleranstan geriye doğru gitmekti veya bunları farklı şekilde düşünmek çünkü Türkiye’de, Gebze’de daha yeni bir sınır ötesi sanatçı öldürüldü. Türkiye’de bu son dönemlerde bu hoşgörüsüzlük, yaşanan toleranssızlık, o yüzden de bu toleransı biraz düşünmemiz lazım. Bu sizin sunuşunuzda biraz es geçilmiş bir konu, bu da Volkan Bey’in söylediği gibi demokratikleşmeyle ilgili. Yani bütün bu sizin anlattıklarınızın sonunda bir ekonomik büyüme olabilir, bu ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği de sağlanabilir, fakat bu demokratikleşmeye, toleransa veya birlikte var olmaya yol açmayabilir.
O yüzden bizim bu demokratikleşme üzerinde daha özgün şekilde durmamız gerekiyor.
Sivil toplumu düşünürken, yaratıcı orta sınıfı düşünürken ve yeni orta sınıfı düşünürken bu konuyu demokratikleşmenin derinleşmesi içinde de düşünmemiz gerekiyor. Bu anlamda belki yanlış okuma olabilir ama sizin söylediklerinizi yaptıktan sonra buraya gitmek yerine eşzamanlı bir demokratikleşme perspektifi yapmak lazım. Burada da iki tane alanın çok önemli olduğunu düşünüyorum, bunlardan bir tanesi AB süreci, burada sosyal demokratik bir hareket AB’nin şu anki işleyişine eleştirel olabilir ama AB perspektifini her zaman tutmak durumundadır. Çünkü ekonomik anlamda yapılan, örneğin demokratik sermaye temelinde yapılan araştırmalar da gösteriyor ki Türkiye’nin demokratik sermayesinin, demokratik istikrarının yükseldiği dönemlerde esasında tolerans da yükseliyor. Kurumsal anlamda bizim bu demokrasi olayına, demokrasinin yerleşikleşme olayına ciddi eğilmemiz gerekiyor. Bunu yaparken ikinci alan da bu sivil toplum olayını demokratikleşme beraberinde düşünmemiz gerekiyor. Yani bir tarafta ülke içinde demokratikleşme yaparken diğer tarafta da AB perspektifini korumak gerekiyor. Bu demokratikleşme alanını nasıl düşüneceğiz? Böyle bir sonuçla bitirebilirsiniz diye düşünüyordum, orada bir devrimcilik eksikliği olabilir, ben sizden bir adım öteye gidip biraz daha devrimci olayım.
Şunu söyleyebiliriz, Türkiye’de yaşanan yoksullukla ilgili, işsizlikle ilgili sorunlarla mücadelede artık ulus devlet ağırlıklı, ulus devlet endeksli çözümler iflas etmiştir. Biz bunu ulus devlet temelinde giderek bunu yapamayız. Fakat bu, küreselleşmeye adapte olmak demek değildir, ulus devlet paradigmasını yeniden düşünmek küreselleşmeye adapte olmak, neoliberal olmak filan demek değildir. İkincisi, bunu biz sosyal demokrasinin eskiden güçlü olduğu ve şu anda bıraktığı merkezi yönetim, yerel yönetim ilişkileri temelinde de yapamayız. Yani çok düşünülen kamu yönetimi reformuyla da yapamayız, yerel yönetim reformlarıyla da yapamayız. Üçüncüsü, biz bunu sizin farklı konuşmalarınızda altını çizdiğiniz gibi, AKP hükümeti döneminde gördüğümüz hayırseverlik, devlet eliyle olayı götürme şeklinde de yapamayız. Bu anlamda AKP’nin muhafazakâr demokratlığı da uzun dönemde buna bir çözüm değildir. Burada bizim devrimci olmamız gerekiyor, vizyoner olmamız gerekiyor. ‘Bu kadar laftan sonra bu devrimcilik değildir’ diyebilirsiniz ama burada şehir temelli olmamız gerekiyor, siz o şehri anlatırken ben oradan gitmemiz gerekiyor diye düşündüm. Türkiye’nin kalkınma temelinde küresel-yerel eklemlenmesini şehir temelinde yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’nin bugününe ve yarınına bakışımızda hem ekonomik büyümeden sürdürülebilir ekonomik kalkınmaya geçiş, hem de ekonomik büyümeyle yoksulluğa, işsizliğe karşı, yani istihdam sorununu düşünürken bizim odak noktamızda şehir olması lazım.
Şehir olurken, ki burada sosyal demokrasi bence AKP’den ve diğer sağ partilerden çok daha ileri olmak durumundadır, şehir olduğu zaman da şehirlere de tek bakmamamız gerekiyor. Şehirlere de onların farklılaşmaları içinde bakmamız gerekiyor, sosyal demokratik vizyon Türkiye’ye baktığı zaman, şehirlerin kendi içindeki farklılıklarını iyi okumak durumunda. Bu da şu demektir, mesela siz Kayseri’yi örnek verdiniz, Kayseri’de sanayi bölgesi üzerine sanayi bölgesi, sanayi bölgesi üzerine sanayi bölgesi kuruluyor ama öbür taraftan içki içilmiyor, vs. Aynı zamanda bir İslamik Calvinizm tartışması da yapıyoruz. Bırakalım belki Kayseri öyle büyüsün ama aynı zamanda İzmir var; 1980’lerden bugüne kadar gelmiş, her zaman varolan iktidarların dışında gelişmiş, 5 tane üniversitesi olan bir şehir. Eğer mesela ARGE’yi önemsiyorsak belki tam da Richard Florida’nın söylediği gibi İzmir havzasına ARGE ağırlıklı bir teknolojik gelişmeyle ve ekonomik kalkınmayla gidelim. Kayseri havzasına sanayileşme temelinde bir ARGE’yle gidelim. Güneydoğu havzasına işsizliğe karşı mücadele, GAP projeleriyle gidelim. O yüzden de varolan sosyal demokrat iktidar, küresel-yerel eklemlenmesinde ulus devletin gerisine gittiği zaman şehirleri de farklılaşmış görmek durumunda. Bugün karşımızda statik, az gelişmiş bir Anadolu yok, farklılaşmış bir Anadolu var fakat o farklılaşmayı iyi okuyalım. Kayseri’ye ağırlık verirken İzmir’i harcamayalım, Konya’ya ağırlık verirken Eskişehir’i harcamayalım, Adıyaman’a gidelim orada da bir şey yapalım. Adıyaman’da başarı varsa bu başarıyı Mardin’e de götürelim. Bunların hepsi bence farklılaşmış bir sanayi politikasıyla, farklılaşmış bir vergi politikasıyla ve farklılaşmış bir asgari ücret politikasıyla olabilir. O yüzden Erol’dan biraz ayrılabilirim burada. Dışa giden sermaye ülke içinde bu şekilde yapılabilir ve bu anlamda sosyal demokrasi emek-sermaye uzlaşmasını farklılaşmış şehir politikası, şehir kalkınması temelinde yapabilir. O yüzden de devrimciliğim burada, yani sizin o şehirden sonra buraya doğru gidebileceğinizi düşünmüştüm, Eskişehir, Kayseri, İzmir, Adıyamanlılar arasında nasıl bir Türkiye çıkartabiliriz?
Üçüncüsü de, bu Maslow’un piramidinde -burada da sizden bir kademe ileriye gidebilirim veya oradaki düşüncelerinizi öğreneyim- olayı ters çevirdiğimiz zaman ve Tarhan Erdem Bey’in ara ara yazdığı gibi, bugün AKP’nin kapatılma davasından konuşuyoruz, laik rejimle ilgili şeylerden konuşuyoruz, Kürt sorunundan konuşuyoruz. 2012-2013 yılında Türkiye’de su olmazsa eğer bunlar ne anlama gelecektir? Eğer Türkiye’de 2012-2013 yılında oksijen olmaz ise laik rejimi tartışmak ne anlama gelecektir? O anlamda bence burada temel ihtiyaçlar üzerinde sosyal demokratik politikanın yeniden düşünülmesi diye bir ihtiyaç var. Bu temel ihtiyaçları düşünelim, orada Erol’la bir konuda hemfikirim, o yüzden de çevreyi, küresel ısınmaya karşı mücadeleyi tepeye koymadığımız zaman, bunun yanına yine bir temel ihtiyaç olarak üretimin iki alanı yoksulluk ve emek olayını koymadığımız zaman ve buraya da kimlik olayını koymadığımız zaman, yani bu üçüne sosyal demokrat bir hareket vizyon temelinde bir yanıt veremez ise bana göre, yani Maslow piramidinin ilk temel güdülerine yanıt veremez ise ne olacak? 2012 yılında su ne olacaktır, mesela siz Ankara’da yaşıyorsunuz, geçen sene olmadığı zaman ne rejim tartışması oldu ne başka bir şey, herkes su konusunda Melih Gökçek’e yüklendi. O yüzden de bu konuda temelle ilgili bir şey söylememiz gerekiyor. Bu, ilginç bir şekilde sosyal demokratların yumuşak karınlarında oluşuyor, Ömer Madra’yı çok seviyorlar, dinliyorlar, evet çevre diyorlar fakat politika geldiği zaman sizin savınızda da çevreyle ilgili, küresel ısınmayla ilgili hiçbir şey yoktu. Eğer su yoksa Türkiye’de, oksijen yoksa ve kuraklık varsa bütün söylediklerinizin hepsi boşa gidebilir. Eğer kimlikle ilgili bir şey söyleyemiyorsak bütün söyledikleriniz boşa gidebilir. Çünkü kimlikle ilgilenen bir politikacı bugün otonomiden bahsediyor, federalizmden bahsediyor, siz bunların söylerken bugün başka bir şey olabilir. O yüzden de temelde ben bunu üçlü görüyorum, yani yoksulluk ve emekle ilgili mücadeleler, çevre ve küresel ısınma ve kimlikle ilgili mücadeleler. Bu üçünü yan yana koyduğumuz zaman esasında ikincisi çözüm de olabiliyor diye düşünüyorum, yani şehirlerdeki transformasyon ile oralarda oluşacak demokratikleşme hareketleri, kültürel hareketler, kimliğe karşı mücadeleler, çevre ve küresel ısınmaya karşı mücadelenin bir agrigate’inden farklı bir Türkiye’yi çıkartabiliriz ki burada bence sosyal demokrasi, merkez sağ ve muhafazakar demokrat partilerden ayrışıyor gibi geliyor.
Üstün Ergüder:
Sencer Bey’e çok teşekkür ederim, çünkü gayet kapsamlı bir analiz yaptı, fakat ben kısa tutmaya, akademisyen gibi düşünmemeye çalışarak bir vatandaş gibi düşünmeye çalışacağım. Tük siyasi hayatında çok büyük ve ciddi bir boşluk var, burada muhalefette önemli bir boşluk var. Böyle bir boşluk olunca da Türkiye’de siyaset parlamento dışına taşıyor, başka muhalefet yolları devreye giriyor. O boşluğun muhakkak doldurulması lazım. Bu boşluk nasıl doldurulur dediğimiz zaman sizin yaptığınız takdimde çok güzel tespitler görüyorum ama bunları çok daha basitleştirip halkın anlayacağı bir hale getirebilmek lazım.
Bir kere projesizlikten yakınmamız gerekir gibi geliyor bana. Bir hareketin muayyen konularda projeleri olması lazım. Bunlar söylendi; çevre olsun, eşitlik olsun, eğitim olsun proje üretmek lazım. O projeleri kutu dışında düşünüp, yani Amerikalıların “thinking out of the box” dediği, Türkiye’de biz maalesef böyle bir oda içinde düşünüyoruz, birileri gündem hazırlıyor, o gündemleri itişip kakışıp duvarlara çarpıp telef oluyoruz gibi geliyor bana. Bunun dışında düşünmek, yenilikçi düşünmek lazım, olaya iyi tespitlerle gelmek ve projeler üretmek lazım.
Burada başka ne olabilir? Ben çok genel başlıklar üzerinde duruyorum, diğer arkadaşların söyledikleri her şeye katılıyorum aslında, özellikle Fuat’ın. Bir de yaklaşım meselesi var, Türk siyasi sistemi ve kültürümüz pek insana dayalı değil oysa insana hürmet eden, insanına güvenen bir yaklaşım şart. Herhangi bir siyasi hareketin bu şekilde büyük bir başarıya ulaşacağını düşünüyorum. Mesela kısaca örnek olarak bizim yaptığımız bir projeden bahsedeyim, bu proje 5 senedir uygulanıyor ‘eğitimde iyi örnekler konferansı’. Biz hiçbir şekilde başından beri kardeşim şu şöyle yapılır, böyle yapılır, eleştirel düşünce böyle olur filan gibi böyle bir yaklaşımla hiçbir zaman yola çıkmadık. Öğretmenlerimiz ve akademisyenlerimiz, üniversitelerdeki hocalarımız eğitimde, bunların hepsi, bir kısmı özellikle öğretmenlerimiz Anadolu’da siperlerde savaşıyorlar ve projeler üretiyorlar bütün sıkıntılara rağmen. Yaklaşımımız şuydu, gelin bu projeleri paylaşın ey öğretim üyelerimiz, hocalardan siperlerde ne oluyor öğrenin! Burada diğer arkadaşlarımız ne yapıyor, üniversitelerde insanlar ne düşünüyor? Gelin bunlardan beraber öğrenelim, beraber yücelelim. Ayrıca eğitimde iyi örnekleri İstanbul’daki özel okullarla sınırlayıp yapmanız gayet güzel ve kolay, güzel şeyler de çıkar fakat bunu Anadolu’ya yaymak işin eşitlikçi tarafı ve tabii beraber öğrenmek. Yani orada zor şartlar altında iş yapan insanların gelip burada onları sunmaları, kendilerine muazzam bir güven de veriyor. Ben burada bir yaklaşımdan bahsediyorum. İlk toplantı için 200 kişi dedik 400 geldi, ikincisinde 400 dedik 600 geldi, en sonuncusu geçen hafta yapıldı 1500 öğretmene kadar çıktı. Buna milli eğitim bakanlığı da dönüp bir sivil toplum-devlet işbirliği çerçevesinde bakmayı öğrenmeye başladı. Cidden beni çok mutlu eden bir deneydir ama insanımızın hepsinin muhakkak ki hazinesinde bir şeyler var, bunları paylaşmak lazım, onlara hürmet etmek lazım. Yani insana dayalı politikalar bence son derece önemli, bunu buradan daha başka yönlere doğru götürebilirsiniz. Devletimiz aslında insana önem vermeyen, insana tebaa muamelesi yapan oldukça ceberut bir devlet ve zaman zaman seçtiğimiz iktidarlar da bu sendromun içine düşüyorlar. Bundan ayrılabilmek lazım, bugün ben siyasette bakıyorum birisi bir şey söylüyor öbürü onun muhakkak tersini söylemesi lazım, hiç önemli değil. Bugün sizin takdiminizde gördüğüm en önemli şey, AKP’nin niye başarılı olduğunu biz doğru dürüst analiz yapamadığımız. Bugün Türkiye öyle bir ortama geldi ki, “sağlık politikaları, eğitim politikaları, vs. iyidir” dediğiniz zaman “sen ne taraftansın?” diyorlar. Yahu ben hayatımda camiye gitmemiş adamım, ne taraftan olayım? Ama burada anlamaya çalışıyorum, adamlar bir yere gidiyorsa, seçim kazanıyorsa bir şekilde gidiyor. Burada her başarı başarısızlığın da tohumunu atmıştır muhakkak, o da var. Bunları çok iyi analiz edebilmek lazım, önümüze koyabilmek lazım diye düşünüyorum.
Diğer problemimiz, her ne pahasına olursa olsun demokrasiyi pekiştirmek . Hadi diyelim eğitim toleransın bir okulu, mesela benim şahsen eğitim projelerine girmekteki en büyük amacım tolerans meselesidir. Bugün benim kızım eğer Üsküdar Amerikan Lisesi’nde okurken, orada Atatürk’ün bir sözünü yanlış söyleyen öğrenci tokatlandı diye eğitim sistemimizden nefret etmişse orada bir sorun var demektir, çok önemli bir sorun var demektir. Biz toleransı eğitim sistemimizde öğretemiyoruz, o başka bir hikâye, onu hedef olarak koymak lazım ama bence toleransın diğer mektebi pekiştirmedir, diyalogdur, konuşabilmektir, ötekini anlayabilmektir. Ötekini anlayabilmenin de tek yolu demokrasinin pekiştirilmesidir. Bugün benim en büyük eleştirim bugünkü ortamda bu siyasi parti kapatma meselesinde muhalefetin tutumu, bu yanlıştır. Hiçbir şey kaybettirmez bilakis kazandırır, bugün demokratik değerler üzerinde birleşirse siyasi aset olarak diye düşünüyorum. Artık düşünmeyi geçti bu ve tamamen yanlış bir politikadır, bence getirisi çok büyük olacak bir yaklaşımdır muhalefet açısından ama böyle bir uzlaşı, böyle bir şey göremiyorum. Bu eğitici de olur aynı zamanda. Bence çok çarpıcı projeler düşünüp Türkiye’de gündem yaratması lazım.
Bir siyasi hareketin, bir de devletin rolünü bizim tekrar düşünmemiz lazım. Bugün her iktidara gelen devletin esiri oluyor, aslında eleştirenler de onun esiri oluyor. Bakın ben size yüksek öğretimden bir örnek vereyim, bugün hepimiz YÖK sistemini eleştiriyoruz, bazen televizyon programlarında arkadaşlarla tartıştığımız oluyor, deniyor ki “iktidar geldi üniversitelere kadro vermedi”. Niye kadro versin ki devlet? Mesela şunu diyemiyoruz sivil üniversite, öğretim üyeleri memur olmasın, üniversitelerle kontratlı çalışsın, üniversitelere daha özerk bir yapı getirelim. Mesela bu özerk yapının çok önemli yönlerinden biri de devlet memuru olmamasıdır ama biz bunu tartışamıyoruz, o kadar esiri olduk ki, iktidarlar da esiri oldu, yani kabul edilmiş bir paradigmanın, kutunun içindeyiz hep. 82 anayasası da bunun çok önemli bir parçası, biz onun da esiri halindeyiz, bunları sorgulamıyoruz hiçbir zaman. Ben bu konularda doluyum, keseceğim, sonra tekrar konuşuruz.
Umut Oran:
Ben de teşekkür ediyorum, son derece aydınlatıcı bir sunumdu ve güzel de bir tartışma ortamı yarattı. Ben de sosyal demokrasi ekseninde bir çelişkiden söz etmek istiyorum ve o sorunun da cevabını mümkünse sizden almak istiyorum.
Sosyal demokrasinin temelinde eşitlik ekseni var fakat Türkiye’ye baktığımız zaman, ben de yaklaşık 96’dan beri özellikle Anadolu’da, Doğu Anadolu’da, Güneydoğu Anadolu’da ekonomik kalkınma, göç sorunu, terör sorunu, kadının istihdama katılımı, özellikle genç işsizlerin mesleki eğitimi konularında sahada bir hayli çalıştığım için şöyle bir tespitim var ama bunu sosyal demokrasi anlayışı içinde eşitlik ekseninde nasıl açıklayabileceğiz? Bir kere şunu kabul etmemiz lazım, 84 yıllık cumhuriyet tarihimizde bir takım hatalar yapılmış ve bu hatalar sonucunda şu anda ülkemizde bölgeler arasında, şehirler arasında çok ciddi bir ekonomik, sosyal ve kültürel farklılıklar var. En basitinden gelir dağılımına baktığımız zaman şu anda hâlâ 500 Dolar’ın altında 10 tane il var, eski, yani şişirilmiş, illüzyonla büyütülmüş kişi başı gelir dağılımı rakamları haricinden bakıyorum, 9300 oldu biliyorsunuz, halbuki 2435’ti bundan 6 yıl evvel kişi başı gelir. Bu çerçeveden baktığımız zaman 7000 Dolar, 5000 Dolar’ın üzerinde iller var. Burada benim gördüğüm kadarıyla bugüne kadarki tek formülle bu sorunu çözemiyoruz, yani tek ortak uygulamayla ekonomik, sosyal ve kültürel eşitliği dengelemeyi sağlayamıyoruz. Devlet olarak sosyal devletin getirdiği yatırımlar, altyapı yatırımları, sosyal devletin getirmekte sorumlu ve zorunlu olduğu şeyleri bir kenara bırakalım, yani sağlıktı, eğitimdi, güvenlikti, yargı, oradaki eşitlik tabii ki olmalı ama oralarda iş-aş yaratılması, ekonomik kalkınmanın sağlanması bugün kamuyla yapılamayacak bir şey, mutlaka özel sektörün oralara çekilmesi ve oralara teşvik edilmesi gerekiyor. Burada da hem doğru, gerçekçi bir tespit yapmamız gerekiyor il bazında veya bölge bazında hem de bunlara yönelik bu ‘smart’ denilen, yani akıllı, spesifik, belirli, ölçülebilir, ulaşılabilir, gerçekçi ve zamana bağlı projeler geliştirmemiz gerekiyor. Bu 12 yıl içinde birçok teşvik politikası içinde bulundum ama son dönem bir şey yakalayabildik, buradan hareketle onu sizinle paylaşmak istiyorum. AKP kendi programında olmamakla beraber biraz da bizlerin önerdiği bir teşvik politikasını Şubat 2004’te yürürlüğe koydu. Son derece yanlış bir teşvik politikasıydı, bizim söylediğimizin tam tersini yaptı ve bugün son derece de başarısız sonuçlar elde edildi. Fakat bu başarısızlık içinde biz GAP bölgesinde, GİDEM’lerle (Girişim Destekleme Merkezleri) bir çalışma başlattık. Başarısızlığın içinde bile doğru uygulamalar takip edildiği takdirde acaba sonuç alınabilir mi diye düşündük. Bu GİDEM’ler çerçevesinde 4 ilde bir çalışma yapıldı; Şanlı Urfa’da organik tarım, Mardin’de gıda, Diyarbakır’da mermer, Adıyaman’da tekstil ve hazır giyim. Siz biraz evvel dediniz ya “4 sektöre öncelik verilsin bir tanesi kazansa yeter” diye. 3 tanesi çok başarılı olmadı, yani ortaya çok şaşırtıcı, çok net bir şey çıkmadı ama onlar da potansiyellerini devam ettirdiler. Fakat Adıyaman’da biz 4 yılda çok çarpıcı sonuçlar aldık. Şöyle ki, bu yanlış teşvik politikası ile o bölgede o 18 ile baktığımız zaman son 4 yılda ortalama 2 yatırımcı çekebildi. Fakat Adıyaman’da biz 3,5 yılda tek sektörde 50 yeni yatırım ve 4650 istihdam sağladık. Bununla da kalınmadı, şu anda Adıyaman sadece Türkiye’de değil belki AB veya OECD çerçevesinde işsizlik oranında en iyi skora sahip illerin başında geliyor. Orada bir kümelenme çalışması yaptık, yani bir “cluster” çalışması yaptık tekstil ve hazır giyim sektöründe. Tabii bunun çok paydaşı oldu, Harvard’dan danışmanlık aldık, devleti temsilen GAP GİDEM yer aldı, KOSGEB katkı sağladı, BM’den fon aldık, AB’den fon aldık ama il buna inandı. İlin yetkilileri, kanaat önderleri, valisi, belediye başkanı, ticaret odası, milletvekilleri, şahsi, siyasi, hissi, ticari, bütün ceketlerini çıkardılar il için bu çalışmanın içerisine girdiler. Biz de sektörün gönüllü önderleri olarak katkı sunduk ve bu sonucu aldık. Bu sonuç başka şeyleri tetikledi; Adıyaman’a gidenler varsa bilir 98’de toz-duman içinde bir şehirdi, hiçbir asfalt yolu yoktu, köy gibiydi, kasaba gibiydi. Bugün son derece modern, bulvarları olan, ışıklandırılmış, gece ayrı güzel gündüz ayrı güzel bir şehir oldu. Yani il burada bir moral buldu, ciddi bir şekilde bir motivasyon kazandı ve şu anda başka bir sektöre odaklandılar, o da turizm.
Geçen sene Nemrut Dağı’nda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası bir konser verdi. Türkiye’deki Avrupa temsilciliklerinden katılanlar oldu, yani büyükelçilere verilen bir konserdi bu. İl şu anda turizmde böyle bir çalışma yapabiliyor. Mesela 98’de gittiğimizde kalacak otel yoktu, oralardaki öğretmen evlerinde veya petrol rafinerilerinin yerinde kalıyorduk. Şu anda en az 3-4 tane 4 yıldızlı otel var, Dedeman ve Hilton da yatırım yapmakta. Burada yapılan “cluster” çalışmaları GAP’ı tetikledi. Tabii bu bir yönetim, organize bir çalışma, oradaki tedarik zincirini planlı bir şekilde, kontrollü bir şekilde genişletiyorsunuz, genişlettikçe orası bir çekim merkezi oluyor, rekabetçi oluyor ve sürdürülebilir bir değer zinciri haline geliyor. Aşağı yukarı 1 senedir yine GAP’la ilgili bir çalışmanın da içindeyim. GAP çok umutsuz bir vaka; 24 yıl boyunca sulamada ve enerjide gelinen noktayı biliyorsunuz, şu anda geçen yılın bütçesinde ayrılan ödenekle de 2050 yılında tamamlanacaktı, fakat bu çalışma orayı da etkiledi. Dünyadan farklı ülkelerden 11 tane “cluster” uzmanı getirildi, ‘GAP rekabet gündemi’ adı altında 3 ay boyunca bir çalışma yapıldı, BM ve başbakanlık kanalıyla da bu açıklandı. 3 tane temel sektöre bir vizyon konuldu ve Başbakan “biz 5 yılda GAP’ı bitireceğiz” dedi. Halbuki bir sene evvel bunun takvimine baktığımızda 2050’yi görüyorduk. Buradan şunu söylemek istiyorum, Türkiye’de tek formülle bir şeyleri aynı anda çözme şansımız yok, bunu sosyal demokrasi anlayışla, eşitlik ekseninde nasıl algılamamız gerekiyor? Bunu ortaya koymamız gerekiyor. Biraz evvel Fuat hocanın söylediği gibi, bunu yaparken vergi muafiyeti dediğimiz teşvik politikaları uygulamamız gerekiyor, belki asgari ücretle ilgili bir takım uygulamalar gerekiyor. Yine bakıyorum, incelediğim zaman asgari ücretle vergi oranında veya ücrette AB’de 27 ülkede sadece 10 ülkede uygulanıyor, Amerika’da her yıl 50 eyalette çalışma birim saat ücretleri geçen yılki performansı, istihdam, enerji ve yatırım oranlarına göre yenilenebiliyor. Buralarda da Fuat hocanın söylediği gibi biraz devrimci hareket etmemiz lazım ki sorunların üzerine gidebilelim. Sonuçta tabii ki sosyal demokraside, ideolojinin temelinde çok önemli değerler olmakla beraber daha çok demokrasi istiyorsak o zaman daha çok iş ve daha çok aş yaratmamız gerekiyor. Bu da bir anlamda sosyal barışı getiriyor, toplumsal refahı, ulusal kalkınmayı ve ekonomik kalkınmayı getiriyor. Demokratikleşme çok önemli, iyi ahlaklı, adaletli yönetim çok önemli, insanî refah, insanî güvenlik çok önemli ama ekonomik kalkınma da şart. Ekonomik kalkınmada bu bölgesel farklılıkları gidermek için böyle bir takım bölgesel farklı uygulamalar yapmamız gerekir diye düşünüyorum. Tabii bunların çözümüne baktığımız zaman, sadece ekonomik kalkınmayı sağlamıyor, kayıt dışını da çözüyorsunuz, aynı zamanda cari açık sorununuzu da çözüyorsunuz çünkü bu bölgelerde rekabet odakları yaratıyorsunuz, istihdam odaklı ihracat hedefli politikalar güderek cari açık, dış ticaret açığını çözüyorsunuz, işsizlik sorununu çözüyorsunuz, kadının işgücüne katılımını sağlıyorsunuz, gençlerin mesleki eğitimine katkı sağlıyorsunuz, aynı zamanda göç ve terör sorunlarını da çözüyorsunuz. Ama benim sorum, bu eksende bunu sosyal demokratik, eşitlik endeksinde nereye ve nasıl oturtacağız?
Derya Sazak:
Ben Sencer Hoca’ya direk bir gazeteci sorusu yöneltmek istiyorum. Bu nitelikli ve değerli çözümlemeleri dinledikten sonra acaba Türkiye’de epey uzun süredir yönetme iddiasından uzak, hep muhalefette kalan bir sol var, bugün bunu CHP temsil ediyor. Epeydir sol iktidarda değil ama bir yandan bir muhalefet boşluğundan da söz ediliyor. Bu salonlarda karşımızda müthiş bir akıl gücü, akademik çözümlemeler, değerlendirmeler var. Acaba teoriye uymayan bir halktan mı yoksa halktan kopuk bir siyasetten mi söz etmek gerekiyor? Bir toplumbilimci olarak bu boşluk ideolojik anlamda nasıl dolacak? Sizi dinlerken ben şöyle etkileniyorum, tıpkı Batı Avrupa demokrasilerinde olduğu gibi sanki uzun yıllardır Türkiye’de sol da iktidardaymış, oturmuş bir toplum yapısı var ve biz küreselleşmenin de etkisiyle belki 2010’lu yılların dünyasını falan konuşuyormuşuz gibi geliyor. Oysa AKP zaten ciddi bir orta alt sınıftan aldığı güçle iktidarda, onun karşısında AKP’yi iktidarından etmek için daima bir kaç yıldır gözlediğimiz gibi milliyetçi yükseliş, şimdi laik, cumhuriyetçi bir yükseliş var ama hiç kimse şunu demiyor, Türkiye’de bunun karşısında bir sol seçenek var, sol bir parti gelir Türkiye’yi yönetir. Neden Türkiye’de sol adına siyaset yapanlar toplumda ‘Türkiye’yi biz daha iyi yönetebiliriz’ duygusunu yaratamıyorlar. Buradaki sıkıntı nedir? 30 senedir bu siyaseti ve sol hareketleri izliyoruz, iktidar süreçlerini de izliyoruz; bakın akla darbe geliyor, asker geliyor, AKP’nin bir şekilde parçalanması, vs. geliyor, bir takım başka seçenekler geliyor ama CHP gelmiyor ya da diğer sol seçenekler gelmiyor. Onun için de tıpkı geçen seçimde yaşadığımız düş kırıklığı oluyor. Acaba hakikaten bu teoriye uymayan halk mı ya da neden sol siyasetçi bu halkı yakalayamıyor, bunun nedeni örgütsüzlük müdür, dağınıklık mıdır? Bu büyük çözümlemelerin toplum katında yansımalarının olmayışı mıdır? Burada bir sıkıntı var, bunu siz nasıl yorumluyorsunuz?
Süleyman Çelebi:
Teşekkür ederim, Sencer Bey de aslında birçok alanda önemli açılımlar yaptı. Her şeyden önce bir AKP başarısı üzerine konuşuyoruz, acaba AKP mi başarılı yoksa muhalefette mi bir başarısızlık var, onu çok daha geniş tartışmaya ihtiyacımız var. Aslında bize göre muhalefette ciddi bir başarısızlık var ve toplumun önüne bir seçenek konulamıyor. Herkes arayış içinde ama konulan seçenekler umut yaratmıyor, korku yaratıyor. Korkunun yarattığı bir seçenek topluma güven vermiyor ve başka bir seçeneğe zorlanıyor.
Sizin söylediğiniz gibi AKP’nin iktidara gelmesindeki başarıda, sağlık alanında verilen hizmetler, konut projeleri de var ama o konutlar kendi alanlarını da yarattı aslında. Konuttaki önemli projeleri kimse küçümsememeli ve yepyeni bir alan yaratmıştır. O alanda kendi hâkimiyetlerini çok etkili halde kullanmaya başlamışlardır. Önce o alana özellikle vurgu yapmak istiyorum çünkü farklı görüşlerin bile çok zor ifade edildiği bir yeni sahanın, alanın açıldığı yapılar. Eğitim de burada önemli etki, eğitim tamam ama hangi ideolojik temelde bir eğitim? Bu eğitim sürecini de, iktidarda bulunma ve geçmiş iktidarlar sürecini de dikkate aldığınızda epeyce yaygın bir etkileşimin olduğu ortaya çıkıyor. Bunları ifade ettikten sonra, gelelim şu çok tartışılan bu son sosyal güvenlik yasasına. Bu yasa yerel seçimlerden 6 ay sonra uygulanmaya konulsa aslında sağlıkta gösterilen o başarı öyküsünü çok gölgeleyecek durumda. Çünkü bir sınır da getirdi, eskiden ek katkılar yüzde 20 filandı yasada, şimdi o sınırı da kaldıran yüzde 35’lere kadar varacak ek katkıların alındığı bir sisteme dönüşüyor. Orada iki tane sınıf yaratılıyor, parası olanın daha kaliteli hizmet alabileceği bir alan, parası olmayanın daha kötü koşullarda sağlık hizmeti alabileceği bir alan. Bir örnek verirsem, anjiyo yapılacak, sigortanın veya devletin verdiği anjiyonun bir tarifi var, masadasınız, “ilaçlı stend kullandığınız zaman 2,5 milyar fark vereceksin” diyor. Tıbbın yeni imkânlarından yararlanma diye bir şey var, işçisin ve sigortalısın ve bir böbrek taşı düşürme durumunda “seni ancak keserek böbrek sorununu çözümleriz” diyor ama ötekinde “taş kırarsam sen şu kadar fark vereceksin” diyor. İki farklı sınıfın hizmet alanına dönüşen bir ilişki sağlıklı olacak ama bu sistemler daha uygulanmaya başlamadığı için, uygulanma alanı buralara yönelmediği için, hep bu fotoğraflar, yani yeşil kart sistemi vb. uygulamaları, eski kuyruk olayını ortadan kaldırdığı için şimdilik böyle görüntüler iyi. Sağlıkta da ‘açık, açık’ denilen kısmı, özellikle sağlık ve ilaçta 10 kat büyüdüğünü söylemek isterim. ‘Kara delik’ diye sunulan, aslında sosyal devletin vermesi gereken OECD ülkelerindeki ortalama katkıyı vermediği için hep açık diye o bütçe sunuluyor. Konutta da benzeri farklı korumalar, kurallar filan gibi görülüyor ama o kuralların dışında çeşitlenmeler ve farklı uygulamaların olduğunu biliyoruz.
Temel sorun şu, kuralsız çalışma. Onu Erol Bey de söyledi, kuralsız çalışma yüzde 15-20’lerde her yerde olduğunu biliyoruz ama yüzde60-70’lere varan kuralsız çalışma şu anda yaşanan yoksulluğun, işsizliğin en önemli sorunu aslında. Yani kurallı çalışma olsa -sendikacı kimliğimle iddia ediyorum- bu konuştuğumuz işsizlik sorunu böyle olmayacak, yoksulluk sorunu da böyle olmayacak. Ben onun için Umut Bey’e hangi sektörde bir başarı var diye sordum. Fuat Bey’in söylediği şehir ölçeğinde bir planlamaya gidilmesi gerekiyor ama o çok farklı yapılmalı; o bölgenin, o ilin özelinde bir teşvike ihtiyaç var. Adıyaman’da bahsedilen örnekler başarılı ama o başarılı örneğin öyküsünde aslında başka bir başarısızlık öyküsü var çünkü Adıyaman’da başlatılan bu teşvik uygulaması nedeniyle Gaziantep’teki işyerleri kapandı, hemen yanındaki Adana’daki işyerleri kapandı, hemen yanındaki Kahramanmaraş’ta kapandı. 1 ayda 11 bin kişiden bahsediyorum. Yani bir yerde bazı sektörler açısından kolaylıklar getirilirken, başka bazı yerlerde de aslında kendi dinamitini patlatıyor. Çünkü o bölgelere yıllarca yatırım yapılmış, kendi özdeğerleriyle yatırım yapmış vatandaşlar, o değerler için orada konutlar yapmış, altyapı yapılmış. Bir bölgeyi başka bir yoldan büyütmek adına başka bölgeyi yok ederek diğer yeri geliştiriyor. Oysa örnek bu olmamalı. Adıyaman örneğini verirsek “tekstili buraya vereceğiz ama Osmaniye’ye vermeyeceğiz” diyeceğiz o zaman. Biraz önceki örnekte olduğu gibi Diyarbakır’a da mermer diyeceğiz veya Elazığ’a ya da İzmir’e ARGE diyeceksin, Van’a da hayvancılık diyeceksin. Tarımda yaşanan en son gelişmelere bakıldığında pirinçte, kuraklıkta, bunlar çok sürpriz değil bu biliniyordu ama şimdi hükümet başka şeylerle uğraştığı, meşgul olduğu için buna ilişkin önlemler alması gerekirken almadı.
Dolayısıyla şu sivil toplum ilişkisini de özellikle sosyal demokrat arkadaşlarla paylaşmak istiyorum, bu sivil toplum ilişkisi çok yaygınlaştı. Hepiniz biliyorsunuz sendikalar sivil toplum örgütü değil, hepimiz aynı noktaya koyulmamalıyız, sivil toplum ilişkisini ayrı tutmak lazım. Biz sendikalar olarak sivil toplum örgütleri değil, sendikal örgütleriz. Sınıfsal bir duruş noktası olan örgütleriz ama bir kategoriye de alacaksak elbette o sivil toplum örgütleriyle yan yana durmuş meslek örgütleriyle olabilir. Bunu kastetmiyorum ama orada bir ciddi yozlaşma var, sivil toplum örgütü kapsamında zorunlu sivil toplum örgütleri. Yani şimdi TOBB’a sivil toplum örgütü deniliyor, en büyük de sivil toplum örgütü ama zorunlu üyelik var. TÜSİAD’a ben böyle bakmam, meslek örgütü de değil, resmi bir kurum, gönüllü üyeliği olan Türkiye’nin en büyük sivil toplum örgütü. Mecburiyetin olduğu sivil toplum örgütü ilişkisini özellikle vurgulamak istedim. TÜSİAD deseniz sivil toplum örgütü, TİSK’i deseniz sivil toplum örgütü, çünkü gerçekten bir gönüllükle oraya üye olursunuz, sendikaya da gönüllükle üye olursunuz, bir zorunluluk yoktur. Ama öteki zorunluluk, Barolar Birliği’ne üye olmazsanız avukatlık iznini alamazsınız. Bunu söylerken karıştı birbirine, sivil toplum ilişkisi filan, bütün örgütler sivil toplum örgütleri olmaya başladı, bu konuda yeni yeni bir sürü organizasyonlar oldu. Bütün bu tolerans ve benzeri uzlaşma ilişkisi aslında güvenle yapıldığı zaman bir hedefe ulaşabilir ama güven olmuyor, güven dediğim ilişkinin koptuğu bir süreci yaşıyoruz. En önemlisi bu, uzlaşmadaki temel sorun, iktidarlar tarafından uygulanan o baskıcı anlayış ve yalnız kendisinin özgürlük alanını koruduğu için, diğerlerine özgürlük tanımadığı için veya işçi-işveren çelişkileri açısından baktığın zaman. Hani eskiden bizim DİSK olarak 1 Mayıs’ta böyle bir şey yaptık, eskiden “kahrolsun sömürü!” filan diyorduk, şimdi “paylaşımı seviyorum”, gerçekten biraz o paylaşım ilişkisinde bir ortak zemin bulsak o zaman zaten bu sorunları aşacağız. Veya “kahrolsun faşizm!” diyorduk, şimdi “demokrasiyi seviyorum”. Yani ilkelerimizi değiştirmeden söylemimizi değiştirebiliriz, önemli olan bir kayıtlık orada olmasın, yani sosyal demokrat sol eski jargonları kullanmayabilir, yeni jargonlar üretebilir ama bunun topluma itici gelmemesi gerekiyor, toplumu dışlayıcı olmaması gerekiyor ve sosyal demokrasinin evrensel ilkelerinden de vazgeçmemek lazım. ‘Sağ-sol kalmamıştır’ gibi kavramlar çok tartışılıyor, sağ-sol kalmıştır ama bunu doğru sunmaya ihtiyaç var. Öyle sunulmadığı için, yani sağ-sol kavramı kalmamıştır deyince o zaman zaten AKP’ye gidiyor. Sağ-sol ayrımı yok, bu da fark etmez diye bir iradeyi bir başka partiye, bir başka anlayışa yönlendirmiş oluyorsunuz.
Burhan Şenatalar:
Sencer sana da çok teşekkür ediyorum, çok geniş, kapsamlı bir sunum yaptın. Bunların bazıları üzerinde daha sonra daha derinlemesine tartışmalar yapmamızda da büyük fayda görüyorum. Benim dikkatimi çeken ve paylaştığım noktalardan başlayayım. Birincisi genel iktisat politikası anlayışıyla ilgili, Türkiye’de sol daima devletçi tarafta kaldı, dolayısıyla bu devletçiliği aşan bir alternatif getiremedi, 80 sonrası neoliberal dalgayla birlikte de birazcık sersemledi. Bizim bugün yaşamakta olduğumuz sorun aslında neoliberal iktisat politikaları ve buna daha açık, daha net bir isim koymakta fayda var, kökten piyasacı bir yaklaşım görüyoruz. Yani ‘babalar gibi satarım kardeşim’ anlayışı tam kökten piyasacı bir anlayış, sadece piyasacı değil aynı zamanda Türkiye’nin evvelden beri çok iyi tanıdığı ve ranta dayalı, clientelist modelin aslında had safhaya ulaştırılması. Senin yaklaşımında yer yer parçalar olarak gerek klasik devletçi modeli eleştiren ve aşan, gerek bu rant paylaşımına dayalı kökten piyasacı modeli eleştiren ve aşan bir bakış açısı vardı, bu çok önemli. Türkiye’de solun sahiplenmesi gereken böyle bir politika yani bilinçli müdahale ifade ediyor senin yaklaşımın, mesela Fuat’ın getirdiği yaklaşım da. Bunlar aslında kökten piyasacılığa karşı ama aynı zamanda klasik devletçiliğe de karşı. Bu detaylara CHP, DSP, vs. hiçbir zaman erişemedi, bunları tartışamadı dahi. Dolayısıyla bunu önemli bir nokta olarak görüyorum ve çok değerli buluyorum.
İkincisi senin konuşmanda olan, bizlerin de zaman zaman söylediğimiz iktisat politikasıyla sosyal politikanın 3 tane ayağı var, bir tanesi büyüme, üretim, bir tanesi paylaşım, sosyal adalet, bir tanesi de demokratikleşme. Senin çok iyi bildiğin bir şey, Dünya Bankası literatüründe de bunlar çok önemseniyor. Yani bunlarla ilgili projeler mutlaka sol projeler olmak zorunda da değil. Bunlardan bir tanesi mesela, eğitim alanında kız çocuklarını temel öğretimde desteklerseniz paylaşım açısından da, demokratikleşme açısından da, üretim açısından da çok ciddi pozitif getiri elde ediyorsunuz. Buraya kadar çok güzel ancak Türkiye’deki mesele değişik arkadaşların değindiği gibi en önemli tıkanma noktalarımızdan bir tanesi Kürt sorunu, bir tanesi laiklik meselesi veya kültür çatışması diyelim. Türkiye’de kız çocuklarının okutulması meselesinde istatistiklere göre okullaşma oranını yükseltsek dahi senin biraz evvel söylediğin, onların hedefi eğer en az 3 çocuk doğurmaksa o zaman Dünya Bankası’nın düşündüğü modelden farklı bir model oluyor. Dolayısıyla kültür çatışması meselesini çözmeden eğitimin getirisinden yararlanmamız da çok zor, eğitime çocuklar gidiyor diye toleransa ulaşmamız ihtimali de çok zor. Türkiye’de bakın şu anda yaşadığımız olayların hepsinin içinde şiddet var, İtalyan birisi geliyor Gebze’de ırzına geçiliyor ve öldürülüyor. Nevruz kutlanıyor 4 kişi ölüyor, Nevruz’dan dolayı ölen insanların cenazesine bakın Yüksekova’da, fotoğrafları var gazetede, binlerce insan ve en önde de PKK bayrağı. Bu sorunlara çok gerçekçi, akıllı çözümler önermedikçe çözülmesi mümkün değil. Kültür çatışmasını görmezden gelmeniz veya AKP’ye teslim olan bir yaklaşım benimsemeniz de çıkış yolu değil, bugüne kadar yapılan devletçi ve baskıcı bir laiklik anlayışıyla karşı çıkmanız da çıkış yolu değil, orada da bir üçüncü çıkış yolu yaratmanız lazım.
Değinmek istediğim üçüncü nokta bu küreselleşme meselesi. Ben küreselleşme tartışmasının Türkiye özelinde, yerelinde yeterince yapılmadığına inanıyorum, onun için yeterince araştırma yapılmadığına da inanıyorum. Küreselleşmeyi biz aslında yabancı literatürden izlediğimiz için onların sorunlarını kendi sorunlarımız gibi algılıyoruz diye düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi şudur mesela, küreselleşme sosyal devlet üzerinde bir baskı yaratıyor, çok doğru ama o baskı yaratıyor dediğimiz ülkelerde sosyal devlet harcamaları milli gelirin ¼’ünden fazlasını alıyor. O ülkelerde devlet harcamasının gayri safi yurtiçi hasılaya oranı yüzde 40’ın üzerinde. O ülkede tabii ki baskı yaratır, ayrıca o ülkenin ücretleri de çok yüksek, işçilerinin de önemli bir bölümü sendikal mücadele içinde yaşıyor. Onun için Almanya’dan fabrika kalkıyor Romanya’ya, Bulgaristan’a gidiyor. Bizim durumumuz böyle değil; bizim durumumuzda aşırı bir kayıt dışı istihdam var, sendikaların üzerinde aşırı baskı var ve bizim ülkemizde tersanede öldüğü kadar veya İstanbul’un belli yerlerinde patlamada öldüğü kadar insan, Davutpaşa’da öldüğü kadar Münih’te, Frankfurt’ta hiçbir zaman ölmüyor. Dolayısıyla bizim ülkemizde sol tabii ki işçi sınıfı odaklı olmalıdır ama sadece işçi sınıfı odaklı olmamalıdır, çalışma koşulları odaklı olmalıdır. Biz son 2 senede ortalama 20 milyar dolar yabancı sermaye çektik. Bunun büyük kısmı da artık sıcak para falan değil, özelleştirmedir, vs. ama Türkiye demek ki uluslararası sermaye açısından hâlâ cazip bir ülke. Dolayısıyla bizden dışarıya sermaye kaçışı yok, onun için şunu çok önemli görüyorum, sosyal devlet Türkiye’de zaten kör topaldır, bizim hedefimiz sosyal devleti kurmaktır ve biz İngiltere’nin, Almanya’nın yaşadığı baskıyla karşı karşıya değiliz. Türkiye bunu kurabilecek bir kapasiteye sahip, bugünkü ile yetinemez, bugünkünün yetersizine karşı çıkması lazım. Bir nokta daha, büyüme-istihdam ilişkisi. Türkiye’de büyüme-istihdam ilişkisi de aynı şekilde batıdakinden çok farklı, biz hâlâ bir şekilde istihdam yaratabilecek bir büyüme hızı yakalayabilecek bir ülkeyiz, yüzde 6’nın üzerine çıktığımız anda istihdam yaratabiliyoruz. Ayrıca Batı’da da bütün ülkeler aynı şekilde yaşamıyor problemi. Son 15 yıla bakın, İspanya işsizlik oranını çok ciddi düşürmüştür, Hollanda çok ciddi düşürmüştür, dolayısıyla herkes aynı kefede değil. Bilinçli politikalar uygularsanız istihdam yaratma şansınız olur ama Türkiye’nin sorunu hâlâ yüzde1.3 olan nüfus artış hızıdır. Bu da inanılmaz bir sorun, 1 milyon’dan fazla bebek aşağıdan geliyorsa buna o zaman istihdam yaratamazsınız, sol bununla hesaplaşmak zorundadır. Mutlaka kayıt dışı istihdamın üzerine gitmek gerekir; çalışan insanların yarısının kayıt dışı olduğu bir memlekette sigorta sistemi de çöker, vergi sistemi de çöker. Onun için bu konularda sadece bu geçiş nasıl yapılabilirin ayrıntılarını düşünmek gerekli, kayıt dışı problemi karşısında da teslimiyetçi olmamak lazım.
Kuvvetli bir kamu yönetimi iyi bir ekonomik gelişme için şarttır ama AKP’nin bugün uyguladığı liyakate dayalı bir kamu yönetimi anlayışı katiyen değildir, tipik bir kadrolaşma anlayışıdır. Bunun en korkunç örneği üniversitelerde yaşanıyor ve daha ağır yaşanacak. Bu yıl kurulan üniversite sayısına bir bakın, bunların ne öğretim kadrosu olabilecek, ne laboratuvarı olabilecek. Geçen hafta Mardin Artuklu Üniversitesi sözde kuruldu, rektör yardımcısıyla konuştum, insan ağlama noktasına geliyor. Hiçbir şeyi olmayan saçma sapan sahte üniversiteler kuruluyor. Daha da vahimi -belki Üstün bilebilir, belki sen bilebilirsin, Ayşe Ayata bilebilir Ankara’dan-, şu anda YÖK’ün Yürütme Kurulu’na atanan insanlar arasında üniversite konusuna vakıf bir tek kişi yok. Korkunç bir şeydir bu, YÖK’ün İhsan Doğramacı’dan beri gördüğü en zayıf yürütme kuruludur. Türkiye’nin üniversite sorunlarının ‘ü’ harfine vakıf olmayan bir kadrolaşma vardır. Dolayısıyla burada çok ciddi bir açmaz var.
Son nokta Derya Bey’in söylediği nokta: Sol Türkiye’de bugünkü örgütlenme biçimiyle hiçbir yere gidemez, CHP’den ve DSP’den ümidini kesmeden hiçbir yere gidemez. Bakın bu odada bulunan insanlar yeni bir parti kuracağız diye karar verseler, bunun çalışmasını 1 sene yapsalar, Türkiye’de o zaman bir sol ortaya çıkar. CHP nasıl dönüşecek? CHP dönüşemez, CHP’nin dönüşme ihtimali yoktur, Volkan Bey’e katılıyorum, biz hâlâ sanki CHP sol bir partiymiş de eksikleri varmış gibi konuşuyoruz, bundan kendimizi kurtarmamız lazım. Türkiye’de yeni bir sol parti hemen yüzde 25 alamaz, yüzde 30 da alamaz ama bakın Almanya’da mesela SPD’ye eleştirel olarak popülist mopülist Oscar Lafontene çıktı, Doğu Almanya’dan gelenlerle birleşti, yüzde 10 oy alıyor. Türkiye’de de kurulacak bir sol parti birinci aşamada yüzde 30 almaz ama mayayı sağlam atarsanız ikinci seçimde alır. CHP dediğiniz parti yüzde 40 oy alsa Türkiye sosyal demokrasiyi iktidara getirmiş olmaz. Lütfen artık ‘i’lerin noktalarını koyalım. Bu konuda da yorum yaparsan memnun olurum.
Kemal Kılıç:
Sabancı Üniversitesi’ndeki Rekabet Forumu olarak innovasyon kültürü üzerine bir şeyler söyleyeceğim. Son 2 senede firma bazında innovasyon belirleyicilerini saptamak üzere bir çalışma yaptık. Aslında Gündüz Ulusoy’un yaptığı bir çalışmaydı, ben araştırmacı olarak çalışıyordum projede. Üç aşağı beş yukarı sizin toplum bazında söylediğiniz şeyler, bizim kuzey Marmara hattında 180 tane firmadan yaptığımız verilerden derlediğimiz sonuçlarla birebir örtüşüyor. Bizim de bulduğumuz gerçekten firmadaki innovasyonu en çok belirleyen şeyler insan sermayesi, formelleşme, özerkleşme, zaman tahsisi. Sizin o ‘aylak’ veya ‘serseriler’ dediğiniz kişiler mi yapıyor, gerçekten o çok önemli bir faktör olarak ortaya çıkıyor. Merkezileşmenin negatif etkisi tespit edilebiliyor. İç direnç ve muhafazakâr kültürün gerçekten negatif etkisi tespit edilebiliyor. Sizin modelinizde olmayan ama aslında gerçekten analojik olarak kullanılabilecek bizim tespit ettiğimiz 2 tane daha önemli veri var. Bir tanesi işbirlikleri, ki o da tahmin ediyorum Fuat Bey’in bahsettiği gibi AB gibi veya başka gruplarla yapılacak olan işbirliklerinin innovasyon kültürü üzerinde toplumsal anlamda faydası olacaktır. Bir tanesi de yine buradaki konuşmalarda biraz dile getirildi: stratejik planlama. Biz şunu çok net tespit ettik, stratejik planlama ne kadar uzun vadeli olursa o firmanın innovasyon gücü o kadar yüksek oluyor. Bence bu planlama yapma Türkiye’de de herhalde son 20-25 senede Turgut Özal sayesinde kaybettiğimiz önemli bir nosyon. Firmalar bunu yapıyorlar, yaptıkları zaman da başarılı oluyorlar. Ben sizin söylediğinizi şöyle anladım, innovasyon kültürünü öneren, bunu bir model olarak, bir proje olarak öneren bir sol hareket, bu innovasyon kültürü sayesinde rekabetçilik avantajını arttıracak, bu sayede de insanlar daha iyi şartlar altında yaşayacak diyecek. Bunu kesinlikle kabul ediyorum ve benim oyumu alır ama ben orada Derya Bey’in sorusuyla birleştireceğim; gerçekten böyle bir hareket Türkiye’de kaç kişiyi ikna edebilir? Ben 2 sene araştırma yaptım, veriler elimde, gerçekten görüyorum, böyle bir kültür bu ülkeye gerekli. Bunun sağlanması önemli ama 70 milyonluk bu kadar kimliklerin üzerinde kutuplaştığı bir ülkede kimsenin umurunda mı acaba?
Necati Özkan:
Benim sorum aslında Üstün Bey’in işaret ettiği kutunun dışına çıkıp bakmakla ilgili. Hatırlarsanız 2 yıl kadar önce rahmetli Erdal İnönü yine bir TÜSES toplantısında sosyal demokrasinin açmazını çok veciz bir şekilde özetlemişti. “Savunduğumuz her şeyi yapmakta olan bir siyasi iktidar var ve biz bu siyasi iktidarın yaptıklarına karşı söyleyecek bir şey bulamıyoruz” demişti. Bu aslında analizle ilgili, ülkeyi ya da dünyayı algılamakla ilgili çok veciz, çok somut bir yaklaşımdı. O zamandan beri düşünüyorum, hakikaten sosyal demokrasi ister istemez bütün dünyaya sınıflar vizöründen bakıyor, dolayısıyla da o sınıflar ve sınıfların uzlaşması, çatışması ile ilgili çözümlemeler getirmeye çalışıyor. Dün biz Joshka Fisher’i bir konferans için Türkiye’ye davet etmiştik, onun konuşmasında siz de vardınız, o kutunun dışına çıkıp bakmayla ilgili bir şey gördük. Mesela hiç aklımıza gelmeyen nüfus ve nüfus artışı. Bundan 30 yıl kadar önce dünya nüfusu toplasanız 2,5 milyar civarındaydı, bugün 6,6 milyar ve 2050’de 9 milyar olacak. Bu neleri tetikliyor? Kaynakların tüketilmesinden tutun, dünyanın kirlenmesine, çevre sorunlarından enerjiye kadar her şeyi. Hiçbirimizin aklında olmayan şöyle bir mesele var, bundan sadece 1-1,5 yıl önce petrolün fiyatı 20-30 Dolar seviyesindeydi bugün 100 Dolar seviyesinde. Biz genellikle Irak krizi, vs. diye yorumluyorduk bunu, fakat öyle değil, dünyadaki nüfusun artışı ve o nüfusun dünyada varolan refaha yetişme çabalarının bir sonucu. Büyük nüfuslu ülkeler enerji çekiyor ve bu giderek işi daha başka bir noktaya getirecek. Biz analizlerimizi sosyal sınıflar ve ulusal sınırlar çerçevesinde yapmaya çalışırken aslında uluslararası ve küreselleşmenin getirdiği başka faktörler çok daha başka bir açmaz getiriyor önümüze. Dolayısıyla sosyal demokrasinin dünyayı yorumlama ve bir iktidar alternatifi olma noktasında bu açıdan bakıldığında ne yapmak lazım, neler önerirsiniz?
Hasan Ersel:
Ben Sencer Bey’in söylediği bir noktadan başlayayım ama bu arada Erdal Bey’in daha evvel öyle bir şey söylediğini bilmiyordum. Sencer bey başta vurguladı, sadece bu laiklik boyutu üzerinde bu iş tartışılmaz, başka boyutları da eklemek gerekir diye. Ben de onun üzerine bir şey söylemek istiyorum.
Boyutu çok fazla arttırdığınız zaman düşünemezsiniz ama bir kaç boyut onu sınırlayan meseleler. Toplumsal adalete önem vermek bir boyut olabilir, burada çeşitli yerlere oturabilirsiniz, laiklik bir boyut olabilir, bir de özgürlük bir boyut olabilir. Bunu müdahale etme, etmeme anlamında söylüyorum. Mesela 3 boyut ama bu 3 boyut böyledir demiyorum, etnik boyutu olabilir, vs. başka şeyler olabilir, kısaltmak için söyledim. Partinin adını boş verin, bu 3 boyutta nerede olduğuna bakarsak parti hakkında bir karara varabiliriz. Bu parti bu boyutlarda nerede, ne diyor ama somutta ne diyor? Büyük laflara değil, parti programlarını biraz aşıp her somut olayda aldığı tavra bakmak lazım, bu yapılabilir. O zaman AKP’nin durumu başka türlü çıkıyor, yani Erdal Bey’in söylediği gibi çıkıyor, onu söylemek istiyorum. Mesela AKP bir anlamda sizin söylediğinizden biraz farklı, AKP iktisadi adalet boyutundan kendini uzak tutamaz çünkü din boyutu var. Tevrat’tan beri de bütün dinlerde bir adalet referansı var. Bu sosyal demokrat bir partinin söylediğinden farklı bir şekilde olabilir. Yalnız şunu da unutmayalım, 1970’lerden beri dünyada iktisadi adalet siyasal ortamda sosyal demokrat partilerin tekelinden çıktı, liberal partiler kendine göre bir liberal adalet anlayışı da benimsiyor, yani sadece burada değil orada da var. Mesela bu 3 boyutta müdahalecilik veya özgürlük açısından aldığınız zaman ilginç şeyler çıkıyor. Yaratıcılık istiyorsanız müdahaleci olmayacaksınız, çünkü müdahale etmek iyi niyetli de olsa “sizi ben bir pamuk kutuda besliyorum fazla bir şey yapma, fazla da atılma” demektir teşvik verseniz bile. Müdahaleci anlayışa sahip bir yerin, bir partinin ilk aleti teşvik mekânizması oluyor. Bu, devleti kullanarak müdahale etmektir, iyi, kötü o başka ama müdahale etmektir. AKP de bunu kullanıyor, çünkü AKP’nin de bu devletçilik boyutu var hâlâ.
Ben de çalışma yaptım, Türkiye’de geçmişte teşvikle ulaşılmış, başarılmış hiçbir hedef yok, teşvikle konusunda söylenenler, yapılanlardan sonuç çıkmıyor. Teşvik yapılamaz mı? Yapılır, başka türlü yapılır ama belki o teşviki yapabilecek mekanizma içinde devletin rolü çok farklı olur. Mesela adam doldurduğunuz devlet değil de, konusu açısından çok üstün, yetenekli bürokratların olduğu daha dar gibi görünen ama etki alanı çok daha fazla olan bir devlet olabilir. Bir örnek, Amerika’nın araştırma harcamalarını dağıtması, harika dağıtıyor demiyorum ama birçoğundan daha iyi dağıtabiliyor. Böyle baktığımız zaman da galiba oturup Türkiye’de hangi konumda bir siyasi örgütlenme daha etkin olur sorusunu sormamız lazım. O yüzden de belki referans noktası olarak CHP’yi filan almamak, doğrudan AKP’yi almak daha iyi. AKP neyi, ne kadar başardı, niye başaramadı, nerede sorun var? Onu da bir kaç boyut üzerinde yaydığınız zaman nelerin yapılabileceği ortaya çıkar. Bütün bunlar yapılırken de yalnız bir şeyi hesaba katmak lazım, Türkiye küreselleşen bir dünyada yerini bulmaya çalışıyor, pek de iyi beceremiyor. Bu arada AKP’nin bir avantajı oldu, o avantajı da israf yolunda kullandı bir anlamda; dünya konjonktürünün istisnai iyi olduğu bir dönemde iktidardaydı. Dolayısıyla dünyadan gelebilecek olumsuz sorunlar karşısında nasıl tavır alabileceğini, nasıl koruyabileceğini henüz yaşamadı, bu sene yaşayacak. Galiba dağınıklığının nedeni de o.
Bülend Özaydınlı:
Deminden beri birbirinden çok değerli sosyal demokrat söylemleri dinliyoruz, bunların her birisine tabii çözümleriyle birlikte katılmamak mümkün değil. Yalnız bir husus var, o hususa biraz gerçekçi gözle bakmak lazım, bu söylemlerin vücut bulabilmesi için, şekillenebilmesi için bir vadeye ihtiyaç var. Bu vade de ne yazık ki kısa vade değil, uzun vadeli bir sürece gereksinme var.
Altyapıya baktığımız zaman hepimizin daha da iyileştirilmesini arzu ettiğimiz demokratik bir platform var. Demokratik platformların da en önemli oyuncuları seçmenler. Seçmenler bizler de dahil olmak üzere genellikle kısa vadeli siyasi rüşvetlere açık olurlar ve beklentiler kısa dönemde olur. Kısa dönemde olduğu için de iktidarlar bu kısa dönemli söylemleriyle iktidar olurlar diye düşünüyorum. Bizim seçmenimizin önemli özelliklerinden bir tanesinde demin de dile getirildiği gibi eğitim düzeyinin düşük olması. Böyle bir demokratik platformda biz bu uzun vadeli düşünceleri, sosyal demokrat söylemleri iktidara getirecek bir yapılaşma ihtiyacı içindeyiz. Bu nasıl olacak? Bana göre herşey bir kenara bırakıp bunun nasıl olacağı üzerinde kafa yormak lazım, bu formülü bulabilmek lazım. Bu çok zor bir formül değildir, ben o görüşte değilim, şu anda iktidarda olan parti bunu çözmüş ki iktidarda ve oylarını da arttırarak belli bir noktaya gitmekte. Ve de kendi düşüncelerini, zaman zaman gizli ajanda denilen söylemleri de demin ifade etmeye çalıştığım gibi uzun vadeli bir süreç içinde gerçekleştirmekte bayağı kararlı adımlar atıyor ve başarılı da oluyor. Ben bu ikileme öncelikle nasıl bir çözüm yolu bulunabilir, bu ikilem nasıl çözülebilir? Bu tür toplantılarda bu konulara da ağırlık verilmesinin, görüş üretilmesinin yararlı olacağı görüşündeyim.