Başlama / BitişTarihi:
09.02.2008 / 09.02.2008
Yer:
Erdal Bey: Sıra Dışı Bir Siyaset Adamının Ardından
PROGRAM
Süleyman Demirel
Moderatör: Korel Göymen
Konuşmacılar:
Gülsün Bilgehan Toker
Hikmet Çetin
Murat Karayalçın
Altan Öymen
Mehmet Ural: Bu dost buluşmasında biz yine kendisine ‘Erdal Bey’ diye hitap edeceğiz bugün. Erdal Bey’i bu toplantımızda Türkiye siyasetine ve sosyal demokrasiye yapmış olduğu katkıları, getirmiş olduğu yenilikleri konu ederek anacağız. Şimdi sizleri aziz anısı için 1 dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum...
Değerli Erdal İnönü Dostları,
Konuşmalara geçmeden önce Erdal Bey ve TÜSES arasındaki ilişkilerden de çok kısaca bahsetmek istiyorum. 1988 yılının son aylarında Erdal Bey, sosyal, ekonomik, siyasal alanlarda araştırmalar yapacak, o zaman lideri olduğu SHP için sosyal demokrat politikaları geliştirecek bir düşünce kuruluşunun kurulması için istekte bulunmuştu. Korel Göymen başkanlığında bir heyet yoğun bir çalışmayla hemen 1989 yılının ilk aylarında TÜSES’in kuruluşunu gerçekleştirdi. Erdal Bey yalnız TÜSES’in kuruluş girişimlerinde bulunmakla kalmadı, siyaseti bıraktıktan sonra üyesi de oldu. Erdal Bey bizim 99 numaralı üyemizdir. Katılan dostlarımız çok iyi hatırlarlar, çok iyi bilirler, Erdal Bey bütün toplantıların en düzenli, en dakik, en dikkatli izleyicisiydi. Her zaman toplantılarımıza çok değerli katkılarda bulunmuştur, her zaman bize her yönüyle örnek olmuştur. Bazen bize önerilerde bulunurdu, bunlardan bir tanesini size kendi sözleriyle aktarmak istiyorum. İtiraf etmeliyim ki bu isteğini bugüne kadar hatta bugün de yerine getiremedik. 2005 yılının 13 Şubat günü, yani bundan 3 yıl önce Erdal Bey’e armağan olarak "AB Sürecinde Kıbrıs" konulu bir panel düzenlemiştik. O panelde yapmış olduğu konuşmanın bir bölümünde bize de şöyle seslenmişti:
TÜSES’in öncülük vasfı bitmedi, Türkiye’de öncü olacak sosyal demokrasi alanında pek çok yer vardır ve kendilerini hiç mütevazı görmeden, mütevazılığı bırakarak bu öncü alanları geliştirmelerini diliyorum. Hatta geçenlerde düzenlediği bir TÜSES toplantısından sonra Sayın Ural’a aklıma gelen bir şeyi söylemiştim. Henüz daha uygulamamış bakıyorum. Dedim ki, “Bir öncülük yapın, her toplantıda şart koşun, ne kadar erkek dinleyici varsa o kadar kadın dinleyici olsun. Tabii bulamayabilirsiniz ama bu şartı koşarsanız o zaman bulursunuz. Ve başlangıçta zorlayın, o sayı eşit değilse almayın o tek erkekleri, ‘Bir hanım bulun öyle gelin,’ deyin. Bu şekilde zorla yarı yarıya olmasını sağlayın, bu bir öncülük olur ve arkadan başkaları da gelir. Bunu yapacak güçtesiniz ve yetenektesiniz" demiş ve o sırada bir izleyiciye bakarak eklemişti: "Bir arkadaşım biraz yüzünü astı ama zarar yok, üzülme bu senin aleyhine bir şey değil."
Değerli İnönü Dostları,
Biz TÜSES olarak Erdal İnönü’nün işaret ettiği birçok çalışmayı gerçekleştirmek için çabalamanın yanı sıra onu anlamayı ve anlatmayı da temel görevlerimizden bir tanesi olarak kabul ediyoruz. Nitekim bugünkü toplantımız ve bugün basımını gerçekleştirdiğimiz ve toplantı sonrası Erdal Bey, Sıradışı Bir Siyaset Adamının Ardından kitabımızı size dağıtacağız (ki bu kitapta kendisinin vefatından sonra yazılmış olan köşe yazılarını ve yorumları topladık, derledik). Elbette bu ve diğer çalışmalarımız devam edecek. Biz TÜSES olarak Erdal Bey’in bıraktığı ışığın izinden gitmeye devam edeceğiz.
Şimdi açılış konuşmasını yapması için 9. Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel’i kürsüye davet ediyorum.
Süleyman Demirel:
Sayın Sevinç İnönü hanımefendi, sayın Özden Toker hanımefendi, değerli Erdal Bey dostları,
Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Bir büyük bilim adamını, bir büyük siyaset adamını, bir büyük devlet adamını anıyoruz; ruhu şâd olsun. Aramızdan ayrılmasıyla büyük bir boşluk bırakmıştır. Milletimiz büyük ve değerli evladını kaybetmiştir, dostları yeri doldurulmaz bir dost kaybetmişlerdir. Kendisini tanıyıp da sevmeyen yoktur. Ben kendisini tarif ederken "Sevmeyeni olmayan kişi" olarak tarif etmişimdir. Bu herkes tarafından sevilmek payesine erişmek bir büyük mazhariyettir, büyük meziyettir. Rahmetli Erdal İnönü pek çok meziyeti olan bir kişiydi. Benim biraz sonra söyleyeceğim şeylerin daha iyi anlaşılabilmesi için biraz geriye gitmek istiyorum.
Türk siyasetinin 60 çalkantılı yılından bahsetmek istiyorum. Çok partili siyasete girildikten sonra, tabii bu Türkiye için yeni bir şeydi, çok parti zaten zor bir şeydi, çok parti kültürümüz yoktu. Çok partili sistemde ne iktidar nasıl yapılır, ne muhalefet nasıl yapılır bu hususta tecrübemiz de yoktu. Bunları yapa yapa öğrenecektik, yapa yapa öğrenmeye geçtiğimizde ülke 50’li yıllarda bir bölünmeye doğru gitti; siyasetten söylüyorum. Ve 60’lı yıllar başka şekil aldı, bu bölünmenin 60’lı yıllarda da devam ettiğini biliyoruz. 50’li yıllarda, 60’lı yıllarda, 70’li yıllarda Türk siyaseti sertti. Taraflar birbirine her türlü sözü söylemekte serbesttiler, inciticiydi, kırıcıydı ama bunu yürütmeliydik. Çünkü çok partili siyaset vazgeçilmez bir şeydi, bunu bir yerde eleştirmeliydik. Arada pek çok büyük bunalımlar oldu, binaen 80’e gelindi. 80’e geldiğimiz zaman cumhuriyetin kurucusu Cumhuriyet Halk Partisi -cumhuriyetten evvel kurulmuştur- ile onun karşısında 1946’da muhalefet görevi yapmak üzere yer almış bulunan Demokrat Parti'nin devamı olan Adalet Partisi, her ikisi birden kapatıldı.
Aslında 1980’e geldiğimiz zaman bu geçen 24 senelik çok partili tecrübemizden bedel ödemiştik, epeyce de bir şeyler öğrenmiştik. Şunu öğrenmiştik, Türkiye’de bir siyasi parti iktidar olacak, onun karşısında, halk ondan bıktığı zaman iktidar yapabileceği bir muhalefet olacak. Tek başına iktidar partisiyle bir yere varmak mümkün değildir, o demokrasi değildir. Mutlaka iktidar her yerde vardır, her ülkede vardır, her rejimde vardır ama rejimi demokrasi yapan muhalefettir. İktidar partisi kadar muhalefet partisi de önemlidir. Bunlar birbirlerine alternatif olacak, birisi iktidar yapacak, millet ona iktidarı verecekti, o iktidarı yaparken, yürütürken yıpranacaktı, millet yeni bir iktidar arayacaktı ve iktidar vereceği bir kurum olmalıydı. 1980’e geldiğimiz zaman bu alterasyon, yani birisinin iktidar birisinin muhalefet, daha sonra muhalefetin iktidar iktidarın muhalefet olabileceği iki parti meydana çıkmıştı. 24 sene... Ama bizim karşılaştığımız çalkantılar her iki partiyi de ortadan kaldırdı ve siyaset çok büyük parçalara ayrıldı, siyaset büyük sıkıntıların içine sürüklendi; siyasetçiler de sürüklendi, ülke de sürüklendi. Böyle bir döneme gelindiği zaman tabii siyasetçi, devlet adamı aslında kendisinden beklenen şeyi ortama göre yapabilecekti, ortamın şartları, yani 80’li yılların şartları 70’li yıllardan, 60’lı yıllardan çok farklıdır. 80’li yıllar aslında demokrasinin çok büyük sıkıntılara sürüklendiği yıllardır. 1980 sonrasında yeniden seçimlere gidildiği zaman bu iki partinin ikisi de, onların adını kullananlar da seçime sokulmadı, bu siyasi partiler parçalandı, siyaset parçalandı.
Siyasi partinin demokratik rejimin yürütülmesinde çok büyük önemi vardır, daha doğrusu olmazsa olmaz; eğer güçlü siyasi partiler yoksa bir ülkede demokrasiyi yürütmek imkânı yoktur, devleti yürütmek imkânı yoktur. Bu gerçekleri Türkiye öğrendi, öğrendi ama tabii ki 80’li yıllardan başlamak üzere, yine siyasetçilerin büyük bir sorumluluğu oldu, siyasetin toparlanması lazımdı. Mesele sağ-sol meselesi de değildi, siyaseti de toparlama değildi, sağı da toparlama değildi, solu da toparlama değildi; yeniden güçlü hale gelebilmeliydi, yeniden ülke idaresine talip hale gelebilmeliydi. Böyle bir zamanda bizim kadromuz, benim temsil ettiğim siyasi düşüncenin kadrosu yasaklıydı ve bizim bir şey yapmamız mümkün değildi. CHP’nin temsil ettiği kadro da yasaklıydı, yeni isimler çıkmalıydı, yeni birleştirici unsurlar meydana gelmeliydi. Merhum Prof. Dr. Erdal İnönü’yü burada bilimi bir kenara bırakıp siyasetin içine girdiğini görüyoruz. Bu bir görevdi, bir makama, mevkiye talip olmaktan ziyade bir görevdi, dağılmışlığı toparlamak göreviydi, biz onu gayet iyi görüyorduk. 1980’e kadar benim temsil ettiğim, benim başında bulunduğum siyasi cereyan veya siyasi düşünce veya siyasi topluluk, gerekse benim karşımda dediğim o günkü CHP veya CHP’nin karşısında dediğim benim arkamdaki güçler, siyasi güçler birbirimizle dost değildik açıkçası, birbirimize sempatiyle de bakmazdık, bakamazdık. Çünkü... çünküsü yok zarar görürdük, kol kola girersen zarar görürdük. Böyle bir gelenek yerleşmişti, bu gelenek iyi de değildi aslında, iyi değil diye anlamak zaman alacaktı, başınızdan birtakım işlerin geçmesine de mal olacaktı. Zaten her iyi şeyi öğrenmenin bir bedeli var, o bedeller ödenmeden de bir şey öğrenilmiyor. Ve böylece 80’li yıllara girdik, Türkiye’ye hizmet etmiş siyasetçiler yasaktı, yasaklanmıştı, partiler yasaklanmıştı ve bu yasak 10 sene sürmeliydi. Yasakların 6. yılında bayrak açıldı, yasaklara karşı bayrak açıldı. Nihayet o günkü sivil asker idare dayanamadı buna, meclisten bir kanun çıkarıldı, kanun aslında referanduma götürüyordu meseleyi. Burada şunu söylemek istiyorum, eğer o kanunla siyaseten yasaklanmış olanların yasakları kaldırılmış olsaydı ondan sonra oraya kadar siyaset yapmış olanların bence hiçbirisi siyaset yapamazdı. Çünkü minnet borcu altında kalırlardı, kendilerine yapılmış olan haksızlığı milletin kendisi kaldırması lazımdı. Meclis bu kararı aldığı zaman o günkü siyasi iktidar da bu referandumda eski siyasetçilerin yeniden işbaşına dönmemesi için elinden geleni yaptı, eski siyasetçileri neredeyse Türkiye’nin düşmanı ilan etti ve büyük bir kavgaya da, yani siyasi bir kavgaya da sebep oldu. Aslında eski siyasetçiler denilen kişiler, daha doğrusu siyasetçiye çok sempatiyle bakılmaz; siyasetçi öyle bir şeydir ki olmazsa olmaz olursa da olmaz. Yani her halükarda kendisinden, yani hem kendisini çağırır hem şikâyet eder, böyle bir iştir, zor bir iştir, büyük bir iştir ama kaderi budur. Siyasete atılmak isteyenlerin birtakım beklentileri olabilir ama o beklentilerin daha sonraki yıllarda büyük bir kısmının yanlış olduğunu görür ama bütün bunlara rağmen o kadro biçilir yeniden bir kadro daha çıkar, yani insanlar bıkmazlar, siyasetçiler de tükenmez. Yani bir siyasi kadro biçildikten sonra yenisi gelir, siyaseti kim olsa yapar dediğiniz yerde yapar ama bunun yaptığı ile öbürünün yaptığı aynı helva değildir, başka helvadır, yani yapar ama başka şekilde yapar. Burada kim olsa yapar dediğiniz zaman ehliyete, beceriye, bilgiye ve yönetim gücüne, yönetim kabiliyetine önem vermiyorsunuz demektir. Ehliyeti küçümsediğiniz yerde acemilikten gelebilecek veya tecrübesizlikten gelebilecek birtakım zorlukları göğüslemek mecburiyetinde kalırsınız. Böyle bir dönemde, yani bu kargaşalık döneminde eski CHP, eski AP, bunların yeni uçları olarak 80’li yıllarda dün karşı karşıya olanlar yan yana geldi, biz yan yana geldik. Çünkü yan yana gelmeliydik, 1987 referandumunda yan yana geldik, kıl payıyla da o referandumu aştık. O referandum aşılmamış olsaydı o zaman siyasetçiyi halk kendisi bir defa daha ezmiş olacaktı, siyaset hizmeti yapmak fevkalade zor hale gelirdi.
1987 yılından itibaren meclise yine iyi kötü bir ucundan girdik. İşte o aralar bizim merhum Erdal İnönü ile dostluğumuz, arkadaşlığımız başlamıştır, işbirliğimiz başlamıştır. Evvela muhalefette işbirliği yaptık beraber, yani meclis kürsüsünü o günkü siyasi iktidara zorlaştırdık açıkçası. Şöyle zorlaştırdık, yani ülke sorunlarını tartışmaya koyulduk, tartışırken meclis kürsüsüne gelip özü olmayan laflar söyleniyorsa onları teşhir etmek ve onun yerine özü olan lafları koymak gibi bir yolu seçtik. Çalışkan bir muhalefet kurduk, hem CHP hem DYP olarak birbirimizi tamamlayarak bayağı iyi bir muhalefet yaptık. Bu muhalefetin sonunda 1987 seçimleri sonrasında 1989 yerel seçimlerinde o günkü siyasi iktidarın 1983’te aldığı % 46,5 oyu % 21,75’e indirdik 5 sene zarfında. Ama o, o çalışmanın neticesiydi ve neticede CHP olarak da DYP olarak da vatan sathında yerel seçimlerde çok iyi neticeler aldık. Burada rahmetli Erdal İnönü’yü partisinin ön safında görüyoruz; efendi, nazik, söylediği söz dinlenir, boş laf söylemez ve insanların kulak verdiği, dinlediği bir bilim adamı. Bir bilim adamından bir siyaset adamına dönüşüyorsunuz.
Bilim adamı siyaset adamı olur mu derseniz merhum İnönü onun çok iyi bir örneğidir. Mantıklı, doğruya doğru eğriye eğri rahatça diyebilen böyle bir örnek, bilim zihniyetiyle siyaset yapmanın bir örneğini çok iyi sergilemiştir. Tabii ki ölçülerinde insaflı, daima ölçülerinde ülke menfaatini, milletin menfaatini en önde gözeten bir tavrı ve tutumu hiç elden bırakmayan, soğukkanlı, en zor meselelerde dahi hiddetlenmeyen, öfkelenmeyen ve gülümsemesini kaybetmeyen bir siyasetçiyi Türkiye tanıyor. 1991 seçimlerine gittik, Doğru Yol Partisi birinci parti, Sosyal Demokrat Halkçı Parti ikinci parti oldu ve biz 1960’larda, 67’lerde, 70’lerde birbirleriyle itişmiş kakışmış, incitmiş olan siyasetçiler bir araya gelip ülke idaresini üstlenmeliydik. Bu çok önemli bir olaydı, bu kolay kolay yapılabilir bir olay da değildi ama gerek Doğru Yol Partisi yöneticileri, gerekse o günkü Sosyal Demokrat Halkçı Parti yöneticileri çok şey öğrenmişlerdi: Vatansever düşüncelerle bir araya gelip millette kalmışsa bu bölünmüşlüğü, bu parçalanmışlığın izlerini silmek. Biz bu seçim esnasında birbirimize şunu söyleriz, bunu söyleriz ama nihayet ülke menfaatleri gerektiği zaman bir araya gelebildiğimizi gösterdik. Burada merhum Erdal İnönü ve arkadaşlarının çok büyük rolü olmuştur, onu ifade etmeliyim, benim arkadaşlarımın da çok büyük rolü olmuştur. Böylece biz Türkiye’yi kucaklaştırdık. Bunun altından güzel şeyler de çıktı aslında, Türkiye’nin sistemini kurtardık. Bundan sonra Türkiye’de iktidarlar seçimle gelip seçimle gitmeliydi ve siyasi partiler halkın önüne çok daha iyi çıkmalıydı, iktidar olarak iyi çıkmalıydı, muhalefet olarak iyi çıkmalıydı. Bu beraberliğimizden çok güzel şeyler çıktı dedim, ben aklımda kalan birkaç tane hassasiyeti söylemek istiyorum. Bu beraberlik, yani iki partinin meydana getirdiği koalisyon Türkiye’de 24 tane yeni üniversitenin açılmasını sağlamıştır. Başbakan olarak benim, başbakan yardımcısı olarak da Sayın Erdal İnönü'nün imzası 24 üniversitenin altında vardır. Bu 24 üniversite bugün 10 bin ile 30 bin adet öğrenci olmak üzere takriben yarım milyondan fazla öğrenciyi Türkiye’nin çeşitli köşelerinde okutmaktadır. Bu beraberlikten güzel şeyler de çıkmıştır, bunlardan birisi böyle bir karlı günde Bolu tünelinin temelini attık Sayın Erdal İnönü ile beraber. Çok iyi hatırlıyorum kalpağı da vardı, kalpağıyla beraber ikimiz geçtik. Bu Bolu tüneli tarihi bir olaydır ve bakın uzun zamandır Bolu Dağı'ndan bahsedilmiyor çünkü o tünel 10 senede falan yapıldı ama yapılmıştır; o zamana kadar yapılması düşünülmüş, konuşulmuş, edilmiş fakat birisinin gelip o kazmayı vurması lazımdı, beraberce bu kazmayı vurduk. Bir güzel şeyimiz daha var, Birecik Barajı'dır ve Fırat’ın dördüncü kademesidir. Onu da yine beraberliğimizin neticesinde elde etmişizdir. Bu kısa beraberliğimize pek çok güzel şeylerin sığdığını ifade etmeliyim.
Bütün bunları söyledikten sonra biraz daha geriye gitmek istiyorum. Garp Cephesi kumandanı, büyük kumandan, büyük devlet adamı, sonra büyük muhalefet lideri merhum İsmet İnönü. Benim babam Yahya Demirel, Yahya Çavuş, Garp Cephesi'nde kumandan İsmet İnönü’nün maiyetinde süvari askeri. Sene 1965, Yahya Çavuş’un oğlu Süleyman Demirel başbakan, Garp Cephesi Kumandanı İsmet İnönü muhalefet lideri. Sene 1991 sayın Erdal İnönü başbakan yardımcısı, Süleyman Demirel başbakan. Bu çizgiden hangisini çıkarabilirseniz çıkarın bu Türkiye’nin çizgisidir, yani insanlar ne kadar şunu yapsa bunu yapsa bir yerde, lazım olduğu zaman cephede, lazım olduğu zaman sivil cephede -‘cephe’ lafını belki sevmeyebilirsiniz ama- yani şu manada söylüyorum, bir yerde lazım olduğunuz vakit bir yere gelebilmenin beraberliğini gayet iyi ortaya koymuşuzdur. Bu düşüncelerle değerli dostum, büyük devlet ve siyaset adamı, bilim adamı merhum Erdal İnönü’ye Allahtan rahmet diliyorum, ailesine, onu sevenlerine hepsine başsağlığı diliyorum, milletimize başsağlığı diliyorum, hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.
Sevinç İnönü:
Ben sadece hepinize hoş geldiniz demek istiyorum ve bu güzel toplantıyı düzenleyen TÜSES Vakfı adına sevgili Mehmet Ural’a ve arkadaşlarına, diğer katkıda bulunan, özellikle bu salonu sağlayan, bu imkânı veren Bahçeşehir Üniversitesi yönetimine de çok teşekkür ederim. İyi bir panel olacağa benziyor, bundan önceki konuşma da gayet iyiydi. İyi vakit geçirmenizi diliyorum. Eminim Erdal da burada olsa çok mutlu olurdu. Tekrar teşekkür ediyorum, kötü hava şartlarına rağmen buralara kadar zahmet ettiniz, candan teşekkürler ederim.
Mehmet Ural: Ben yılların tecrübesiyle söyleyebilirim ki çok iyi geçecek... Sizler de biliyorsunuz konuşmacılarımızı.
Ben, panelden önce, sokaktan Erdal Bey’e akan sevgi seline kulak vermenizi isteyeceğim. Size bir kısa film göstereceğiz, daha sonra panele geçeceğiz. Panelden sonra sizi bir sürpriz bekliyor, daha sonra toplantıyı kapatacağız.
Moderatör: Korel Göymen
Konuşmacılar:
Gülsün Bilgehan Toker
Hikmet Çetin
Murat Karayalçın
Altan Öymen
Korel Göymen: Hepimizin aşina olduğu duygular, izlenimler, sahnelerle doluydu. Hepimizin başından geçmiştir, Erdal Bey bir topluluk içinde veya bir yemek yenildiği zaman, bir lokantaya gidildiği zaman, halka açık bir yere girildiği zaman oradaki insanların verdikleri tepki ve benim hatırladığım inanılmaz bir tepki. Hangi dönem olursa olsun, siyasetin sıcak olduğu günlerde de, siyasetten bir miktar uzaklaşıldığı günlerde, her yaşta, kadın, erkek, çocuk herkes bir tepki veriyor, ilk tepkileri de gülümsemek. Genellikle çok sık gülmeyen, gülmek için çok ciddi gerekçeler arayan bir toplumuz, buna rağmen Erdal Bey’i gören herkesin ilk tepkisi bir gülücüktü, bir rahatlama duygusuydu, insanlarda yarattığı duygu buydu. Yabancılar Erdal Bey’e nasıl bakıyor konusunda ilginç bir deneyimim oldu. 1991 yılında seçimler bitmişti, Kasım ayı, hükümet kurma çalışmaları devam ediyor, bu nedenle Erdal İnönü San Diego kentinde yapılacak olan Sosyalist Enternasyonal liderler toplantısına katılamayacaktı. Bir kaçımızı görevlendirdi, biz o görevimizi yerine getirmek üzere gittik. Küçük bir toplantıydı, 40 kadar Avrupalı lider vardı orada. İnsanlar herhalde Erdal Bey’e yüzüne karşı söyleyemedikleri bir takım şeyleri belki ima yoluyla beğenilerini gösterdikleri halde orada, o rahat ortamda, bir çiftlik evinde 3 gün boyunca birlikte olan insanların yarattığı bu özel ortam içinde herkes sırayla geldi, sanki programlanmış gibi Erdal Bey’e olan saygılarını örnekler vererek, böyle bir iki sözcükle değil, ayrıntılı bir şekilde anlatarak paylaştı. Hayatımdaki en güzel, en mutlu anlardan bir tanesi.
Bu toplantıya "panel" demek de ne dereceye kadar doğru, belki şeklen doğru ama burada Erdal Bey’i çeşitli yönleriyle tanıyan, onunla çok şeyi paylaşmış olan 4 değerli konuğumuz var; toplumumuzun çok yakından tanıdığı, sevdiği insanlar. Organizatörler bizlerden şunu rica ettiler, böyle sırayla 15’er, 20’şer dakika konuşmayın da bir takım konular, başlıklar, dönemler ortaya atın, herkes o dönemlerle ilgili dağarcığında ne varsa samimi bir sohbet havası içinde paylaşsın diye talimat aldık. Ben de bunu yapmaya çalışacağım. Bazen kolaylaştırıcılar işi zorlaştırırlar, ümit ederim öyle olmaz.
Gülsün Hanım, Erdal Bey’i başka yönüyle tanıma imkânınız oldu aile ortamında, arkadan siyasete atıldınız ve siyasette de çok olumlu bir iz bıraktınız, bu devam edeceğe de benzer. Erdal Bey’in böyle bir karar almanızda doğrudan veya dolaylı bir etkisi oldu mu?
Gülsün Bilgehan: Böylece Erdal Bey’in bir dileği de yerine gelmiş oldu; eğer beni çağırmasaydınız herhalde Erdal Bey yukarıdan “Yaşa, yaşa!” demezdi. Hepimizin kulaklarında onun “Yaşa, yaşa!” diyen sesi var değil mi? Erdal Bey benim dayımdı, Erdal Bey hepinizin olduğu gibi benim için de hayatımdaki en akıllı erkeklerden biriydi. Bu bakımdan şanslıyım aslında ama...
Korel Göymen: Bunların sayıları çok fazla değil diyorsunuz yani?
Gülsün Bilgehan: Ben şanslıyım diye düşünüyorum bu konuda ailem olarak; ama Erdal Bey gerçekten farklıydı. O kadar farklıydı ki, biraz önce klipte geçen, onu bizim gibi tanımayan –tabii birlikte aynı evde yaşadığım zamanlar oldu–, özellikle genç insanların Erdal İnönü ile ilgili yorumları bence çok ilginç. Ben de Erdal Bey’i kaybettikten sonra Ekşi Sözlük’te gördüğüm Erdal Bey'le ilgili 2 yorumu en çok sevmiştim. Biliyorsunuz Ekşi Sözlük, adı üzerinde zaten, genellikle olumsuz yorumların yapıldığı bir sözlük. Erdal İnönü hakkında yüzlerce yorum vardı, hepsi olumluydu ama 2 tanesi bence çok özeldi.
Birisi şöyle demiş: “Ruhuna çocuk kaçmış da çıkarmayı hiç düşünmemiş gibiydi.”
Bir tanesi de şöyle söylemiş “Birisinin adı Erdal’sa sorgusuz, sualsiz sempati duyarım.” Bu kadar adını sevdiren bir adamdı.
Yine Erdal İnönü, İsmet İnönü’nün anıldığı bir anma töreninde şöyle bir şey söylemiş: “Yaşamları boyu davranışlarıyla halka güven vermiş insanlar öldükten sonra özellikle toplumun bunalım geçirdiği dönemlerde sık sık hatırlanıyor.” Sanki kendisi için, sanki bugün için söylemiş, değil mi? Çok kısa süren siyasi hayatımda elimden gelen çabaları gösterdim. O sırada babamı da kaybetmiştim, dayım benim için çok önemli, çok akıl danıştığım bir insandı. Yalnız şöyle bir özelliği vardı; ben ona çok belirli konularda çok belirli sorular sorardım, hepsini burada tabii şimdi söyleyemeyeceğim ama siyasette, Meclis'te bulunduğum o 5 yıl boyunca Erdal Bey hep danıştığım, her konuda telefon edip sorduğum, çok güvendiğim bir kişi olmuştur. Çoğunlukla bana görüşlerini söyledikten sonra “Ama sen zaten birikiminle, deneyimlerinle cevabı biliyorsun, bence ne istiyorsan, gönlünden ne geçiyorsa onu yap,” derdi ki bu en kötü cevaptı tabii. Siyasete girmeden önce ona fikrini sorduğum zaman -ki bence bunu yeğeni olduğum için, ben sorduğum için söyledi ama zannediyorum ki hepinize de, özellikle siyasete girmek isteyen gençlere aynı şeyi söylerdi-, beni son derece olumlu bir şekilde destekledi. Yani siyasete girmek istediğim için destekledi, yeğeni olduğum için değil. “Bu ülke için iyi olur, partin için iyi olur ve senin için iyi olur,” demişti. Daha sonra da pek çok konuda gerçekten danıştım, o konulara belki daha ileride girebiliriz ama mesela Irak’a müdahale olsun mu olmasın mı, bizim partimizin görüşü ne olabilir ya da başka çok önemli, bugünkü türban meselesi gibi konularda bana hakikaten çok net cevaplar vermişti ama onları benim söylemem de çok doğru değil zaten.
Bence Erdal İnönü’nün bize bıraktığı en güzel miras kitapları, hele benim en çok sevdiğim 300 Yıllık Gecikme kitabında Türkiye’nin geleceği ile ilgili bütün bilgileri ve bütün fikirleri var.
Korel Göymen: Teşekkür ederiz. Erdal Bey’in öne çıkan en belirgin özelliklerinden bir tanesi her şeyden evvel bir bilim kişisi olmasıydı, arkadan siyasetçi olmasıydı. Biraz evvel değindiğiniz anı kitaplarının bir yerinde Erdal Bey, “Siyasetle bilim arasında ortak bir yön vardır; ikisinde de başarılı olmak için bütün yaşamınızı bilimin veya siyasetin gereklerine göre düzenlemeniz gerekir. Ancak bu koşulda başarılı olabilirsiniz,” diyor. Bilmiyorum bu ne dereceye kadar doğru, sanırım bütün yaşamını düzenlemesinin mümkün olmadığı hallerde siyasette çok tatlı bir seda bırakması mümkün müdür? Onu da Hikmet Çetin’den rica edeyim. Erdal Bey’in siyasete girişiyle ilgili bölük pörçük bilgiler var ama bunu, o dönemi en iyi bilenlerdensiniz, biraz bize perde arkasını aktarabilir misiniz?
Hikmet Çetin: Çok teşekkürler TÜSES’e, Sevinç Hanım'ı, Özden Hanım'ı ve tüm konukları saygıyla selamlıyorum. Erdal Bey'le siyasette hep birlikte olduk, tabii bütün özelliklerini yakından gördük, mesela demin Gülsün Hanım dedi ki bir şey sorulduğu zaman siz bilirsiniz derdi falan, ama o kararınızı vermiş olduğunuzu anlardı ve o verilmiş kararı değiştirmek istemezdi. Benim oradaki asıl gözlemim o, yani "Ben politikaya gireceğim" diye sorduğunuz zaman, o düşünürdü ki politikaya girmeye karar vermiş, onu caydırmayayım devam etsin, bu her şey için böyle.
Erdal Bey’i Pembe Köşk’ten bir arabayla alıp siyasi oluşum çalışması yapıldığı dakikadan itibaren birlikte oldum. Başlangıçta Sayın Demirel’in dediği gibi 12 Eylül siyasi partileri kapatmış, bir bölüm siyasetçiye her türlü yasak getirmiş, bizler de 5 yıllık yasaklı, siyasi partiye üye olabilir ama kurucu olamaz statüdeydik eski milletvekilleri olarak. Genel başkan Ecevit istifa etmiş ve parti bir anlamda sahipsiz durumda yani kim ne yapacak belli değil. Sosyal demokratlarda görülen hastalık da var, her kafadan bir ses çıkıyor, her evde bir parti kuruluyor, en azından 5–6 yerde gruplar ayrı ayrı partiler kuruyor evlerde, her yerde. Rahmetli Üstündağ yasaklı tabii o dışarıda, işin içine girmiyor. O çalkantılar içinde ben, rahmetli Necdet Uluğ, Sırrı Atalay, İrfan Özaydınlı yani eski meclis başkanları ve biraz da hiziplere girmemiş insanlarla çalışma yapıyoruz ama toparlamak olanaksız, çünkü her tarafta gruplar var. Sırrı Bey'den bir haber geldi, Erdal Bey politikaya girerse, hem kişiliğiyle hem de bilinen aile yapısıyla sosyal demokratlar bu konuyu çözer diye. Necdet Uluğ ile Sırrı Atalay İstanbul’a geldiler, eve çok gidip geldiler. Tarhan Erdem de o sırada Milliyet’in yayın yönetmeni. Tabii sürekli telefonlaşıyoruz, çalışmalar yapıyoruz. Sonunda bana telefon ettiler “Tamam Erdal Bey geliyor, çalışmaları ona göre düzenle, biz de geliyoruz Ankara’ya,” dediler. Onlar havaalanında İstanbul’a gelirken Tarhan bana telefon etti, “Erdal Bey var mı?” dedi. O günkü Milliyet’in manşeti: "Sosyal demokratlar çözüm buldular." Neyse aradan bir zaman geçti, tabii sonradan çok konuştuk, sosyal demokratların toparlanması kendisi olmadan, yani bütün amacı çağdaş, demokrat, laik, ileri bir Türkiye’nin birleşik bir sosyal demokraside olduğunu görüyordu ve bunun daha da ilerlemesi düşüncesindeydi, bunun beklentisi içindeydi, bunun olmadığı yönünde sonunda karar verdi. Metin Toker rahmetli Üstündağ’a telefon etmiş, o da bana telefon etti ve ben gittim getirdim. Zaman zaman "Erdal Bey politikayı kenarından tuttu, kıyısından tuttu," denir, hiç öyle değil, başladığı andan itibaren. Odaya geldi, masanın başına oturdu, biz çalışmalarımız hakkında bilgi verdik, o dakikadan itibaren elinde kâğıt kalem, konuşulan herkesle beraber kimlerle temas edilmiş en büyük ciddiyetle götürdü ve severek götürdü. O konuda bir yanlış izlenim var, yani Erdal Bey geldi, kıyısından, köşesinden götürdü. Kesinlikle öyle değildi, sonuna kadar götürdü. Biz o gün kendisine bizim yasaklı olduğumuzu, yani bizim görevimizin burada bittiğini, kendisine yardımcı olacağımızı, parti kurulduğu zaman üye olabileceğimizi ama bunun ötesinde kurucu olamayacağımızı anlattık. Sonra biliyorsunuz SODEP kuruldu, sizler hepiniz görev aldınız. Unutulmaz bir özelliği vardı ona daha sonra değineceğiz.
Korel Göymen: Bu safhada müsaade ederseniz Altan Bey'e bir şey sormak istiyorum, aynı olaya biraz daha farklı bir açıdan bakmak için. Siz o zaman Onur’un yanı sıra hâlâ buluşabilen, toplanabilen CHP üst düzey yöneticileriyle bir araya gelip buradan nasıl çıkabiliriz, nasıl bir yol olabilir, kim liderlik edebilir gibi şeyleri görüşüyordunuz, tartışıyordunuz yanlış hatırlamıyorsam. Sözü size bırakabilir miyim?
Altan Öymen: Ben CHP’nin son üyesiydim, genel sekter yardımcısıydım, siyasi faaliyetlerden yasaklanmıştı. Bizim muhasip üyemiz rahmetli İlhan’ın Ankara’da tuttuğu bir evi vardı Çevre Sokak'ın başında; o ev, partinin gayri resmi genel merkezi gibiydi.
Korel Göymen: Daha sonra İstanbul’daki evi de biraz öyle çalıştı.
Altan Öymen: Hikmet Bey de söyledi, o zamanlar ne olacak, kim ne yapacak, nasıl kuracağız bu partiyi gibi konuları tartışıyorduk. O süreçte de siyasi faaliyet yasak ama, "Şu işe hâkim olun, sahip olun" diye herkes bizi sorumlu tutuyor. Bizim sahip olma hakkımız hem resmen yok hem de yeni kurulacak parti için tehlike arz ediyoruz çünkü eski partilerin devamı olursa kapatılacak. Onun için gayet gizli gizli işleri yürütebiliyoruz. Önce Erdal Bey’in başkan olma ihtimali belirdi sonra bu ihtimal ortadan kalktı gibi oldu; biz bunları tabii çok yakından izliyoruz. Rahmetli Üstündağ o zaman genel sekreterimiz ve o partinin fiili genel başkanı gibi oluyor. Bu süreç bizim için çok heyecanlı geçti, olmuyor falan diye hayal kırıklıkları var. Derken bir akşam, herhalde o sizin buluştuğunuz akşam, Üstündağ telefon edip 4 genel sekreter yardımcısı olarak bizi çağırdı. Nihayet biz o akşam kutladık yeni parti kuruluyor diye ve sorumluluk bizim üstümüzden ona geçiyor, yani bu işi yapabilecek olan insanlara geçiyor. O bizim için bayram oldu. Üstündağ bizi çağırdı, davet etti, biraz yedik, içtik ve partiyle ilgili birinci şeyimiz bu.
Hikmet Çetin: Erdal Bey’in o haberi gelince, toplantının bir tanesi rahmetli Sırrı Atalay Bey'in Bahçelievler Emek Mahallesi'ndeki evinde yapılıyor. İçerisi kalabalık, her kafadan bir ses çıkıyor, ben dışarıdan duyuyorum. Sırrı Bey'i dışarı çağırmam gerekiyor, içeriye girmek istemiyorum. Sırrı Bey geldi ve “Vaziyet böyle,” dedim. Sırrı Bey “Gel bir öpeyim seni,” dedi. “Tamam, her şey bitti, Erdal Bey biraz sonra gelecek, siz de burayı dağıtın ve büroya gelin,” dedim.
Korel Göymen: Parti kuruldu, SODEP ortaya çıktı. SODEP’in programı yazılmaya başlandı. SODEP’in programını yazan iki önemli isimden biri karşımda oturuyor: Sevgili Yiğit Güloksüz... İlhan Tekeli’yi de anayım. 1970’li yıllarda CHP’nin programında 6 oku günün koşullarına göre yeniden yorumlama çabası olmuştu zaten. SODEP programına bakıldığında onu değerlendirmek mümkün mü? Çünkü sizin uygulamanın yanı sıra sosyal demokrasinin teorisiyle ilgili, ideolojik boyutlarıyla ilgili görüşleriniz, çalışmalarınız var. Bu çerçevede SODEP programı bir yenilik getiriyor muydu? Toplumun o anda içinde bulunduğu duruma sosyal demokrasi en azından kısmi bir yanıt olabilecek miydi?
Murat Karayalçın: Belki SODEP programını en iyi yorumlayacak, en iyi değerlendirecek kişi ben değilim. Kuruluşta görev üstlenmiş arkadaşlarımızın adlarını verdiniz, burada da kuruluş aşamasında çalışmış arkadaşlarımız bulunmakta. SODEP programının, sosyal demokrat hareketin evrensel iki çizgisinden, yani Kurtuluş Savaşı’ndan ve Marksist düşünceden gelen iki çizgisinden Avrupa çizgisine daha yakın bir söylemi, bir yaklaşımı getirdiğini ifade etmek sanırım olanaklı. CHP çizgisinden Kurtuluş Savaşı söylemi hep öne çıkmıştır, bugün de o söylem ağırlıkla egemendir ama SODEP’te –adı da öyle zaten– sosyal demokrat çizgi, sosyal demokrat söylem, sosyal demokrat yaklaşım, bir sosyal demokrat anlayışın gerekli kıldığı ifadelerle, söylemlerle, tanımlamalarla ve yaklaşımlarla ortaya konmuştu. Ben bunun altını çizmenin uygun olacağını düşünüyorum.
Korel Göymen: Bu konuda acaba katkıda bulunmak ister misiniz Gülsün Hanım?
Gülsün Bilgehan: Belki daha genel olarak olabilir. Son zamanlarda da Erdal Bey’in kitaplarına bakarak, yani biraz daha o günlere geri dönünce, bence Erdal Bey’in siyasette en önemli farklılıklarından bir tanesi bilim adamı olarak siyaset yapması, yani her şeyi çok iyi inceleyerek, araştırarak, okuyarak kararlar alması. Öyle günübirlik kararlar değil bunlar. Hatta aldığı bazı kararların kısa vadede kendisine ve partiye zarar getirebileceğini biliyor ama hedefleri çok daha keskin ve çok daha ileriye dönük; bunu yaparken de mutlaka ortak akla başvurmuş. Siz burada hepiniz Erdal Bey’in birlikte çalıştığı arkadaşlarısınız ve burada salonda pek çok dostu var. Birlikte çalıştığı kişiler hep onun dostu olmuşlar, kitaplarında değişik konularda görüşlerini bildirirken hep fikirlerini paylaştığı arkadaşlarının isimlerini yazmış. Bence bu çok önemli bir özellik. Belki ona en küçük yazıda yardım eden, yazıyı tape eden, bilgisayara geçiren kişinin yardımcısının, asistanının adını da yazmış, Harvard’da, Princeton’da tanıdığı, birlikte çalıştığı profesör arkadaşının ismini de yazmış. Yani burada biraz duygusal olarak da Erdal İnönü’nün siyaset yaparken insanları çok sevdiğinin görüldüğünü ve insanları sevdiği için siyaset yaptığını düşünüyorum. Zaten “Neden siyasete girdin?” diye sorduklarında da “Benden daha kötüler siyaset yapmasın, ülkeyi idare etmesin diye girdim,” demiş. Buna sonuna kadar bağlı kaldığına inanıyorum. Burada bir ekip çalışması, arkadaşlarıyla, dostlarıyla birlikte aldığı kararlar var. Ve yine kitaplarından bence şu anlaşılıyor, yani çok mutlu bir insandı Erdal İnönü; her yaptığı işi zevkle yapardı, evinde de mutlu bir insandı -Sevinç yengem burada-. Belki daha sonra kadın haklarıyla ilgili konular gündeme gelecek, bence çok önemli, yani Erdal Bey burada hakikaten bir simgeydi ama başka konularda da kararlı, iyi niyetli ve yaptığı işi zevkle yapan bir kişi.
Hikmet Çetin: Aslında çağdaş sosyal demokrasiyi bana göre en iyi yorumlayan kişiydi. Yani dar anlamda bir sosyal demokrasi değil... Bir lafı vardı, 50’li yılların sonu, o sırada Türkiye’de komünizmin, solun çok yoğun olduğu bir dönemdi, “Hiç korkmayın Türkiye’ye komünizm filan gelmez. Türkiye’de tek bir tehlike vardır o da dini yönetimdir,” dedi, yani irtica. “Öbürlerinden bir şey olmaz Türkiye’ye, Türkiye bunları aşar,” dedi. Ben Erdal Bey'de de aynı endişeyi gördüm, aynı zamanda da dünyayla birlikte hareket etmenin, mesela uluslararası kurumlar konusunda, Erdal Bey bugün de çok kapalı insanlara bakışı farklıydı, Avrupa Birliği’ne bakışı farklıydı, Kıbrıs konusundaki çözümü farklıydı, dünyadaki bütün konulara bakış açısı farklıydı, çağdaştı ve ileriye dönüktü.
Korel Göymen: Başka bir kimliğinizle bir gazeteci olarak SODEP programı ortaya çıktı, bir ideolojik çerçeve oluşmaya başladı, şimdi aradan geçen yılların sağladığı birikimden de yararlanarak CHP içindeki konumunuzu da beraberinde düşünerek SODEP’i Türkiye’deki partiler, en azından sol partiler yelpazesinde nereye oturtuyorsunuz ideolojik olarak?
Altan Öymen: SODEP aslında Türkiye’deki sol partilerin, CHP’nin de tabii sosyal demokratlaşması açısından, sosyal demokrasiyi devam ettirmesi açısından çok önemli bir aşamaydı programında da. Sonra SHP’nin programını geliştirdik, CHP’nin kendi içinde de program değişiklikleri aynı istikamete girmişti 80’den önce Sosyalist Enternasyonel’e girdikten sonra fakat bu yepyeni bir aşama oldu ve bir ivme kazandırdı. Sonra CHP’nin de 92’deki programıyla büyük ölçüde o birikimin eseri olarak ortaya çıkıyor, yani daha sollaşma. Başlangıçta Atatürk’ün emriyle başlamış olan, ona paralel olarak veya onun doğal bir uzantısı olan sosyal demokratlaşma açısından Erdal Bey’in yaptığı bu.
Korel Göymen: CHP’nin klasik 6 okunu saygın bir yere programın başında oturttuktan sonra onu takip eden dönemlerde sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini
Altan Öymen: O zaman tam yerleşti bu gelişim sonunda, pratikte de aynı şekilde. Daha sonra SHP zamanında Güneydoğu raporu, yeni açılımlar
Murat Karayalçın: Bütün bunların en önemli metni bence.
Altan Öymen: Sosyalist Enternasyonel’de, kendisiyle beraber olduk sonradan en anlaştıkları Erdal İnönü kendisi başkan yardımcısı olmuştu ama aynı ortamda hareket ediyorlar, aynı şeyleri konuşuyorlar. Yani sadece Türkiye’nin meselesini değil, böyle enternasyonal bir tarafı da vardı.
Korel Göymen: Tabii o dönemde şöyle bir zorluk vardı, bir yandan CHP’ye uzun yıllar destek vermiş, oy vermiş olan seçmene bir anda o dönemde yasak olduğu halde bu aslında bunun devamıdır mesajını vereceksiniz fakat aynı zamanda günün gerektirdiği şekilde daha ileri götürücü bir ideolojik çerçeve hazırlayacaksınız. Arada sırada komik şeyler de oluyordu, Yiğit Gülöksüz onu gayet iyi hatırlayacaktır, SODEP amblemindeki zeytinlerin adedi, yaprakların adedi 6 olduğu takdirde ki ilk çizimde 6’ydı ikisi de ‘eyvah kapatılır mıyız?’ endişesi vardı. Sonradan şöyle bir mucizevi çözüm bulundu, yaprakların ve zeytin tanelerinin toplam sayısı aynı kaldı, yani 2 x 6 = 12 oldu, ama bir tanesi 5 bir tanesi 7 olarak belirlendi. O dönemde siyaset yapmanın ufak tefek güçlüklerinden bir tanesiydi bu galiba. Sayın Demirel bahsetti, Erdal İnönü’nün SODEP’in, sonradan SHP’nin Türkiye’nin o dönemdeki olağanüstü koşullardan kurtulması, demokratikleşmesi, yasak ve yasaklı kavramının ortadan kaldırılması konusunda çok ciddi bir çaba gösterildi. Adeta tek başına parti de Sayın İnönü de, kimse buna yanaşmak istemiyordu, herkes kendi özel mahreminde konuşuyordu ‘evet kalkmalıdır’ gibi ilkesel sözler ediyordu ama kimse meydana çıkıp da riskleri göze alıp bunun savunuculuğunu yapmıyordu sayın Erdal İnönü dışında.
Murat Karayalçın: ‘Kalkmasa iyi olur’ deniyordu.
Hikmet Çetin: Aslında birçok arkadaşımız sayın Karayalçın’ın dediği gibi “niye yapıyorsunuz bunu? Rakiplerinize bir anlamda ortam sağlıyorsunuz”. Fakat onun demokrasi anlayışı, özgürlük anlayışıyla kalktı, yoksa kalkmazdı. Çok az farkla kazanıldı ve en son mitingi de İzmir’dedir, İzmir’deki oylara bakın
Korel Göymen: Biraz Özden Toker onu hatırlamaya çalışıyor.
Hikmet Çetin: İzmir’deki mitingi hatırlayın ve İzmir’in verdiği oyu hatırlayın, aradaki farkı bir araya getirin, Erdal Bey’in özel çabası olmasaydı –ve partide de görüş birliği yoktu– kesinlikle 10 yıllık yasak kalkmazdı.
Korel Göymen: Biraz demokratikleşme ve Erdal Bey’in bu konudaki düşünceleri üzerinde biraz durmamızı rica edeceğim. Murat Bey, Erdal Bey’in demokrat kişiliğini hepimiz biliyoruz, bunun sayısız örnekleri vardır, bunun bir sınırı var mıydı? Yani onun demokrasi sınırları neydi? Herkesin her şeyi istediğini anda istediği şekilde yapması şeklinde mi almak gerekir yoksa belirli sınırları var mıydı ve bunların belirli önemli toplumsal konulara yansıması ne şekilde oluyordu?
Murat Karayalçın: Bence vardı, bunu da çok açıklıkla Erdal Bey dile getiriyordu. Biraz önce sormuş olduğunuz soruya bir eklemede bulunarak şimdiki sorunuzu açacağım. Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin, SODEP’in ve halkçı partinin toplamı olarak siyasi yaşamında söylediklerinin yeni bir söylem olup olmadığı, klasik cumhuriyetçi söylemden ya da sosyal demokratik söylemden ne ölçüde farklılık taşıdığı tartışılabilir ama bence bizim tartışmamızdan çok, hepimizin tartışmasından çok önemli olan Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin söylediklerinin yurttaşlar tarafından nasıl algılandığıdır. Galiba Türkiye solunun, –77’yi dışarıda bırakabiliriz, 77’nin özel bir dönem olduğunu düşünüyorum ya da 80 sonrası– en kitleselleşmiş partisinin, halka en çok mal olmuş sosyal demokrat partisinin Sosyal Demokrat Halkçı Parti olduğunu söylemek olanaklı. Toplumun çok değişik kesimleri bugün kaybedilmiş, yitirilmiş olan toplumsal kesimleri Sosyal Demokrat Halkçı Parti içinde toplanmışlardı, bu partiden umut beklemekteydiler. Bu programın vermiş olduğu mesajların ne kadar geniş kitlelere yayılmış olduğunu çok açıklıkla bana göre ortaya koyuyor. Sevgili genel başkanımız Erdal Bey’in demokratlığının sınırının bir bireysel ölçüsü var. Bilenler bilir, istemediği şeyleri ya da sakıncalı gördüğü şeyleri çok açıklıkla söylerdi. Belki Hikmet Bey'in deminki tanımlamasını destekler nitelikte olacak bu, yani “eğer birisi o doğrultuda karar vermişse ona çok fazla müdahale etmeyi uygun görmeyebilirdi” demişti Hikmet Bey. Benim farklı bir deneyimim var, belki o özel durumdu ama falancayı istemiyorsa, filancanın aday olmasını istemiyorsa ya da bir başka kişinin halinden, tavrından rahatsızlık duyuyorsa bunu çok açıklıkla söylerdi. Teşhislerini de kurultayda dile getirirdi. Aramızda herhalde kurultaylara katılmış çok sayıda arkadaşımız var, kimin ne yapacağını, nereye kadar yapacağını, kimin neleri yapmayacağını, yapamayacağını çok açık biçimde kurultayda seslendirirdi ve istediği tepkiyi de alırdı kurultay temsilcilerinden ya da delegelerinden. Yani çok açık biçimde kendilerine bir kişi için, bir hareket için ya da bir karar için yahut bir gelecek için bir telkinde bulunduğunda insanlar da buna destek vermekteydiler. Erdal Bey’in kibarlığı, vs. ama gerekli gördüğünde çok açık bir biçimde, çok kolay anlaşılır bir biçimde bunları dile getirdiğini biliyoruz. Bu bir defa bireysel tepkileriyle demokratlığının eğer bu anlamda yorumlamak gerekirse sınırıydı. “Hayır aday olma” derdi Erdal Bey, yani ‘bu demokratik bir yarış, kardeşim yolunuz açık olsun, inşallah seçilirseniz’ falan demediği kişiler de vardı, bunu biliyorum. Bunun ölçüsünün olası bir sakınca şeklinde tanımlanacağını düşünüyorum, yani bir olumsuz geleceğin, bir olumsuz gidişin önlenmesi anlamında tepkisini çok açık koyardı. Bir de kurullar itibariyle Erdal Bey’in bir ölçüsü olduğunu tahmin ediyorum; genel başkanımız parti yönetiminde, parti meclisinde, merkez yürütme kurulunda parti içindeki muhalif siyasetçilere yer verirdi. Parti içi muhalefetin parti meclisinde, merkez yürütme kurulunda yer alıp eleştirilerini, görüşlerini dile getirmesini isterdi. Anlaşılan bunun yararlı olacağını düşünürdü. Ama örneğin bakanlar kurulunu oluştururken –ben o zaman belediye başkanıydım tam olarak neler düşündüğünü bilmiyorum– birlikte değildik, yani parti yönetiminde değildim ama bakanlar kurulunu oluştururken parti içindeki muhalefete yer vermemiştir. Bakanlar kurulunda parti içi muhalefetin yer almasını uygun görmemiştir. Parti içinde farklı parti dışında Türkiye geneline karşı daha farklı bir anlayış var diye bilinmekteydi.
Hikmet Çetin: Mesela militer devlet yapısına kesinlikle ödünü yoktu, yani mesela güneydoğuda
Korel Göymen: Ben de onu soracaktım, kırmızı çizgileri neydi?
Hikmet Çetin: Militer devlet konusunda hiçbir tartışmayı kabul etmiyordu, mesela çok dar gruplar olmuştur, hepsi gelmiştir ama militer devlet yapısında kesinlikle kırmızı çizgisi vardı. Dinin siyasete alet edilmesi konusunda, laiklik konusunda kesin çizgisi vardı, yani o konuda hiç ödün vermezdi, bunlar onun kesin kalın çizgileriydi. Her türlü hoşgörüye evet ama bu konularda ödünsüzdü. Bakanlar kurulu devlet yönetimidir, o yönetimde koalisyon kuracaksanız bir ekiple devleti yöneteceksiniz. Orada araya girip de ayrı ayrı yönlerden bir hükümet yapısının tartışılmayacağını biliyordu. Bana göre son derece başarılıydı. Ben birçok koalisyonlarda bulundum beraber dışarıda, içeride, uyum bakımından aslında tarihe geçecek bir komisyondu. Sayın Demirel Başbakan, SHP ve DYP koalisyonu, orada bana göre büyük pay birinci sırada Erdal Bey’indir, yani hükümeti kurarken de, bakanlar kurulu çalışmasında da. Örneğin ilk bakanlar kurulu toplantısında bir defa söz aldı, tavrını ortaya koydu ve onun dışında daha bir tek gün, 8 tane SHP bakanını toplayarak “siz böyle hareket edeceksiniz, bu konuda böyle yapalım” dememiştir. İlk günü konuşmasını yaptı, tarihi bir konuşmadır o, nasıl bir çalışma sistemi olacağını ve öyle bıraktı. Onun için, Murat Karayalçın da onu söyledi, hükümeti kurarken birçok tepkilere rağmen devlet yönetiminde herkesin gruptan çıkmayla devletin yönetilemeyeceğini söylerdi ve orada haklı çıktı.
Gülsün Bilgehan: Erdal İnönü’nün demokrasi anlayışından kendi sözleriyle “bir ülkede demokrasinin yaşayabilmesi için seçmen çoğunluğunun ülkenin bütünlüğünü koruma ve birlikte barış içinde yaşama iradesine sahip olması” yani seçmenlerin de sorumlu ve bilgili, bilinçli olması lazım diyor. “Aralarında çıkabilecek şiddetli çatışmalarını uzlaşmalarla çözebilmeleri, ülkede demokrasiye bağlı güçlü bir ordunun bulunması ve sosyal, ekonomik bunalımlar ortaya çıktığında basının, medyanın demokrasiden başka rejimler aramaya özendirmeyecek bir sorumluluk, anlayışla yapması görev yapması gerekir” demiş. Tekrar etmek istemiyorum ama bence ders gibi, söylediği her söz o kadar anlamlı ve o kadar bugüne uyuyor ki. Herkeste sorumluluk olması gerekiyor diyor, bir ordunun bulunması, güçlü bir ordunun, demokrasiye bağlı bir ordunun bulunması çok önemlidir diyor. Bu söylediklerini aslında kitaplarında daha fazla açmış, okuyanlar mutlaka vardır ama bence bu söyledikleri çok çok önemli. Söyledikleri zaten izlediği politikanın ilkeleri.
Korel Göymen: Bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz. Biraz evvel militer devlet konusuna gelindi, Sosyal Demokrat Halkçı Parti o dönemde bölgesel toplantılar düzenleyerek Türkiye’de bir anlamda yenilikçi yaklaşım içinde oldu, arkadan çok önemli raporlar yayınlandı. Erdal Bey ve dönemiyle ilgili herhalde yansız tarihçiler, siyaset bilimcilerin değerlendirme yaparken öncelikli olarak ele alacakları konulardan bir tanesi Kürt sorununa bakışı ve DEP olayıdır... evet HEP, sıkça değiştiği için. Bu dönemin perde arkasını bir parça parti içindeki değerlendirmeleri, Erdal Bey’in bu konudaki tavrını hatırlayanlar acaba bizimle paylaşırlar mı?
Hikmet Çetin: Ben biraz hatırlıyorum, daha doğrusu parti sekreteriydim o sırada. Şimdi söyleyeceklerimden Erdal Bey’in bir anlamda hem demokrasi anlayışı, hem hoşgörü anlayışı, hem ülke birliği anlayışı çıkıyor. Tam seçime girerken alelacele çıkarılan bir kanunla var olan bir partinin seçime girmesi yasaklandı, yani seçime girmesi olanaksız hale geldi. Bir kere Erdal Bey bunu demokrasi anlayışına aykırı buldu, yani demokraside böyle şey olmaz, yani bir parti var, hiç daha bir şeyi yok, seçime girerken o partinin seçime girmesini yasaklıyorsunuz. Buna tepkisi vardı, yani bırakın girsin. İkincisi, etnik kökenli yani böyle bir durumun bunları kendi etnik kökenlerine dönüp parti içinde daha katı bir biçime dönüşeceğini, bunun da ülkeye büyük zarar getireceğini düşünüyordu. Yani etnik esasa dayalı bir parti kurmuşsunuz, bunun yanlış olduğunu söylerdi. Bir diğer neden, o arkadaşların bir kısmı daha önce SHP üyesiydiler, Paris’teki bir konferansa katılacakları için hiç konuşmamalarına rağmen yine o dönemde geri dönüşlerinde Erdal Bey ısrarla o arkadaşlarımıza bir disiplin cezası verelim, disiplinsizlik yapmışlardır, yani parti kararını veya beni dinlemeden gittikleri için bunları itmeyelim düşüncesindeydi. Ama parti içi gruplaşma ve disiplin kurulunda 5’e 4 o arkadaş grubu –Erdal Bey kibarlığından parti içindeki bölünmeye bile ‘arkadaş grubu’ diye bir deyim getirdi– yani o 5 kişiyle onları ihraç etmiştir. Erdal Bey bir anlamda bir şans verilmesi gerektiğini düşünüyordu, yani demin söylediğim etnik esasa dayalı parti kurmak yanlış, bunları parlamento dışında bırakmak o sırada var olan PKK’ya yönelik bir teşvik olur aslında diye bunlara bu şansı vermek gerektiğini söyledi. Ve çok açıktı. Değerini bildiler mi? Bilemediler. Erdal Bey’i çok üzdüler, nasıl üzdüler, onlar açık konuşuldu, yani biz bu amaçla sizinle işbirliği yapıyoruz, kesinlikle amaç buydu, “sonradan ayrılıp partinizi kurabilirsiniz” dedi. Onlar da “aman efendim ne partisi, biz kesinlikle CHP’liyiz” dediler. Bizi bu şeyden kurtarın diye bana geldiler, tanıkları var, “bizi bu dış gruplardan kurtarın, biz partimize dönmek istiyoruz” diye. Bunların hepsi konuşuldu. Mesela Erdal Bey’e en büyük üzüntüyü yeminde verdiler, ayrılarak yapabilselerdi, yani meclise gelir gelmez istifa edip, –onlara o olanak da tanındı– istiyorsanız ayrılın diye. Fakat meclisin açılış günkü Erdal Bey’in üzüntüsünü ben unutamam. Hiç belli etmedi, ses de çıkartmadı, beraber odasına çıktık, böyle bir 15 dakika durduk fakat o sakin haliyle yine de bunun atlatılması gerektiğini düşündü, yani bunun bir barış projesi olarak, yani eğer burada bir yanlışlık olduysa bu Erdal Bey'de değil, hala bugün de devam eden o arkadaşlarımızın bunu anlamamış olmasından ve yanlış yapmalarından. Durdu, “bu bir bedeldir, bir bedel ödenmesi gerekiyordu ve ödedim” dedi. Bütün toplantılarında bulundum, bunun yanlış olduğunu hiçbir zaman kabul etmedi. Yani bu politikanın doğru olduğu, ülkenin birliği, bütünlüğü ve eşitliği bakımından gerekli olduğu düşüncesindeydi.
Korel Göymen: O dönemde ben de MYK üyesiydim, en azından siyasette bulunduğum dönem içinde herhangi bir konunun bu kadar ayrıntılı bir şekilde parti meclisinde de MYK’da da değerlendirildiğine ben tanık olmadım. O karara katılan herkes başta sayın İnönü olmak üzere biraz evvel Hikmet Bey'in çizdiği çerçevede konunun değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bunun yakında zamanda yapılacak olan seçimde partiye ciddi bir maliyetinin olacağını da düşünüyordu. Yani kimse kötü bir fırsatçılık içinde değildi, bu arkadaşları aramıza aldık o bölgenin oyları şimdi oluk oluk akacak mantığı veya beklentisi içinde değildi. Bunun bir sorumluluk olduğunu, bunun cumhuriyete karşı bir ödev olduğunu ve maliyetinin de olacağını, kişisel ve örgütsel, partisel bir maliyetinin olacağının tamamen bilincindeydi. O günlerden sonra sayın Demirel’in de bahsettiği DYP–SHP koalisyonu kuruldu, oluştu. Onu nasıl değerlendirirsiniz?
Hikmet Çetin: Erdal Bey gittikten sonra o parti hiçbir şekilde iktidar yüzü görmedi. Bir parti iktidar için orada olur, bir parti iktidar olmak için vardır, yani ‘ben iktidar olmayacağım ama yıllarca olacağım’ diyen bir parti düşünemeyiz.
Murat Karayalçın: Erdal Bey parti gittiğinde iktidardaydı.
Hikmet Çetin: İktidardaydı ve Erdal Bey’in ayrılışından bu yana, 1994’ten bu yana, o koalisyonu da sayın Demirel’in dediği gibi ortada bir durum vardı, ya ANAP’la bir şekilde devam edecekti ya da geçmişin çok büyük iki partisini Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti ile başlayan iki birikimin birlikteliğinin Türkiye’ye getireceği onurlu havayı gördü. Öyle bir koalisyon kuruldu, müzakereleri Erdal Bey'le beraber yürüttük ama hatırlarsınız o zaman ne kadar sıkıntı çekildi. Tabii aslında bunları yazmak gerekir, % 21’in üstünde oy almıştık, bazı arkadaşlarımız “bu parti bitmiştir, hepiniz gidin” diye telefonlar ediyor bana genel sekreter olarak. Aradan geçen 14 yıl onu söyleyen arkadaşlarımız hala o noktaya gelemediler. Hatırlayacaksınız, parti meclisinde müzakere edilirken genel başkana müzakerelerin götürülüp sonuçlandırma yetkisi verilmesi için meclisteki grup toplantısını hatırlayın. Yani bir genel başkana arkadaşlar grubu koalisyon müzakerelerini götürmek için yetki verme konusu saatlerce tartışılarak ve bin güçlükle alınabildi. Bu ortamda yürüttü sayın İnönü.
Korel Göymen: Ben manzaranın bir de öbür tarafını aktarayım. İki parti bir araya geldiler, karar aldılar, ortak bir hükümet programı yazılacak, DYP 3 kişiyi görevlendirdi, sayın Cevheri’yi, sayın Çiller’i ve sayın Kesici’yi, parti de bizden bir kaç kişiyi görevlendirdi. İlk toplantıda bir araya gelindi, şöyle bir ilginç durumla karşılaştık, sayın Demirel sözünü ettiğim üç siyasetçiye “SHP’den ne gibi telkin gelirse programa alın, onların öncelikleri neyse, Erdal Bey'den herhangi bir öneri, telkin aktarılırsa bunu benim talimatım olarak kabul edeceksiniz, aynen uygulayacaksınız”. Yiğit Bey gayet iyi hatırlar, böyle ilginç bir durumla karşılaştık. Salonda TÜSES’in toplantılarına, çalışmalarına katılmış çok sayıda kişi görüyorum, konuşmacıların hepsi bu arada TÜSES’e katkıda bulunmuş olan kişiler. TÜSES bu döneme kadar sayısız rapor üretmiştir, çalışmalar üretmiştir her alanda. Biz ikinci toplantıda masanın bir tarafına onları bir kaç bavulla taşıyarak getirip koyduk, bunlar bizim partinin birikimleri diye. Öbür tarafta da İlhan Bey cebinden bir kağıt çıkardı DYP’nin katkısı olarak. Sonuçta o programa bakarsanız gayet ilginçtir, bir tür bir sağ parti ile bir sol partinin hükümet programından ziyade bir sol partinin neredeyse tek başına kurmuş olduğu bir hükümetin programı niteliğini taşır. Tabii bunu iyimser yorumlamak da yorumlamamak da mümkün; eğer sağ taraf uygulamaya zaten niyetli değilse programa ne yazıldığı o kadar önemli değil mantığıyla da bakılmış olabilir. Ben daha ziyade olaya sayın Demirel’in sayın İnönü’ye duyduğu saygı ve o iki partinin, yani iki kesimin uzun yıllar geçtikten sonra bir araya gelmiş olmasının rahatlığı, bir ferahlık, bir bonkörlük atmosferi içinde değerlendirmeyi tercih ediyorum. Acaba bu koalisyon hükümeti ve onun siyasetteki anlamı konusunda katkıda bulunmak isteyen var mı?
Gülsün Bilgehan: Bence siyasette güven çok önemli, biraz önceki konuya da dönmek istiyorum, sayın Demirel’in çok deneyimli bir siyasetçi olarak Erdal İnönü’ye tanıdığı, duyduğu güven bu koalisyonu başarılı kıldı zaten. Çok ilginç bir şekilde sağ ve solun yaptığı bu koalisyon aslında uygulamada baktığınızda bence somut hedeflerini gerçekleştirdi. İLO yasaları Türkiye’ye getirildi kabul edildi, CMUK çıktı, aslında genel olarak neredeyse bir sol çizgi vardı. Ama bütün bunlarda Erdal İnönü’nün kimliği, kişiliği çok önemliydi tıpkı diğer konuda olduğu gibi yani büyük siyasi değişmeleri ancak çok büyük güvenilen siyasetçiler başarabilirler. Kürt politikasında da Erdal İnönü bir güvenceydi, bir güvendi. Bence bunu çok iyi ayırmak gerekiyor, Erdal İnönü’nün bireysel, kültürel haklara tanıdığı, o hakların gerçekleşmesi için duyduğu, bunun gerçekleştirmek istemesiyle tabii ayrımcılık, bölücülük arasında da büyük bir çizgi var, yani o güveni sağlıyordu. O bazı vatandaşlarımıza kültürel haklarının tanınmasını sosyal demokrasinin, hatta insan haklarının bir gerekçesi olarak görüyordu. Erdal İnönü olduğu için o güveni veriyordu, bu siyaset bir bölücülük, bir ayrımcılık olarak görülmeyebilirdi. Ancak bunu yapamadı, Hikmet Bey'in de belirttiği gibi birlikte yola çıktığı kişiler bu anlayışta değillerdi ne yazık ki ve daha ilk günden bu anlayışta olmadıklarını, bu düzeyde olmadıklarını gösterdiler. Bunlardan bir kısmı daha sonra çok pişman oldu, o pişman olanları da Erdal Bey’in cenazesinde ağlar gördüler ama bir kaç tanesini, hepsi gelmedi. Onun için siyasette güven çok önemli, bu güven unsurunu Erdal İnönü çok iyi tamamlıyordu.
Hikmet Çetin: Onların etkisi bugün de devam ettiği için çok önemli, birinci Körfez savaşının o gün ve gelecekte bölgeye, Türkiye’ye, dünyaya getirebilecek sorunları o gün en iyi gören kişiydi Erdal İnönü. Muhalefet partisi başkanıyken bütün aksi düşüncelere rağmen “ben Irak’a gideceğim” dedi. Bütün zorlukları göze alarak Saddam’a kadar gitti. Saddam’ın gerekeni yapmamasının getirebileceği sonuçları birebir anlatmaya çalıştı. Hatta hatırlayacaksınız “Saddam’ın elini sıkanın eli sıkılmaz” bile dendi. Bu kararlılığını ve bugünü görmenin ve hatta meydana gelecekleri görmeniz de, muhalefette tabii hiçbir sorumluluğu yok. Bin bir güçlükle gitti, Ürdün üzerinden gittiler. İkinci kararlılığı, yine Ercan da hatırlayacak, Cizre bir kurtarılmış bölge haline gelmişti. Yani Cizre’yi bütün devlet memurları terk etmiş, o dönemi hatırlayacaksınız gazete her gün yazıyor, kaymakam gitmiş, devlet memurları gitmiş ve Cizre basında ‘kurtarılmış bölge’ diyor. Erdal Bey de yeni bir ameliyattan çıkmıştı, basit bir ameliyat ama evde istirahat etmesi gerekiyordu. Bana telefon etti ve dedi ki ”Cizre’ye gideceğim”. “Daha yeni ameliyattan çıktınız, sadece uçakla değil arabayla da seyahat edeceksiniz” dedim. Cizre’ye gidişimiz ve Erdal Bey’in o kararlılığı. Hiçbir vatandaş ortalıkta görünmüyor biz geliyoruz diye, yani böyle bir işgal gücü gibi, yani öyle bir hava var. Biz geliyoruz diye belediye başkanı terk etmiş makamını. “Belediye başkanı gelmeden buradan gitmeyeceğiz” dedi, çünkü tek seçilmiş belediye başkanı. Belediye başkanı sapsarı bir renkte geldi. Belediye başkanına gerekli mesajı vermeden gitmedi. Erdal Bey’in aslında ülkenin birliği, bütünlüğü konusundaki sorumluluğu ve kararlılığı, bir de karar verdiği zaman o kararı sonuna kadar takip etmesi.
Gülsün Bilgehan: Birinci Körfez savaşıyla ilgili sonradan duydum ama çok sevdim. Yine birinci Körfez savaşı sırasında dönemin ABD büyükelçisi Ankara’da Erdal Bey’i ziyarete geliyor, muhalefet lideri olarak Türkiye’nin Irak savaşına katılması için ikna etmeye çalışıyor. Tabii Erdal Bey karşı bu siyasete. Öyle bir zaman gelmiş ki büyükelçiyi kızdırmış Erdal Bey, “sayın İnönü biliyor musunuz bu kriz devam ederse bir varil petrolün fiyatı ne kadar olacak?” demiş. Erdal Bey şöyle bir bakmış büyükelçiye sonra yavaşça eğilmiş –hani bazen eğilir dizini tutardı– büyükelçinin yüzüne bakarak “sayın büyükelçi peki bir varil kanın fiyatı nedir sizce?” demiş. Büyükelçi ayağa kalkmış, izin istemiş, ayrılmış.
Korel Göymen: Erdal Bey günün birinde herkesi şaşırttı, belki şaşırtması ilk defa değil, ama bu sefer çok kötü bir şekilde şaşırttı ve sarstı; siyasetten, görevinden ayrılma kararını duyurdu. O günün koşulları neydi Murat Bey? Siz o sırada Ankara belediye başkanıydınız, daha sonra genel başkan seçildiniz. Bu dönemin perde arkasını bize aktarır mısınız? Erdal Bey’in bu konudaki tavırları neydi? Siyasette böyle kendi kendine süre koyan, günün birinde de belki en verimli olduğu dönemde veya başkalarının böyle algıladığı bir dönemde zorunlu olmadığı halde kendi özgür iradesi ayrılan siyasetçi olarak Türk siyasetinde, dünya siyasetinde de görülmeyen bir olay. O günleri en yakından siz yaşadınız.
Murat Karayalçın: Evet, doğru ama sanıldığı gibi Erdal Bey’in kararının perde arkasını ben bilmiyorum. Çoğu insan Erdal Bey’in genel başkanlıktan ayrılma kararını vermesinden önce benimle konuştuğunu varsayıyor, öyle denmişti, sanki kendisi ayrıldıktan sonra benim genel başkan adayı olmam doğrultusunda işaret verdiğini sanmıştı. Tabii bütün bu varsayımlar ve düşünceler çerçevesinde de benim Erdal Bey'le bu kararını vermesinden önce görüşmüş olmam ve onun perde arkasını biliyor olmam doğal karşılanıyor. Ben bilmiyorum. Kısa bir cevap oldu, muhtemelen Sevinç Hanım biliyor.
Gülsün Bilgehan: Bence herkes biliyor, son derece açık.
Korel Göymen: Murat Bey'in dışında herkesin bildiği anlaşıldı.
Murat Karayalçın: Doğrusu neden böyle bir kararı aldığını bilmiyorum ama ben Erdal Bey’in Türkiye siyasetine zaman boyutu kazandırdığını düşünüyorum, bir süre anlayışı getirdiği düşüncesindeyim. Aslında biraz daha açmak gerekirse –hatta bir kaç kez bu ifadeyi kullandım– ‘siyaset amortismanı’ diye bir kurumu Erdal Bey Türkiye siyasetine taşıdı. Herkesin sonsuza dek genel başkan olacağı, genel başkan olmasının doğal karşılandığı bir siyaset ortamında “hayır bunun sınırı var” dedi, bu sınırı 10 yıl olarak belirledi. Belki daha önce bunu yapabilirdi, belki bir süre daha sonra yapması söz konusu olabilirdi. Böyle bir kavramı, böyle bir düşünceyi taşıdığına inanıyorum. Onu çok değişik nedenlerle söylemem sanırım olanaklı ama niye o gün, yani neden o sırada bu kararını açıkladı? Burada belki Süleyman Bey'in ayrılmış olmasını, yani çok iyi çalıştığı, birlikte iyi çalışan ekipten birinin ayrılmasının getirmiş olduğu bir sorun olabilir ya da Süleyman Bey'in yerine DYP genel başkanlığına gelen sayın Çiller’le aynı çalışma ortamını bulamayacağını düşünmüş olmasının bir gerekçe olarak ifade edilmesi de söz konusu olabilir ama 10 yıl yuvarlak bir sayı, bütün bunların da etkisiyle böyle bir kararı aldı. Doğrusu ben sevgili genel başkanımızın bu kararının ardından yalnızca bizim partimizde değil sağ partilerde de, sol partilerde de benzer bir şey uygulamanın düşünüleceğini, gündeme geleceğini sanıyordum, en azından tartışılabileceği kanısındaydım. Yani Erdal İnönü böyle yaptıysa, hiçbir zorunluluğu olmadığı halde parti genel başkanlığını, başbakan yardımcılığını bıraktıysa bundan birilerinin de sonuç çıkarması gerekir, birilerinin etkilenmesi gerekir düşüncesindeydi. Ama doğrusu kimsenin umurunda olmadı, ne sağda, ne solda hiç kimse bu karardan etkilenmedi. Biz etkilendik, Sosyal Demokrat Halk Partisi olarak biz etkilendik ve tüzüğümüze bir süre koyduk ‘genel başkanlık süresi 7 yıldır’ dedik. Aslında Erdal Bey’in bu kararının benimsenmesine çok gereksinme duyduğumuz bir dönem içindeyiz. Yani Erdal Bey’in bu düşüncesi paylaşılabilse, bu düşünce yansıyabilse Türkiye bugün karşı karşıya olduğu çok ciddi sorunları da kolaylıkla aşabilir diye düşünüyorum.
Korel Göymen: Çok teşekkür ediyorum. Hazır iki tane dışişleri bakanımız varken biraz dış politika genel yaklaşımları, yabancı diplomatlarla, devlet adamlarıyla olan ilişkileri ilginç bir iki örnek vakayla da bizlere aktarabilir misiniz?
Murat Karayalçın: Sayın Çetin başbakan yardımcısıydı genel başkan dışişleri bakanıyken, birlikte çalışıyorlardı, belki bunu anlatması daha doğru olabilir.
Hikmet Çetin: Kısa bir dönemdi tabii. Aslında ben dışişleri bakanlığım sırasında belki de yaşamımda unutamayacağım bir dönem yaşadım. Çünkü Erdal Bey parti genel başkanıydı, en kritik konuları ona danışarak, onunla konuşarak gerekli çerçeveyi aldıktan sonra çok rahat götürüyordum. Demirel de öyleydi aslında. Yani çok akla gelmez şekilde bakan, yani insanın aklına gelmeyecek konulara değinerek bakardı. Çok rahat çalışırdı, çok bilgisi vardı, ben hep kendimi ayrıcalıklı hissediyorum o bakımdan. Kendisinin dışişleri bakanlığı sırasında benim genel başkan ve başbakan yardımcısı olduğum sırada tanık olduğum bir konuyu anlatmak istiyorum. Sayın Çiller başbakan, sayın Demirel cumhurbaşkanı –olay başka şekilde anlatıldı ama– zaman zaman terör nedeniyle sınır ötesi operasyonlar yapılıyor, ben de tesadüfen öğrendim başbakandan ki İran’a sınır ötesi operasyon yapılacak. Onu biraz araştırınca aslında İran’ın 80 kilometre içerisinde bir kampa yönelik bir operasyon olduğunu öğrenince dehşete kapıldım. Yani bir başka ülkenin topraklarına 80 kilometre girilmesinin meclis kararı gerektireceği, parlamento kararı gerektireceği. “Sayın Demirel’in haberi var mı?” dedim “var” dedi. Sayın Demirel’i aradım “her zaman Irak’a sınır ötesi operasyon yapıyoruz, biraz da İran’a yaparız” dedi “öyle değil, 80 kilometreymiş!” dedim. Tabii sonra kıyametler koptu. O arada hazırlıklar yapılmış, sayın Erdal İnönü dışişleri bakanı, askerler de var, toplantı yapıyoruz. Tabii tartışılırken “peki bazı güçlerimizi İran’la savaşa sokmak istediğini hiç düşündünüz mü, yani o bilgilerin sağlam mı?” dedi. Orada 300 tane terörist var. “Peki o operasyonla 300 terörist yok olacak mı, onun garantisi var mı?” dedi, “hayır” dediler, “peki o 300 terörist biterse Türkiye’de terör biter mi?” dedi, ona da “hayır” dediler “peki niçin yapılıyor bu?” “efendim orada şu kadar grup var” filan dediler “peki Türkiye İran’la çatışmaya girerse?” dedi ve olay bu şekilde orada bitti. Sayın Demirel de ertesi gün seyahate gidecek, yurtdışına gidecek o olay öylece kaldı. Sayın Cindoruk da meclis başkanlığına vekalet edecek. Aslında o sırada operasyon yapılıyor, ben eğer o gün olaya müdahale edip de sormasaydım ne olacağı belli değildi. Erdal Bey’in böyle bir davranışı vardı, söylediği zaman herkes ikna olurdu. Çünkü öyle ayrıntıya girmeden, mantıklı ve kararlı bir şekilde sorular sorarak bunu söylediğinde yanıt alamayınca o işi düşünenler de bir şey söyleyemez hale gelir. Bu çok kritik bir Erdal Bey olayıdır.
Korel Göymen: Sizin bir katkınız olabilir mi Murat Bey?
Murat Karayalçın: Bununla ilgili bir katkım yok ama farklı bakışıyla ilgili, farklı bir biçimde değerlendirme yeteneğiyle ilgili bir şey söylemek isterim. Bir süre önce Erdal Bey'le yapılmış bir söyleşiyi okudum. Tahminimden çok daha fazla özlüyorum Erdal Bey’i. Yani yaşarken onun kitaplarını okuma ihtiyacını doğrusu duymuyordum ya da öyle bir bakıyordum. Ama ölümünden sonra, belki biraz hasretle daha fazla okuma ihtiyacı duydum. Biraz magazin, biraz siyasi olan söyleşisini okudum Erdal Bey’in. Tam tarihini hatırlamıyorum ama anlaşılan 89 seçimlerinden sonra olmuş. Gazeteci Bülent Bey'le de görüşmüş, ‘iki kere iki’ ya da ‘iki artı iki kaç eder?’ sorusunu Bülent Ecevit’e sormuş, bir yanıt almış. Erdal Bey’e de soruyu soruyor “sayın İnönü, iki artı iki size göre kaç eder?” diyor. Erdal Bey de diyor ki “durmadan mı?” Yani “iki artı ikinin ne edeceğini gelişmelere göre, sayılara göre değerlendirmek gerekir” diyor. 1984 Mart’ında yapılan belediye seçimleriyle 1989 Mart’ında yapılan belediye seçimlerinde kullanılan oyları karşılaştırıyor. 1984 Mart’ında yapılan belediye seçimlerinde halkçı parti % 8 oy alıyor, SODEP % 23, toplamı 31 ediyor. Onların, yani halkçı partinin % 8’i ile SODEP’in % 23’ü ile toplam 300 belediye başkanı seçiliyor. Sonra 89’a geliyor, SHP tek başına giriyor, birleşme olmuş SODEP ve Halkçı Parti birleşmiş, SHP % 26, Tahir Bey öyle mi?
Tahir Bey: 29
Murat Karayalçın: Hayır hayır 29 değil.
Tahir Bey: 28,9
Murat Karayalçın: Öyle mi?
Korel Göymen: Gördüğünüz gibi bütün kararlar katılımcı anlayışla alınıyor, bu dahil!
Murat Karayalçın: Allahtan karar alınmıyor! Neyse, 84’te alınan oyun gerisine düşülüyor. 84’te halkçı partinin ve SODEP’in ayrı ayrı seçime girerek aldıkları oy toplamından daha az oy alınmasına karşın 1989 belediye seçimlerinde, belediye başkan sayısı 600’e çıkıyor. Yani daha çok oy almışken 300 belediye başkanı çıkarıyoruz, oyumuz azalıyor bu kez 600 belediye başkanına çıkıyoruz. Erdal Bey “oy toplamı açısından, siyasi toplam açısından baktığınızda 2 artı 2 = 3,5 ediyor” diyor. Aslında genel başkanın o öngörüsünü biz 24 Aralık 95 seçimlerinde yaşadık. Şimdi burada herkes gördüklerine göndermede bulunuyor, ben de çok sayıda o dönemin SHP’li yöneticisini gördüğümü söyleyeyim. Sizin de çok iyi bileceğiniz gibi biz 94 seçimlerinde...
Korel Göymen: Unutmaya çalışıyorum ama!
Murat Karayalçın: Siz hiç unutmayın, Korel Göymen 94 seçimlerinde Ankara’da 380 bin oy aldı. Sevgili Ali Dinçer, rahmetli Ali Dinçer, Korel Göymen’in ya da SHP’nin kazanmaması için aday gösterilen değerli dostumuz 30–32 bin oy aldı. 1.200 oyla seçim kaybedildi. Yani Korel Göymen 601 oy daha alsaydı Korel Göymen gerçekten Türkiye’nin gidişini değiştirebilirdi, Ankara kazanılmış olsaydı Türkiye çok daha farklı bir yerde olabilirdi. O nedenle 94 seçimini unutmaması gereken kişi Korel Göymen değil. Seçimlere ayrı ayrı girdik, biz % 14,7 aldık yanlış anımsamıyorsam, CHP de % 4,2. İtiraz gelmediğine göre sağlam!
Hikmet Çetin: İl genel meclisi.
Murat Karayalçın: Evet il genel meclisi doğru. % 19 ediyordur. 24 Aralık 95’te Türkiye erken seçime gitti, Türkiye’nin erken seçime gitmesine 9 Eylül 1995 tarihinde yapılan CHP kurultayını delegeleri karara bağladı. Yani CHP o tarihte seçime gitmek zorunda kalmadı, seçime gitmeyi isteyen CHP idi, yani seçime gidilmesini zorladı. Seçimde oylarımız % 19 küsurdan 10,7’ye geriledi. Yani SHP’nin tek başına il genel meclisinde 14,7’lik oyu var ama birleşik sol ya da SHP + CHP birlikte seçime girip % 10.7’ye geriliyorlar. Bununla da tabii 2+2 daha vahim bir sonuç veriyor, yani 4’ün altında, hatta belki 2 dolaylarında bir sonuç veriyor. Öyle bir sonuçla karşılaşıyoruz.
Korel Göymen: Rakamlardan herkesi aklı biraz karışmışa benziyor, şöyle bir bakıyorum da.
Murat Karayalçın: Valla karışmayacak gibi değil.
Korel Göymen: İşi şakaya vurayım; bu 600 belediye olsaydı tabii iş zor olurdu çünkü SODEP’in 94 yerel seçimlerinden hemen sonra yaptığı en olumlu işlerden bir tanesi –kahrını Yiğit Güloksüz çekti– 300’e yakın belediyeyi sayın genel başkanın teker teker dolaşmasıydı. Son derece katılımcı bir siyaset örneğiydi.
Hikmet Çetin: Bilim adamlığından gelen bir özelliği, bunu Yiğit de çok iyi bilir, grup başkan vekiliyken genel başkana konuşma taslağı hazırlıyoruz Onur Kumbaracıbaşı’yla beraber. Bizi çağırdı, “bu rakamları nereden buldunuz?” dedi. Yani o kadar sorguluyor ki, tek tek, yani her rakamın, her bilginin kaynağını sorguluyor. Odaya dönüp tekrar rakamları yeni baştan gözden geçirip, çünkü o rakamlar
Altan Öymen: Hepsi yanlışmış!
Hikmet Çetin: Hayır yanlış değil de, planlamadan geliyor, “bakın planlamanın şu belgesinde, bu rakamlardan şuradan alındı” diye gösterdik. Bu bilim adamlığı nedeniyle her türlü konuyu sorgulamadan kesinlikle kullanmazdı, mutlaka sorgulardı.
Korel Göymen: Altan Bey çok kritik bir seçimden sonra çok sorunlu bir dönemde genel başkanlık görevini üstlendiniz, Tarhan Bey'le birlikte bütün çilesini çektiniz, zorluklarına göğüs gerdiniz. Bu dönemde Erdal Bey'le zaman zaman görüşüyor muydunuz? Erdal Bey’in ne tür bir desteği söz konusu oluyordu? Belli konuları birlikte değerlendirme imkanınız oluyor muydu?
Altan Öymen: Biz göreve geldiğimiz zaman ilk işlerimden bir tanesi bir danışma kurulu kurmak olmuştu. Bu danışma kurulu Erdal Bey başta olmak üzere eski genel başkanlardan ya da ona yakın bir pozisyonda olan arkadaşlardan, bazı konularda uzman arkadaşlardan oluşuyordu. Her ay toplanıyorduk, bir toplantıda ertesi toplantının gününü belirliyorduk. Erdal Bey İstanbul’dan geliyordu, gündüz o toplantıya geliyor akşam da dönüyordu, bazen burada kalıyordu, akşam da yemek yiyorduk beraber. Ben bu toplantılardan çok faydalandım. Her seferinde işte yaptıklarımızı anlatıyorduk, o da kendi önerilerini söylüyordu, diğer arkadaşlar da söylüyorlardı tabii. Biz birçok şey yapıyorduk, basına yansımıyor. Halbuki ben basından gelmişim, bütün basın mensuplarını tanıyorum, bir türlü olmuyor. Dedi ki “biz de bu sıkıntıyı çok çektik, şu sonuca vardık, Türkiye’yi dolaşırken orada söyleyelim. Ankara’da söylediğin zaman birçok başka partiler de söylüyor, millet siyasetin içinde konuşuyor, vs. güme gidiyor bu çalışmalar. Halbuki gidip mesela Nevşehir’de söylesen, Erzurum’da söylesen oradaki mahalli muhabir gelir, verecek başka bir şey yok zaten seninkini verirler. Merkezde de bu değerlendirilir.” Ben onca yıldır gazeteci olduğum halde bunu düşünemedim. Çok istifadeli oldu, aynen uyguladık ve gerçekten orada, burada CHP diye çıkmaya başladı haberlerimiz. Barajın altında kalmış bir parti için aslında basında yer almak son derece güç ama sesimizi duyurabildiğimiz kadar duyurduk. Benim kendi intibalarıma dayanarak vardığım sonuç, aslında Erdal İnönü’nün Türkiye’de o zamana kadar görülmemiş ölçüde demokrat ve medeni bir insan olarak Türk siyasetine büyük katkılarda bulunduğu. Bazıları basit gibi görünür ama mesela kürsüye gittiği zaman sesini yükseltmeden konuşması gibi bir özellik Türk siyasetinde o zamana kadar yoktu. Hatırlayın, bir büyük polemik içinde sesler yükseltilir, öyle konuşulur, eller kollar hareket eder, o nasıl konuşuyorsa öyle bir insandı. Yani kendisi dışında bir değişikliğe gitmek gibi bir merakı yoktu. O alışkanlık da Türk politikasında vardır ve hala devam eder. Demokrasinin gereklerinden bir tanesi uzlaşma ve mantık tabii daha iyi olur, çeşitli seçenekler de vardır, onların içinde hep birlikte başkalarıyla da anlaşarak en iyi çözümü bulmalısınız. Dikkat edilirse bu uzlaşma kültürünü bir kaç alanda birden ilk defa uygulamıştır. Ben 1980 öncesinde de politikacılık yaptım, 1961’de kurucu meclisinde de vardım yani 1960 öncesindeki kavgaları da biliyorum. Sayın Demirel de daha önceki konuşmasında anlattı, hakikaten herkes birbirini düşman gibi görüyordu. Hatta koridorlarda karşı partiden birisiyle bir araya gelip fazla sohbet ederseniz “ne oluyor, ne var, transfer mi olacaksın?” filan yani olmaz böyle bir şey, herkes kendi içinde. 1950–60 arasında CHP’lilerle DP’liler kulüplerini ayırdılar; Anadolu Kulübü vardı evvelden hepsi beraber olurmuş, tek parti dönemi var, ayrılık gayrılık yok. Orada İsmet Paşa gider briç oynarmış. Fakat birbirlerine tahammül edememe veya alışmama yüzünden ayrıca bir Şehir Kulübü kuruldu, İsmet Paşa orada briç oynamaya başladı, tabii bütün CHP’liler de orada. Yani bu derece kavga içinde geçen, ta 80’e kadar da sürdü bu kavga çeşitli şekillerde. Bu dönemden sonra o koalisyon müthiş bir şey, yine de çok şey yaptı, herkes birbiriyle dost oldu. O koalisyondan daha önce CHP kendi içinde çok bölünmüştü, o bölünme kısmen kaldı şimdi başka sebepler nedeniyle yeniden ortaya çıktı. Fakat CHP’nin bölünmesinden çıkan iki parti SODEP’le Halkçı Parti birleşti. O günleri hatırlayın, olmayacak gibi görünen iki parti kendini kurmuş, ikisi de kendi kendini götürüyor, birisi meclise girmiş öteki girememiş. Bu iki parti geldi Kristof Kolomb’un yumurtası gibi bir gün ikisi oturdu, Aydın Güven Gürkan’la oturdular 6 ay birimiz başkan olacak, ondan sonra öteki başkan olacak diye bir formülle koca partiyi birleştirdiler. Sonuç öyle oldu, 2 kere 2 = 4 meselesi filan malum biraz daha az çıkıyor sonuç ama...
Murat Karayalçın: ...CHP’nin açılışından sonra o kurultayda, 9 Eylül 92 değil mi? CHP’nin adını SHP’ye vereceğini sanmıştım ya da düşünüyordum. Yani CHP açılacak, CHP’yi açanlar yani o zamanki kadro CHP’yi açacak ve adını SHP’ye verecek ya da ona benzer bir formül düzenlenecek. Böyle bir şey biliyor musunuz?
Altan Öymen: Bu kanun çıktı, kanun çıkması Erdal İnönü’nün başkanlığında...
Hikmet Çetin: Bir parantez açayım, şimdi bu tartışıldı, yani Erdal Bey’in demokrat anlayışı hep çıkıyor, örnekleri var yani, aslında o ısrar karşı taraftan gelmedi, yani karşı taraf Adalet partisini sanki böyle bir şey değil, hatta tam tersi, ben biliyorum, onu yaşadık. Demirel ve arkadaşları gelip bana diyorlar ki iki parti de tutmuş, yani DYP tutmuş gidiyor, niye böyle yapıyorsunuz, bundan vazgeçin, yani bizim başımıza sorun açmayın, biz de çünkü mecburen Adalet partisi açılacak bu sorundan, bu sınırlardan vazgeçin diye bana sürekli olarak söylüyorlar. Ben Erdal Bey'le konuştum, Erdal Bey böyle antidemokrat bir uygulamayı içine sindiremiyor. Erdal Bey’in düşüncesi bunlar hemen o gün birleşecekler veya iki gün sonra birleşecekler.
Altan Öymen: Ben kısaca anlatayım, kanun çıktı, kapatılmış olan partiler yeniden açılır, şu şartlarla açılır, eski son kurultaylarının, yani 80’den önce yaptıkları son kurultaylarının üyeleriyle, delegeleriyle toplandılar ve bu toplantıda delegeleri falan organize etmeyi de son yönetim kurulu yaptı. Son gelen yönetim kurulu da biziz, 16 kişi kalmışız zannedersem. Üstündağ’ı kaybetmişiz, aramızdan Erol Tuncer’i sözcü yaptık ve o şeylere giriştik. Türkiye’nin her tarafından delegeleri de bilmek mümkün değil, yani son kurultayın delegeleri kim, onlar tespit edilecek, askıya çıkacaklar. Tüm bunlar yapılırken aynı zamanda öbür partilerle konuştuk ve biz 3. parti olmayacağız diye. Bir DSP var, bir SHP var ikisiyle de görüşmelere giriştik. Bülent Bey şu görüşteydi yani ‘siz kapatın bize gelin’ gibi söylüyordu, biz onu kabul etmedik tabii. Erdal Bey'le çok olumlu bir aşamaya geldi bu, açacağız da ne olacak, çoğumuz zaten SHP’nin üyesi. Beraber otururuz şey yaparız. 2 kişilik bir komisyon kurduk, SHP’den Mustafa Gazalcı, bir de Mehmet Gümüşçü, ikisi oturdular ve görüşüyorlar ne yaparız diye. Çünkü CHP’li olup da SHP’li olmayan kimseler de var delegeler arasında, hatta ANAP’a geçmiş olanlar da var. Yani öyle bir formül bulmak lazım ki CHP de kendi itibarını koruyarak bir isim altında iki parti birleşiyormuş gibi olacak. Tam bu istikamette giderken bizim içimizde de başka bir gelişme oldu. Bir kısım arkadaşlar dediler ki “öyle görüşme, uzlaşmayla falan olmaz, politika bir güç meselesidir, güçlü olan kazanır. CHP’nin adı zaten başlı başına bir güçtür, bir de bunun başına çok iyi bir hatip geçerse tecrübeli bir şekilde ve o bir nutuk atar ve herkes oraya gelir”. Çeşitli formüller oluştu, bizimkiyle dalga geçildi ‘uzun ince bir yoldayız’ diye. O zaman partinin genel sekreteri arkadaşımız şimdi AKP’de kültür bakanı, sloganlar falan derken biz 9 Eylül kurultayını topladık. Orada biz Erol Tuncer’i aday gösterdik, dedik ki “bizim amacımız 3. parti olmamak, biz birleşeceğiz” girdik ve öbür tez kazandı, yani gelelim üç konuşma yapalım, hallederiz derken belirttiğiniz rakamlar ortaya çıktı ilk seçimde. Ankara belediye başkanlığı o şekilde gitti. Neden sonra yeniden o birleşme oldu, CHP birleşmesi, orada da Erdal Bey’in şu etkisi var tabii, partinin adı CHP oldu. Bununla zannediyorum CHP’nin geçmişinden gelen bazı şeylerin muhafaza edilmesini istiyordu, kendisi de artık CHP üyesiydi, bu şekilde oldu. Bence bu da bir tarihi hizmettir ama keşke o birleşme gereken sonucu verseydi.
Murat Karayalçın: Ben 83 Mayıs’ında genel başkanla tanıştım, yaşamının sonuna kadar da birlikteliğimiz sürdü. Yaşamımın hiç bir döneminde kendisine karşı en ufak bir kırgınlık duymadım. 1984 Mart’ında ben Ankara anakent belediye başkan adayı olmak istiyordum. Hatırlayacaksın, o zaman ön seçim de yoktu, parti meclisi ya da merkez yürütme kurulu genel başkana yetki vermişti, genel başkan adayları belirliyordu. Beni çağırdı ve dedi ki “sen aday olmayacaksın, Dalokay’ın aday olmasını istiyorum, senin de Dalokay için çalışmanı istiyorum”. “Peki efendim” dedim, çok büyük bir çabayla, biraz da kendimi Erdal Bey’e göstermek için o seçimlerde Dalokay için çalıştım. Hiçbir dönemde hiçbir kırgınlığım olmadı ama bu demeç, yani genel başkanın “CHP’de toplanılmalı, birleşmenin adresi CHP olmalı” şeklindeki demecini gazetede okuduğumda çok üzüldüm. Hiç beklemiyordum, yani o zaman hazırlanmış olan protokole göre hangi parti çatısı altında birleşileceği ortak kurultayda yapılacak oylamayla belirlenecekti. Daha doğrusu her parti kendi oylamasını yapacaktı, ona göre, çıkan sonuçlara göre ya SHP’de birleşilecekti ya da CHP’de birleşilecekti. Ben genel başkanın bir işaret vereceğini asla tahmin etmiyordum; işaret vermenin ötesinde demeç verdi. Sizin haberiniz yokmuş, onu sonradan öğrendim ve bu demeç yayınlandı. Tahmin edebileceğiniz gibi çok etkili oldu, ben çok üzüldüm. Ertesi gün genel başkan elinde küçük bir çikolata paketiyle ziyarete geldi.
Korel Göymen: Çikolatanın tadı hâlâ devam ediyor galiba?
Murat Karayalçın: Çikolata da acı çikolataydı tabii...
Korel Göymen: Erdal Bey herkese karşı saygılıydı fakat Hanımefendilere özellikle çok büyük saygısı ve özel ilgisi vardı. Ben bunu defalarca Bayan İnönü ile olan ilişkilerinde, ona duyduğu sevgiyi, saygıyı, Bayan Toker’le olan ilişkilerini, ailenin bütün fertleri fakat özellikle Hanımefendiler, genç kuşak onlara nasıl yaklaştığını, ne kadar sevecen, hoşgörüyle yaklaştığını, müdahaleci olmayan fakat aynı zamanda belki dolaylı bir yönlendiricilikle yaklaştığını gördüm. Onun için sizin siyasete girmeniz de onu bu açıdan eminim çok sevindirdi. Tam da soruyu size yöneltecektim, Erdal Bey’in siyasette de onun dışında da kadınlara olan yaklaşımı neydi? Ne gibi ilkelerle yaklaşıyordu ve günümüzle bunu nasıl bağdaştırabilirsiniz?
Gülsün Bilgehan: İçimden gelen bir şeyi söylemeden geçemeyeceğim, üç tane çok sevdiğim ve çok değerli genel başkan var ve dayımı anıyoruz. O da genel başkan ve solun önemli liderlerinden biri. Yine de bu soruyu içine dayımı da katarak sormak istiyorum, ne yaptınız, nasıl Türkiye’nin bu hale gelmesine engel olamadınız? Ama bir de bu uluslararası alan çok hızlı geçti, kısaca değinmek istiyorum. Bence Erdal İnönü uluslararası alanda saygınlığı olan son yıllarda en önemli kişiydi ve sadece siyasette değil, bilimde de öyleydi madalya aldı, kültürde de öyleydi, daha siyasete girmeden UNESCO’nun yönetim kurulu üyeliğine seçilmişti. Siyasette öyleydi, Sosyalist Enternasyonel başkan yardımcılığına seçilmişti. Uluslararası alanlarda onun ne dediği, ne düşündüğü sorulurdu, önemle ve dikkatle dinlenirdi. Bunu da başka siyasetçilerden ayıran fark olduğunu düşünüyorum. Asıl sorunuza gelince, Sevinç yengem bugünlerde Erdal dayımın belgelerini, dosyalarını düzenlemeye başlamış ve bana şöyle bir gazete getirdi, çalışma odasında bulduğunu sanıyorum. 1934 Perşembe 6 birinci kanun, Ocak ayı. Bir Cumhuriyet gazetesi –yıllardır bunu biriktirir, belki sonradan alınmıştır, çok yeni gibi görünüyor ama demek ki saklıyordu çalışma odasında– başlığı şu “Türk kadını haklarının en büyüğünü aldı. Büyük Millet Meclisi dün yaptığı tarihi toplantıda mebus seçme ve seçilmelerini alkışlar arasında ittifakla kabul etti.” Altında devam ediyor “Türk kadınları sevinç ve heyecan içinde”, “Türk kadınına asker olma hakkı da verilmeli” demişler. Bu gazeteyi saklamasının çok anlamlı olduğunu düşünüyorum, Erdal İnönü tıpkı Atatürk ve İsmet İnönü gibi bir ülkenin gelişmesini ancak toplumdaki kadınların erkeklerle birlikte üreterek, topluma katılarak etkin olarak başarılabileceğine inanıyordu. Bunu gerek özel hayatında gerekse siyasette ve çalışma hayatında hep gerçekleştirmişti. Şuradaki salon da onu gösteriyor, onu sevenlerin yarısı erkek yarısı kadın. Onunla birlikte çalışma zevkini ve onurunu tadan bütün kadınlar eşitliğe ne kadar önem verdiğini, ne kadar gönülden kadın erkek eşitliğine inandığını ve daha da ileriye gideyim kadınları sevdiğini iyi bilirler. Siyasette bu sadece sevgi düzeyinde de kalmamıştı, ilk defa olarak Türk siyasetinde kota getiren kişidir. Yine o kotayı sadece tüzüğe yazmakla kalmamıştı –bakın siz de söylüyorsunuz– TÜSES üyeleri arasında da eşitliğin sağlanabilmesi için her toplantıda bunu belirtiyordu. Yani uygulamada mümkündür diyordu. O yüzden hiç kusura bakmayın biz kadınlar için Erdal İnönü biraz daha farklı, onu hakikaten hepimiz çok sevdik, yeğeni olarak sevdik, çalışma arkadaşı olarak sevdik, kız kardeşi olarak sevdik, annemle de aralarında hakikaten çok özel bir ilişki vardı. Geçenlerde yine bir çalışma arkadaşı söylüyordu, son anına kadar, son gününe kadar öğrencilerine verdiği dersleri bile annemle paylaşırdı, kız kardeşiyle. Tabii Sevinç yengemle 50 yıllık bir birliktelikleri var, çok ilginç bir birliktelikleri var, orada da eşitliğe dayalı güzel bir evlilikleri vardı. İkisi de kendilerinden, kendi kişiliklerinden, fikirlerinden hiçbir zaman ödün vermediler. İkisi de inatçıydı, ikisi de dediğini yapıyordu ama çok mutluydular, işte bence uzlaşma bu. Fikirlerinizi, görüşlerinizi değiştirmeden paylaşabilmek ve bir orta yol bulmak. Erdal İnönü bunu hayatı boyunca olduğu her alanda yapmıştı ve her alanda başarılı olmuştu ki bu kadar değerli insanların oluşturduğu, bu kadar seçkin topluluk ve bu kadar tarihe geçmiş siyasetçi arkadaşlarının onu andığını bugün görüyoruz. Hepiniz adına onu ben de bir kez daha saygıyla anıyorum. İnanıyorum ki o içimizde, her birimizin içinde bir yerlerde yaşıyor.
Korel Göymen: Bir kaç toplantıya da Erdal İnönü eminim sığmayacaktır. A, soru vardı evet ama bu soruyu nasıl yanıtlayacaksınız, bence hiç girmemenizde yarar var.
Murat Karayalçın: Bu sorunun sorulması haksızlık, yani toplantının sonunda sorulması haksızlık.
Korel Göymen: Ayrı bir toplantı düzenlenmesi görevi TÜSES’in.
Altan Öymen: Bu çok doğru bir sual. Gerçekten ne yaptık ki? Ben kendi içimde özeleştirisini yapıyorum, diğer arkadaşlar da yapıyordur, herkes için bu söz konusu. Çünkü memleketin bu hale gelmesinin ortaya getirdiği felaket ihtimalleri de artıyor. Buna karşı mümkün olduğu kadar geniş bir şekilde mücadele edilmesi lazım. Biz de çok hata yapmış olabiliriz, bunun da idrakinde olmalıyız. Erdal İnönü’den bir tek hatıra, son olarak kadınlardan söz ettiniz, kendisi uğraştı, kota konuldu ama sadece delegelere konuldu, sadece idare meclisine konuldu. Bunun aslında kendisi milletvekili adaylıklarına da konulmasını istiyordu, il genel meclisine de konulmasını istiyordu, bunu yapamadık. Sonra bizim de danışma kurulu üyemiz olduğu sırada biz bununla çok uğraştık, tüzük değişikliği getirildi, % 25 bütün heryerde olsun diye tüzüğe koydurduk. Bunu da yapamadık, o iş bitti, sonra kendisiyle konuşuyoruz, dedim ki “ben de yapamadım, yani kotayı milletvekillerine getirmeyi. Kadın haklarını doğru dürüst gerçekleştiremedik.” Dedi ki “artık biraz Hanımlar da uğraşsa çok iyi olacak, hep biz erkekler mi uğraşacağız?”
Hikmet Çetin: Hepimize düşen var tabii Altan’ın dediği gibi, sadece o dönemin genel başkanları değil. Bir özeleştiri yapayım, ben bugün geriye dönüp baktığımda CHP–SHP birleşmesinin yanlış olduğunu düşünüyorum halen. Bir hataydı, o hata büyük bir partiyi bitirdi ama aslında bitmiş bazı arkadaşları kurtardı. Erdal Bey özel bir kişilikti, her yönüyle özeldi. İzmir’e gittiğimde bir arkadaşım onunla ilgili bir esprisini söyledi, ilçe başkanlığında dolaşıyorlarmış “ben çok sigarayı seviyorum, sigara içmek istiyorum ve sayın genel başkan sigara içebilir miyim?” demiş. “İç ama duman çıkartma” demiş.
Korel Göymen: Müsaadenizle Erdal Bey’e TÜSES adına bir şükran ifadesiyle bitireyim. 1980’lerin ikinci yarısında SODEP yurtiçinde atılımlar yapmaya çalışırken bir yandan da dünya ile bütünleşmeye, sosyal demokratlarla dünyada neler oluyor bitiyor bunu anlamaya algılamaya çalışıyorduk. O sıralarda genç bir politikacı gelmişti ve herkese Avrupa’da sosyal demokrasi şöyle, Almanya’da sosyal demokrasi böyle diye Ercan Karakaş durmadan çağdaş bir sosyal demokrat partinin ne olması konusunda hepimizle güzel sohbetler yapıyordu. Bütün bunlardan esinlenerek sayın genel başkan bir talimat verdi, Avrupa’daki benzer düşünce kuruluşlarını inceleme talimatı verdi. 3 ay Avusturya’dan başlayarak bütün Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin düşünce kuruluşlarını inceledik. Erdal Bey’in saygınlığı orada da kendini gösterdi İngiltere’de benzer çalışmalar yaparken o zaman daha başbakan olmamış olan Blair’le bir günü programladılar. Sayın Blair işçi partisinin iktidara nasıl hazırlandığını, ne tür düşünce kuruluşlarından yararlandığını, ne tür destekler aldığını anlattı uzun uzadıya. Buraya döndükten sonra biraz da kooperatif bir anlayışla, yani sosyal demokrat bileşimi oluşturan bütün kesimler, üniversiteler, sendika başkanlarımız, sivil toplum kuruluşları olmak üzere 40’a yakın kurucu üye bir araya geldiler ve TÜSES’i oluşturdular. Türkiye’de ilk örneklerden biridir, kesin rakam vermek gerekirse SİSAV’dan sonra ikinci örnektir. Onun için TÜSES Erdal Bey’e kendi kurucusu, kendi başkanı, kendi babası ve sayın başkanımızın son olarak ifade ettiği gibi sıradan fakat ilgili bir üyesi olarak çok şey borçlu. Bugünden büyük bir keyif aldım, salona şöyle bir bakınca sosyal demokrasiye sayısız hizmetlerde bulunmuş çok sayıda dostumuzu burada görmekten ben de büyük mutluluk duydum, eminim hepimiz de bundan duyduk. Uzun bir toplantı oldu ama ilginiz bir saniye eksilmedi. Hepimiz adına sizlere çok teşekkür ediyorum.
Mehmet Ural: Ben de çok teşekkür etmek istiyorum, öncelikle kolaylaştırıcı Korel Göymen’e çok teşekkür ediyorum. Tahmin ediyorum bir gün yakın bir zamanda ‘kolaylaştırıcı el kitabı’ yazılırsa eminim bu toplantıdaki yönetimiyle bu kitapta yer alacaktır. Herkese çok teşekkür ediyorum paylaştıkları anılarla Erdal İnönü’yü yaşattılar tekrardan, Erdal Bey’i ne kadar özlediğimizi de bir kez daha hatırlattılar. Değerli konuşmacılar salonda yerlerini alırken ben toplantımıza gönderilen bir telgrafı okumak istiyorum:
“Değerli devlet ve siyaset adamı merhum Erdal İnönü’yü anmak üzere düzenlediğiniz programa davetiniz için teşekkür ederim. TÜSES’in ve bu vefa örneği programında sizlerle birlikte olmayı çok arzu etmeme rağmen önceden planlanan programlarım nedeniyle Kayseri ve Sivas illerimize gezide bulunacağımızdan anlayış göstereceğinizi umarım. Tüm katılımcılara ve sizlere dileklerimle selam ve saygılar sunuyorum.” Zeki Sezer, DSP Genel Başkanı.
Şimdi sizi 6 Haziran 2007’ye götürüyoruz, 81. doğum günü...
Toplantımızın sonuna geldik ama bu toplantının gerçekleşmesi konusu Erdal İnönü dostlarının karşılıksız el ele vermesiyle mümkün olabildi. Önce bize salonlarını veren Bahçeşehir Üniversitesi’ne teşekkür ediyorum. Daha sonra bu toplantında görsel malzemenin hazırlanmasında çok emeği olan, salonun düzenlenmesinde çok emeği olan sayın Osman Usta’ya çok teşekkür ediyorum. Ayrıca size dağıtmış olduğumuz kitabın baskısını mükemmel şekilde yapan yine yönetim kurulu arkadaşım Necati Özkan’a çok teşekkür ediyorum. Sanıyorum en iyi Erdal İnönü fotoğraflarını çeken Ergun Çağatay’a bize verdiği bütün katkı için çok teşekkür ediyorum. Ve siz Erdal İnönü dostlarına çok teşekkür ediyorum ama galiba bir vefa borcum da TÜSES’in başkanlarına, kurucu başkanımız Korel Göymen aramızdaydı, ondan sonra gelen başkanlarımız yine Taner Berksoy ve Burhan Şenatalar da aramızdalar, ayrıca birçok kurucu üyemiz de bugün bu toplantıda aramızda oldular; kendilerine şükranlarımı sunmayı çok zevkli bir görev biliyorum. Katıldığınız için tekrar sizlere teşekkür ediyorum, bir başka toplantımızda beraber olmak üzere.